Bu su hiç durmaz

Yolda yürürken iğneyi saçlarıma geçirmek istedim. Herkesin beni görmesini. Sonra vazgeçtim.
Yolda yürürken iğneyi saçlarıma geçirmek istedim. Herkesin beni görmesini. Sonra vazgeçtim.

Anneannem değil bu kez. Dedem. Dedemi anınca saçlarımdaki iğne çözülüverip kucağıma düştü. Beni görünür kılan nesnem işlevsiz kalmıştı. Fakat sesin sahibi gözlerimin içine bakıyor, gülümsemesine devam ediyordu. Bu sırada aceleyle karşısındaki sandalyeye koyduğu çantasını alarak bana yer açtı. Masadan kalktım, iğne avcumun içindeydi. Onu saçlarıma tekrar takmamıştım.

M. Sami Yıldız'a

Dilber Hatice

  • Haticem saçlaaarını dalga dalgaa taratmış
  • Tanrı bizi topraktan onu nurdan yaratmış

Anneannem kasetleri ortaya saçıp etrafı dağıttığım için söylenmeye başlamıştı bile. Ancak bu kez telefonuma kaydetmiştim. Artık sandığı ikide bir dökmek zorunda kalmayacaktım. Böylelikle gönlünü alabilmiştim anneannemin. Zaten kızmasının sahici olmadığı belliydi. Kayıttan da olsa dedemi duymak iyi geliyordu ona. Daha da hoşuna gitsin diye dedemin sesini övmüş, hiçbir şarkıcının onun gibi söyleyemediğini de eklemiştim. Anneannem mutlulukla gülümseyerek dinlediği yanık sese gönlünü bağlamıştı yine. Şarkıcılarınki eğitim meselesiydi. Dedeminki ise ona olan aşkından böyle güzeldi.

Görünmez Nur Hatice

"Bakar mısınız? Menü ala...?" Görmedi ve duymuyor da. Neden şaşırıyorum ki? Yirmi yedi yaşıma geldim ve yirmi yıldır bu şekilde yaşıyorum. Niçin çırpındığımı sahiden bilmiyorum. Arkadaşlarım gelene dek beklemeli, onlardan benim siparişimi de söylemelerini rica etmeliyim. Neyse ki kısık da olsa sesimi duyan birkaç tane arkadaşım var. Bu arada bile isteye erken geliyorum bu kafedeki buluşmalara. Genellikle aynı masada çalışan o çocuğa gönlümce bakabilmek için. Onu görebileceğim bir yer seçiyorum, eğer boşsa tam yanındaki masaya oturup yüzüm ona bakar halde karşısına geçiyorum. Elbette beni görmüyor. Öyle yoğun ki sanki kendini de görmüyor. Annem beni doğurduktan kısa bir süre sonra ölüp babam da yeni bir hanım alınca anneannemin şefkatli ve bir o kadar da güçlü elleri sarıp sarmalamış beni. Kendi öksüzlüğü aklına gelip besmele çekmiş, "Destur, savul!" diye diye geceleri başımda bekleyip eliyle boşluğu kovmuş. Kendi kaderini benim üstümden uzak etmek için beklediği nöbet o günlerden başlamış meğer.

"Nur olsun adı ki, sağı solu önü ardı nurlansın, ışıkla ışısın, pırıl pırıl parlasın." demiş anneannem. Dedem de "Amin." deyip kundaktaki beni alıp götürmüş mahallenin camisine. İmam tam ismimi üç kez kulağımdan iç ülkeme üfleyecek ve ismimle yaşamımı mühürleyecekken dedem atılmış. "Hatice'yi de ekle, hocaefendi." Anneannem, ismimin ismi olduğunu öğrendiği gün beni görünmez kılma savaşına hazır etmiş kendini. Dedeme kızmamış. Yutkunmuş ve gece vakti beşiğimin başucunda sabahlarken karanlığa doğru üç kez tükürmüş. "Torunum ismimi aldı ama kaderimi almayacak." Yedi yaşına bastığım güne kadar göz önünde olan ben, o günden sonra görünmez olmuştum. Anneannem savaşı kazanmış, amacına ulaşmıştı. Ruhlara, mistik varlıklara, koca karılara, kör sağaltımcılara, lohusa kadınlara, yeni doğmuş erkek bebeklere değin kimlerle ne anlaşmalar yaptı bilmiyorum fakat yedi yıllık ritüel dolu yaşamım geride kalmıştı. Doğum günüm sonrası normal ama görünmez bir insana dönüşmüştüm.

Anneannem de dedem de geçmişi ne anımsadı ne anımsattı. Kelimeler büyüdür, yüksek sesle dillendirmek bir şeyleri çağırmaktır diye öğretmişlerdi bana. Ben de hiç sormadım bu yüzden. Kandil geceleri toplanan on iki çeşit otun, meyvenin, ebe gümeci, ısırgan, üzerlik, incir yaprağı, mısır püskülü, papatya, keten tohumu, dut, defne, üzüm, çörek otu, dualarla kaynatıldığı suyu yıllarca her dolunay gecesi bahçeye çıkıp, "Beş unsurdan biri olan toprağa and olsun!" diyerek çıplak ayakla topuklarımı toprağa buladığım ve bu karışımı okunmuş bir kaptan üç yudumda içtiğim zamanları unutmasam da ses etmedim. Başlangıçta kendi yöntemleriyle ilerlemişti anneannem. Okuduğu dualar, çıkardığı sadakalar, ramazan ayı boyunca istisnasız her akşam fakir fukaraya verdiği iftarlarla Allah'a kendince yakarıyor. Torununun görünmemesi için yalvarıyordu. "Nur'u görünmez kıl Ya Rabbi!" "Görünmesin, bilinmesin. Nur kız." Beni bile çağırırken "Yok kız, gök kız, Nur kız" diye ünlerdi.

Yok kızdım ama hâlâ görülüyordum. Değil mahallede, kasabada herkes beni çok sever, bölgede alışık olunmayan altın saçlarıma, maviye çalan gözlerime methiyeler düzer, yaramazlıklarımı görmezden gelirlerdi. "Dilber Hatice'nin torunu Hatice bu. Ne de çok benziyor nenesine. Maşallah kız sana! Annene çekmemiş, kara kuru olmamışsın. Tü tü tüüü." Bunları duydukça gülen ben, tedirgin olan anneannem. Bir şey anlamasam da onun sıkıntısı bana geçer, suratım asılıverirdi. Nedensiz mızmızlanmalarım, entipüften şeyler için ağlamalarım bu yüzdendi. Beş yaşına bastığım sabah anneannemin azıcık kalan huzuru da çekip gitmişti. Uyandığımda sağ gözümün kenarında sıra sıra üç tane yağ bezesine benzer noktacık çıktığını görmüştük. Ben desen değil, siğil desen hiç değil. Ne olduğu bilinmeyen bu kabarcıklar çocukluğumun iki yılını elimden aldı. İlk olarak yatırlarda uyumaya başladık. Önce şehrimizdeki sonra çevre illerdeki Allah dostlarının, erenlerin kabirlerini ziyaret edip bir gece geçiriyorduk.

Atasından el almış ocaklılara gidip yemeklerini yedik. Kırk gün onların pişirdikleri ekmekle karnımı doyurdum. Kazık gibi olsa da anneannem yemeklerin suyuna o ekmekleri bana bana sokuşturdu ağzıma. Fakat sağ gözümün kenarındaki üç beze daha da büyümüştü. Duacı bir kadının bir ıhlamur ağacından kestiği dala attığı üç çentiği gözümün etrafına sürerek okuması, sonra da tükürüp tükürüğünü saçlarıma doğru sıvazlaması da ne yazık ki bir işe yaramamıştı. Günlerden bir gün dedem, ırvasacı bir kadın getirdi evimize. Üstündeki kışlık mantodan dolayı uzak uzak iklimlerden geliyor gibi hissetmiştim. Daha sonbaharı yaşıyorken bu kadar kalın bir pardösü ile gezmesi uzaklardan geldiğini gösteriyordu benim için. Yedi yaşıma girmeme günler kala, ırvasacı teyze beni hazırladığı suyla yıkamıştı. Kırk ikindi biriktirilen yağmur suyunun içine üç tane davar gözü konmuş. Gözü göz eritir diyerek üç namaz vakti bekletilmişti. "Göz, bu göz, Hatice Hanım. Bir bir dökülüp gitsinler inşallah." "Amin. Biliyorum göz olduğunu. Çocukken bende de çıkmış. Hâlâ da durur."

Başımdan aşağı dökülen suyun ardından, gözlerimi kısarak bakabilmiştim anneanneme. Tülbentini hafifçe aralamış, sağ gözünün kenarındaki epey büyük üç sıra noktayı kadına göstermişti. Kadın ah vah gibi sesler çıkarıp konuşmuştu. "Deme, deme. Yüzü gözü de aynı sana benzer zaten. On sekizine basar basmaz almaya çalışırlar o zaman bu kızçeyi. Dökülsün şu gözler, düşsün senin kaderin bu sabinin üstünden." "Göz izlerinden de kaderimden de bir kurtulsun, karar verdik gideceğiz buralardan. Yeter ki görünmez olsun. Gitsin üstündeki şu ağırlık." diye fısıldamıştı anneannem. Banyo sonrası kovada kalan suyun içindeki üç tane gözün üstünden üç kez zıplatılmış ve uykuya yatırılmıştım. Doğum günümün sabahında göz yaralarını yastığıma dökmüş olarak uyanmam, evde bir bayram havası oluşturmuş ve görünmez olan hayatım başlamıştı. Kasabadan İstanbul'a taşınmıştık. Anneannem amacına ulaşmış, bana "görünmeme" gücü eklemlemişti. Ne saçlarımın sarısı ne gözlerimin rengi ne çalışkanlığım ne başka meziyetlerim. Hiçbirini gören de duyan da yoktu.

Sahiden artık "yok kız"dım. Okullarımı bitirmiş, arkadaşlar edinmiştim, kurslara gitmiş çeşitli ilgi alanlarına sahip olmuştum. Ama hiçbir yaptığımı gören, beni dikkate alan yoktu. En önemlisi de sevilmek ve sevmek istiyordum. Sevsem de görünmez olduğum için hiçbir erkeğin ilgisini çekmemiştim şimdiye kadar. Anneannemin büyük aşkı dedem vardı. Daha iki yıl öncesine kadar el ele yürüdüğü, diz dize oturduğu rahmetli dedem. Tüm çocukluğumu acayip ve doğaüstü şeylere bulamıştı anneannem. Bana bunu neden yapmıştı sahiden anlayamıyordum. Artık içten içe kızmaya başlamıştım ki kaydı aldığım o gün, geçmişi önüme serdi. İlk kez konuşuyordu.

Haticeler

  • Kız Hatice Hatice kaçalım gel bu gece
  • El ayak çekilince bahçeye gel gizlice

"Hatice, gel buraya. Karşıma geç otur." Anneannemin yatak odasına pek girmezdim. İlk kez beni oraya çağırmış, pencere önündeki berjere oturtmuştu. Dedem öldüğünden bu yana bana Nur değil Hatice diye sesleniyordu. Kendi adı olduğu için kaçındığı ismim, kocasının yadigarı olarak kıymetliydi artık. Başucundaki şifonyerin kilitli olan alt çekmecesini besmele çekerek açtı ve içinden bir şey çıkardı. Üstüne çiçeklerle H harfi işlenmiş, ipek bir bohçaydı bu. Ağır adımlarla ilerleyerek karşımdaki sandalyeye oturdu. "Bu bohça ve içindeki artık senin. Yirmi yedi yıldır, bir an bile gün ışığı görmeden bu çekmecede duruyor. Ama önce sana bir şeyler anlatacağım. Sonra içindekine açar bakarsın." Heyecanlanmıştım. Anneannem çocukluğumdaki düğümü çözmeye nihayet karar vermişti. Yavaş hareketlerle yıllardır birbirinin içine geçmiş, zerreleri diğerine yapışmış düğümü gevşetiyordu. Öncesinde hiç bilmediğim gençliğinden bahsetti. İsminin nasıl Dilber Hatice'ye çıkıp uzak kasabalara bile yayıldığını, bozkırın ortasında bu altın sarısı saçlar, masmavi gözlerle bembeyaz tenin ne işi olduğunu kimsenin anlayamadığından bahsetti.

Saçlarını kısacık kesip, tülbentlere sakladığını, gözlerinden de teninden de nasıl nefret ettiğini ağlayarak anlattı. Sanki o günleri tekrar yaşıyordu. Seksen yaşındaki anneannem karşımda genç bir kıza dönüşmüştü. "Babamla tarlada çalıştığımız bir gün geldiler. Traktörle gittiğimiz uzaktaki bir tarlaydı. Babamla ikimiz yalnızdık. Zavallımın kollarından tutup hareket etmesini engellediler. Babam öyle çırpındı ki. O yaşında iri yarı iki adamı alt edip bana doğru koştu. Evlat sevgisi işte. Sıska, ihtiyar bir adam bile içindeki sevgiye tutunarak iki genç herifi alt edebiliyor. Ama gene tuttular onu. Hem bana ulaşsa ne olacaktı ki. Bir sürü adam etrafta. Kalabalık gelmişler. Babamın arkamdan bağırmaları hâlâ kulaklarımda. O günden sonra bir düğünüme geldi ablamla bir de cenazesine gittim. Neyse beni kaçıran civar kasabalardan birinden zengin bir adamdı. 60'ında. Ona hanım olarak tarladan alıp götürdü beni oğulları. Benden büyük koca koca oğulları. Yaşım 17." Gözlerim kocaman açılmış, dudaklarımı aralamış anneanneme bakıyordum. Zorla konuştum. Konuşmak denmezdi, kekeledim.

"De-de-dem?" "Deden benim ikinci kocam. On yıl o adama karılık ettim ben. Allah'tan çocuğum olmadı. Sonra ölüp gitti. O evden beni deden kurtardı. Zorla kaçırıldığım bir tarladan, isteyerek kaçtığım bir bahçeye uzanır yolum. Tam yirmi yedi yaşındaydım. Yani senin yaşın. Yirmi yedi yaşımda deden ve sırtını yasladığı ailesi sayesinde hayata döndüm. Sevdiğim adama kavuştum. Annen babasına benzedi, esmer zayıf bir kızdı. Üzülmedi hiç. Erken ölmeseydi iyiydi yavrucuğum ama en azından gün yüzü gördü. Fakat sen benim hikayemi devam ettirmeye gelmiştin sanki kızım. O güzel gözlerini, sırma saçlarını görmemeliydiler. Görünmez olman için uğraşmamdaki tek amaç seni korumaktı. Bana kızma Hatice." Gözlerindeki yaşları silerek bohçayı kucağıma koydu. Dramatik bir sahne oynuyordu beyaz perdede. Ama hüzünlü değildim. Nedenini öğrenmiştim, yıllardır beklediğim açıklamayı almıştım artık. Yine de anneannemin kaderimin onun kaderine teyelleneceğine inanmasını ve bu yüzden beni görünmeyen bir kız yapmak için elinden geleni ardına koymamasını kabul edemiyordum. Şaşkındım. Kafam karışmıştı.

Kucağımdakine olan merakım da beni dürtüp duruyordu bir yandan. Benden birkaç gün küçük olan ve konulduğu andan bu yana kilitli çekmeceden ilk kez çıkan ipek bohça hangi güçlü etkiyi taşıyordu acaba. Ben bunları düşünürken anneannem kendisini toparlamıştı. Gür sesiyle konuşmaya başladı. Hafiflediği her halinden belliydi. "Bu bohça senin kızım, içinde kırk kat beze sarılı doğduğunda tenine ilk kez değen penyen var. Bu penyeye de annenin sana bir kez içirebildiği sütü damlamıştı. Dirse Han oğlu Boğaç Han'dan bu yana anne sütüyle şifalanılır. Kırk kat bezin her katını Ayetel Kürsi okuyarak sardım ve karanlığa sakladım. Sen bu yaşına gelene dek de çıkarmamaya yemin ettim." Anneannem bunları anlatırken ben her kat için ayrı besmele çekerek derine doğru ilerliyordum. Son katı açtığımda bebeklik kıyafetim süt kokusuyla beni karşıladı. Ne gözlerim doldu ne ellerim titredi. Sadece garip hissediyordum. Gömleğin omuz kısmına iğnelenmiş bir muska buldum, içinde ne olduğunu anlayamamıştım. Kumaş sık sıkı dikilmişti. "Bebeklik saçlarından bir tutam var onun içinde. Görülmeyi dilediğin zaman, yani o adamı gördüğün, bulduğun zaman bunu saçlarına iğnele. İçinden onu geçir ve ona bak. Seni görecek. Sadece o görecek."

Bunları duyunca elimdeki her şey yere düştü. Bebeklik saçlarımla dolu muska hariç. Derin bir nefes alıp bıraktım. İçim ferahlayıvermişti. Artık yerimde duramazdım. Anneanneme sıkıca sarılıp öptüm. O, dedeme kavuşarak mutlu sona ulaşmıştı. Ben de yirmi yedi yıldır yaşadığım acayiplikleri bir kenara bırakıp sevgiye erişecektim. Zaten giyinmiş haldeydim, hızla aynada saçlarımı düzettim. Sarı saçlarımı. Gözlerime rimel sürdüm. Mavi gözlerime. Çantamı alıp çıktım. Anneannemin ardımdan dua okuduğunu bilmemin rahatlığı vardı üzerimde. Yolda yürürken iğneyi saçlarıma geçirmek istedim. Herkesin beni, güzelliğimi görmesini. Sonra vazgeçtim. Güldüm bu isteğime. O herkes dediklerim, anneanneme neler yapmıştı. Kulağıma kulaklığımı taktım bu sırada. Dedem söylüyordu. "Vay vay vay vay benim olasın." Koşarak görülmediğim, garsonlarının arkadaşlarım gelene dek beni duymadığı ama onun hep orada oturduğu kafeye gittim. İçeriye girip ilerledim. Duvar dibindeki aynı masada çalışıyordu. Önünde yine bir yığın kalabalık.

Boş olan yan masasına geçip oturdum. Kulaklıklarımı çıkarttım. Saçlarımın görünmeyecek alt kısmına bebeklik saçlarımı özenle iğneledim. Kafasını kaldırıp bir an bana baktı, göz göze geldik. Onun tarafından görüldüğümü bilmek heyecanlandırmıştı beni. Gülümsedim. Ama o beni fark etmedi. Dalgın bir şekilde tekrar bilgisayar ekranına indirdi bakışlarını. Panikle iğneyi kontrol ettim, yerinde duruyordu. Saçlarıma kenetlenmiş haldeydi. Yutkundum. Anlayamamıştım. Gözlerim dolmuştu. Tam bu sırada arka masadan biri seslendi. "Nur!" Aceleyle döndüm. Sesin sahibi bana gözleriyle birlikte gülüyor ve "Nur!" diye sesleniyordu. "Gelmek ister misin?" İsmimi yabancı bir sesle duymak garip hissettirmişti. İsmim böyle miydi? Bu kadar güzel miydi? Su gibi berrak mıydı böylesine? Suya lezzetini fışkırdığı kaynak verir demişti. Anneannem değil bu kez. Dedem. Dedemi anınca saçlarımdaki iğne çözülüverip kucağıma düştü. Beni görünür kılan nesnem işlevsiz kalmıştı. Fakat sesin sahibi gözlerimin içine bakıyor, gülümsemesine devam ediyordu. Bu sırada aceleyle karşısındaki sandalyeye koyduğu çantasını alarak bana yer açtı. Masadan kalktım, iğne avcumun içindeydi. Onu saçlarıma tekrar takmamıştım.