Burası Böyledir

Soluna dönüp Muhammet’e sesleniyor çaylar tazelensin diye.
Soluna dönüp Muhammet’e sesleniyor çaylar tazelensin diye.

Usta dükkanın yanında makasçıyla, bir minibüsten kalma koltuğun kirine gömülmüş, habire çay içmektedir. Muhammet’in gözü hep çay bardaklarında, bitti mi kapıp dolduracak. Memet’in canı Muhammet’e sıkılmaktadır ama şimdi bu can sıkıntısının zamanı değildir.

Burası böyledir… Burada üç yüz dükkan vardır. Üç yüz kayıtlı esnaf yaşar. Üç yüz kelime kullanılır. Üç yüzün bir kutsallığı, simgesel bir değeri filan yoktur; sanayi sitesi yapı kooperatifi kurulurken ancak üç yüz esnaf toplanabilmiştir. Üç yüz kelimenin iki yüzü küfürdür, argodur, bel altına dairdir; ellisi mesleki, ellisi de temel ihtiyaçlar için kullanılır. Yerler benzin ve bir kat toz; sonra benzin ve bir kat toz; sonra benzin ve bir kat toz; sonra son bir kat daha benzin ve tozdan oluşmuştur ve benzin ve bir kat tozdan kat çıkmaya devam etmektedir. Burada yürümez, kaygan zemin üzerinde bir nevi uçarsın. Uçarken her daim benzin, mazot, motor yağı, gres yağı, ter, küfür ve öfkeli seslerin oluşturduğu atmosferi solursun. Bahar geçmiş, yaz gelmiş fark etmez; buraya sadece arabalar gelir. Buranın sakinleri, buraya karanlıkta gelir, karanlıkta giderler.

Küfür ederler ama sabahın bereketine, siftahın kazancı belirlediğine inanırlar. Bereket ve siftah gibi kelimelerin mesleki mi, yoksa temel ihtiyaçlar kategorisine mi girdiğine bir türlü karar veremezler. Bu yüzden kafaları karışıktır. Sadece kafaları değil gönülleri de karışıktır. Karışık adamlardır vesselam! Bu yüzden bir yol bulamazlar bu dünyada. Buldukları yol da yol değildir. Hep arıza çıkarırlar yolda. Arıza yapıp kalırlar hayatın ortasında. En iyisi derler karanlıkta gelip karanlıkta gideceksin. Şehirden, şehrin ışıltısından kaçacaksın. Şehir hız ve kaos demektir, hırs ve hınç demektir, kir ve tamah demektir. Sonunda yiyeceğimiz iki lokma ekmek derler ama bunun adının tevekkül olduğunu bilmezler.

Dedim ya karışık insanlardır diye; berekete inanırlar, tevekkül ettiklerini bilmezler, akşamları el ayak çekilince illa iki-üç soğuk, buz gibi cila çekerler. Başka türlü katlanamazlar yolda kalıkalıvermeye. Usta dükkanın yanında makasçıyla, bir minibüsten kalma koltuğun kirine gömülmüş, habire çay içmektedir. Muhammet’in gözü hep çay bardaklarında, bitti mi kapıp dolduracak. Memet’in canı Muhammet’e sıkılmaktadır ama şimdi bu can sıkıntısının zamanı değildir. Ona da geleceğiz ama şimdi değil.

Memet kapıya yaslanmış, elinde üstüpü, boşluğa bakmaktadır. Boşluğu dolduran makasçıları, kaportacıları, egzozcuları, radyatörcüleri, elektrikçileri, lastikçileri, boyacıları, motorcuları görmez. Şimdi onun kafası şu Muhammet işine takıktır. Aslında geldiği günden beri bu işe takık da, takıntı yapmak istemiyor, o da ekmek derdinde diye düşünüyor, sonra onun yarı haftalığına çalışmasına, ustaya yavşamasına, pire gibi ortalıkta gezinip durmasına fena bozuluyor; daha nelere bozulmuyor ki: Sigorta olmasa da olur, haftalıkları cumartesi avuçlarına sayılmasa da olur, her öğlen domates, peynir ve karpuza talim edip ara sıra köfte olmasa da olur işlerine hep bozuluyor bizimkisi. Memet bu bozuk işleri düzeltmek için bir şey yapacak, kafasını bir şeyler kurcalayıp duruyor.

Hadi hayırlısı diyelim! Burası böyledir, demiştim, değil mi? Burası böyledir ve Memet burasını hep bir boşluk olarak görür. Zaten Memet, şu bizim oğlan hep bir boşlukta yaşar. Doldurulamaz bu boşluğun babasına mı, hayata mı dair olduğuna, yoksa feleğin ona bir iş mi ettiğine dair bir fikri yoktur ya da bütün bu fikirler onu boşluktan kurtarmaz, sadece boşluğu büyütürler. En iyisi feleğe yüklemektir bütün boşlukları ama bizim oğlan öyle yapmaz. Evi ayakta tutacağım, evlatlarımı şehrin şeyinden koruyacağım diye kikiriği çıkan anasını düşününce, yine babasının hangi cehennem çukurlarında siftindiği aklına gelir, başı döner, içi bulanır, bilincine bir tül gelir serilir, örtüler altında kalır ve babasına da bir iş etmeyi kurar. Babası cehennem çukurlarında siftinmeseydi, Memet şimdi üniversite sınavı stresi altında olacaktı, sonra başka bir şehirde, bir öğrenci evinde…

Ama babasının siftindiği çukurlar, bizim oğlanı boşluğa düşürmüştür. Bir de şimdi Muhammet çıkagelmiştir Arap illerinden, yirmi-otuz kelime bilir bilmez, ama hayata tutunmak, ardında bıraktığı koca boşluğu doldurmak azminde ve cehdinde. Ha evet! Ben kim miyim? Ben anlatıcı. Yani ben anlatıcı değil; ben, anlatıcıyım. Hani her hikayenin bir anlatıcısı; her öykünün bir anlatıcı öznesi olur ya, o işte. Bilirsiniz, hep kulağınıza bir şey fısıldanır durur ya, ben o fısıltıyım. Buralara gelirim. Ey anlatıcı derler, gel çayımız yeni demlendi. Bize bizi anlat. Onların gözü, kulağı ve kelimeleri olurum. Bazen simit, işler iyi gitmişse karper yanında. Böyle mutluyum. Görmeyenlere göz, duymayanlara kulak, konuşmayanlara ses olurum. Daha ne beklenir ki hayattan! Neyse beni bırakalım şimdi.

Usta dertlidir. Ustalar dertlidir, buralarda işler kesatlaşmaktadır. Buralara gelen arabaların sayısı günbegün azalmaktadır. Hepsi eski modeldir. Arabaların kendileri beş para etmez ki; bütün gününü verirsin, hakkını istesen adamın arabayı satması lazım neredeyse, susarsın, ver işte bir şeyler dersin. Bir avucuna bakarsın, bir emeğine, bir adama. Verdiği neye yetsin; vergi, SSK, Bağkur, aidat, haftalık… Derin bir of çekilir, dükkanın yan tarafında komşuyla bir minibüsten kalmış koltuğun kirleri içinde. Aslında, der usta, Arapların arasında kalfalar da vardır. Onları bulsak mı? SSK yok, haftalık yarı yarıya, o da varsa verirsin, yoksa diğer haftaya...

İşte bizim oğlan, bir-ikidir ustalar arasında geçen bu muhabbete takıktır. Memet’in canı Muhammet’e sıkılmaktadır ama şimdi bu can sıkıntısının zamanı değildir. Ona da geleceğiz ama şimdi değil, demiştik ya, ha işte şimdi geldik. Böyle zamanlarda yanına gidip takma be oğlum, dediğim çok olmuştur. O da ekmek derdinde. Kaçmış, göçmüş bu yaban ellere, ister miydi kaçmayı, göçmeyi yaban ellere. O zaman kalbindeki karanlık bir an dağılır, bilincini örten tül sıyrılır yüzüne tebessüm oturur, boşluk dolar, Muhammet’e döner bakar, Muhammet mutlu olur, o da gülümser Memet’e. Ama bu fısıltı kısa sürer aralarında, bilirler bu dille konuşamayacaklarını, aralarında başka bir fısıltı dolaşmaktadır, karanlık, soğuk, boğuk bir şeydir aralarında dolaşan.

İşte neyse dolaşan o şey aralarında, o şey büyüyü bozuyor, kara bir büyüyü çoğaltıyordu, özellikle bizim oğlanda; diğerinde bir korku, insanı boğan, kötü bir şey olacak dedirten cinsten bir can sıkıntısı olarak nefes aldırmıyordu, karanlık bir gök gelip böğrüne çöküyordu. Allah’ım, diyordu, kötü bir şey olmasın artık, bunca şeyden sonra, dayanamam! İki çaya bu kadar muhabbet olmaz ama diyorum. Sözde espri yapıyorum ama değil, boğazım kurumuş, çay iştahım sürmekte. Kusura kalma diyor usta, o kadar güzel anlatıyorsun ki ağzının içine düştük kaldık. Soluna dönüp Muhammet’e sesleniyor çaylar tazelensin diye.

Anlatıcı ürperiyor. Muhammet’e bakıyor, yüzünde güller açmış; Memet’e bakıyor, öfkeden suratı kıpkırmızı. Ah, diye içinden geçiyor anlatıcı, ah usta! Bir fırsat bulsa uyaracaktı, şunlara dengeli davran, hatta azıcık Memet lehine tavır al diye. Ama fırsat olmamıştı ve işte olan olmuştu. Usta yangına benzinle gitmişti. Muhammet kat kat zeminde uçarcasına getirmişti çayları, güller içinde. Memet kat kat zeminde uçarcasına takım tezgahının başına gitmişti. Hızla süzdü tezgahı. Tornavidalara baktı. Keskilere baktı. Eksantrik kayışını değiştirirken kullandıkları ingiliz anahtarı gözüne çarptı. Aldı, okkaladı, tamam dedi, süper. Ne zaman eline tornavidayı, keskiyi ya da ingiliz anahtarını alsa biraz daha erkek oluyordu.

Böyle böyle büyüdü zaten. Ne zaman o erkeksi gücü damarlarında hissetmek istese eline sert, keskin, çelik bir nesne alması yetiyordu. O zaman çeliğin ona bir iktidar sunduğunu hissediyordu, bu gücün beraberinde getirdiği tehlikeleri seziyordu; işte bu sezgiyle biraz daha erkek oluyordu. Memet bu bozuk işleri düzeltmek için bir şey yapacak, kafasını bir şeyler kurcalayıp duruyor. Hadi hayırlısı, demişti anlatıcı. İşte zamanı gelmişti, bir iş edileceklere, iş etmenin zamanı. Memet ingiliz anahtarını kimseye çaktırmadan dükkanın yanındaki hurda yığınlarının arasına gizleyecekti.

Akşam usta dükkanı kilitleyip paydos ettikten sonra hemen geri gelecek anahtarı alıp Muhammet’in peşine düşecekti. Kör bir karanlıkta, kör bir tenhada, kör bir çukurda; bir gece, bir Muhammet, bir o. O zaman Muhammet’in işini bitirip cehennem çukurlarında siftinen babasını bulacak, anahtardaki Muhammet’in kanını babasının kanına bulayacaktı. Burası böyledir… Burada yaşayan kafası karışık bir avuç insan, hep bir işin peşindedir; hep birileri birilerine bir iş eder. Muhammet’le Memet’in hikayesi heyecanlıymış, dedi usta. Yarın devam edelim, mutlaka uğra.

Anlatıcı çökmeye başlayan geceden korkuyordu. Bir fısıltı dolaştı kulaklarında, ürperdi. Daldın, dedi usta. Noldu? Nolsun, dedi anlatıcı, hiç. Yarın diyorum mutlaka uğra, şu hikayeyi tamama erdirelim. Hikaye anlatıcılarının ustalarından biri demişti, dedi anlatıcı, yarın diye bir şey yoktur.