Çay Almaz Mıydınız? Yarım

Gülbahar Teyzenin şeffaf, düz, cam fincanı ve fincandaki çayı da... Yarım... Öylece...
Gülbahar Teyzenin şeffaf, düz, cam fincanı ve fincandaki çayı da... Yarım... Öylece...

Uzatmayayım efendim, ben yarım kalan çay koleksiyoneriyim. Hayır, elbette şişeler dolusu çaylar yok evimde. Yarım kalan çayların hikâyelerini biriktiriyorum. Bunca yıl itinayla kaydettim, en kıymetli parçaları.

Hepimiz bir şeyler biriktiririz bu dünyada. Bilinçli bir keyfîlikle yapanlarımız da az değildir bu işi. Para, pul, plak, kibrit kutusu, baston, kılıç, taş, oyuncak derken nesneler içinden nesne beğenip bunları büyük bir titizlikle muhafaza eden bir koleksiyonere, hayatınızda bir kere de olsa denk gelmişsinizdir mutlaka. Bazılarımız için fuzuli bir meşgale gibi görünse de, meraklısına ciddi bir sabır ve dikkat kazandırdığı muhakkaktır. Nereden bildiğimi soracak olursanız, kendimden... On yaşımda başladım bu işe. Hatırı sayılır bir koleksiyonum olduğunu söyleyebilirim. Kolay değil, tam on sekiz yıldır bilfiil biriktiriyorum. Önceleri ben de acemiydim elbet. Fakat zamanla daha seçici oldum. Özellikle aramamla karşıma çıkabilecek şeyler değildi. Her dâim dikkatli olup onun beni bulduğu anı kaçırmamam gerekiyordu.

Uzatmayayım efendim, ben yarım kalan çay koleksiyoneriyim. Hayır, elbette şişeler dolusu çaylar yok evimde. Yarım kalan çayların hikâyelerini biriktiriyorum. Bunca yıl itinayla kaydettim, en kıymetli parçaları.

Bu işe başlamamın hikâyesi de en az koleksiyonumun kendisi kadar ilginçtir.

Siz de bu koleksiyonumun kıymetli parçalarına tanıklık etmeden önce şöyle güzel, bir bardak tavşankanını yanınıza almayı unutmayın.

Efendim bu illete benim çocuk aklımı sardıran ilk hikâye, mahallenin yerel haber alma organı Geveze Nuriye'nin çayıyla başladı. Elli yaşlarında, kısa boylu, şişman bir kadındı Nuriye. Ayaküstü bir hâl hatır sorusunda bile ne edip edip lafı ille de ağrıyan bacaklarına getirirdi. Gel gelelim, kulağına taze bir haber ilişmeye görsün Nuriye'nin, o bacakların atikliği, nâmını iki paralık ederdi sansarın.

Kız Nuriye ne bu telaş? Geç geç, balkona geç içerde sıcaktan durulmuyor. Ne oldu, ne duydun gene? Ne duyması Şerife Abla? Çarşıya gittiydim. Sıcaktan ter-su içinde kaldım. Baktım bacaklar da gitmiyor, uğrayıp hem iki soluklanayım hem de bi' yüzünü göreyim dedim. Yanıyor ortalık yanıyor. Kız Şerife Abla burası böyleyse cehennem nasıldır? Allah'ım sen koru ya Rabb'iiim. Gidince bakacağız artık Nuriye. Torun da koca kız olmuş. Hi hi hi. Kızım bi' sandalye daha veriver de uzatayım şu bacaklarımı. Kaça geçtin sen bakayım? (En son üç gün önce aynı şeyi gene sormuştu.) Dörde. Maşallah maşallah. Söktün değil mi cebiri mebiri? Okuyun kızım okuyun. Biz de okuyaydık vaktinde neler olurduk ya... İşte. Aferin kızım, okuyun.

Geveze Nuriye bunları anlatana kadar, beyazlamış saçlarının yarısını örten gevşek düğümlü eşarbını, ince penye hırkasını, koyu ten rengi naylon çoraplarını çıkarıp balkon demirlerinin bitişiğindeki sandalyeye oturmuştu bile. Getirdiğim sandalyeye de bacaklarını uzattığında, yere paralel duran iki ince çubuğun uçlarına yapıştırılmış koca bir balona benzetmiştim onu. Yukarı doğru sıyırdığı çiçekli entarisinin altından, dizlerine kadar inen (gene çiçekli) pazen donu göründüğünden beri, ne yana baksam ona bakıyormuşum gibi geliyordu bana. Zihnimdeki komik, ayıp, saçma gibi kodların birinden ötekine zıplayıp duruyordu Nuriye'nin çiçekli pazen donu.

Babaannem avucunun içi gibi bilirdi Nuriye'yi. Nuriye'nin çaprazındaki sedire oturduğundan beri de "acaba ne zaman çıkaracak baklayı" der gibi bakıyordu. O da daha fazla tutamamış olacak ki "ne günlere" kaldık bakışıyla alt dudağını ısırıp başını iki yana sallamaya başladı. Senin diyeceklerin var belli. Çayın altını daha yeni kapattıydım. Dur iki bardak koyayım, hararetin de gider. Gelirken köşeden kurabiye aldıydım Şerife Abla, bak orda çantamın yanında, onlardan da koyuver, ağzımız tatlansın. Nuriye'nin verimi servise tâbidir. Kurabiyesini de alıp geldiğine göre haberler taze ve çarpıcı...

Dörde katlanmış tek sayfa gazete kağıdıyla serinlemeye çalıştıkça daha da belli olan koltuk altlarındaki ıslaklığa takıldı gözüm. Fark edince o, Demirel'e çevirdim bakışlarımı. Nuriye'nin elinde bir oyana bir buyana gidip geliyordu. Cumhurbaş... Anka... Yüce... Gen... Ana...

Çayından ilk yudumu alır almaz kapı komşusu Elmas Teyzeyle gelininin sabah evlerden ırak bir kavgaya tutuştuklarından girip, gelinin pabuç dilinden, Elmas Teyzenin de az anasının gözü olmadığından, ev davasına birbirlerini yediklerinden, kocasının pısırıklığından, oğlunun hayırsızlığından ve dahi her birinin gelmişinden geçmişinden çıktı. Bir ara kapı tekrar çaldı. Fatma Teyzeyle, Hacer Teyze de geldi. Bir posta da onlar için geçti Nuriye. Sonra topluca pabuç dilli, çarpık bacaklı, çirkin gelin kınandı. Elmas Teyzenin ne cimriliği kaldı ne sinsiliği ne de inadı. Hânelerinden uğursuzluğun eksik olmayışının nedeni dil birliğiyle cünüplüğe bağlandı. (Fatma Teyze bir ara, beddua almışlar diye duydum ben, dese de bu tez kabul görmedi.) Çay yetmeyince babaannem bir demlik daha koydu. Nuriye'nin, konuşmaktan içmeye fırsat bulamadığı için soğuyan yarım çayları tam üç kere dökülüp yenisi koyuldu.

Bir ara Hacer Teyze, Elmas Teyzenin, Nuriye de çok şişti anam, dediğini laf arasında ağzından kaçırmasın mı(!). Nuriye sinirinden daha da şişti. O kendine baksın, ölüverse salına çifte öküz koşulur, bir de bana laf söylüyor delibaş! Yeniden çalan kapıyı açmaya giderken aklımı "delibaş"ın nasıl bir şey olabileceğini düşünürken yakaladım. Başımı hunharca iki yana sallayıp derhal kovdum bunu. Zaten ben kovmasam kapıda Elmas Teyzeyle gelinini görür görmez giderdi. Şimdi şenlik başladı işte, dedim içimden. Balkona geçerken onlar, arkadan gelinin bacaklarına baktım. Çarpık değildi. Çarpılacak Nuriye. Ben, balkon ahalisinin günahlarını karşılarında dipdiri görünce ne yapacaklarını kaçırmamak için her birinin yüzünü tek tek tarıyordum. Hiç de beklediğim gibi olmadı. Öyle içten bir karşılama oldu ki az önce burada duyduklarımın hiç söylenilmediğine neredeyse ben bile inandım. Nuriye'nin yüzündeki mora çalan basılma telaşını fark etmiştim ama. Bir de babaannemin, Nuriye içsene çayını ısrarına rağmen Nuriye'nin tıkandım abla tıkandım gerekçesindeki tıkanmışlığın asıl nedenini...

Tıkanmıştı Nuriye, bardakta kalan üç yudum çayı içemeyecek kadar. O gün, o bardağın kalan yarısında bir insan boğazından geçemeyecek kadar çok "laf" vardı. Nasıl içsindi Nuriye? Her şeyi görüp bilen bu kalan üç yudumla midesindekiler arasında kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü vardı. Nasıl birleştirsindi onları? (Bunu yıllar sonra düşündüm.) O gün düşündüğüm şey, yarım kalan bir bardak çayın, insanı insandan daha iyi bildiği ve ondan daha güvenilir olduğuydu.

Ben de efendim o gün karar verdim yarım kalan çayların hikâyesini toplamaya. Ansızın çalan kapı ya da telefonla yarım kalanından tutun da içilirken daha varlığı unutulanına kadar her çeşitten çay hikâyeleri... Hepsini tek tek anlatmam mümkün değil elbet. Lâkin çay deyince aklıma ilk gelen ismi, Halis Enişteyi anlatmadan geçersem olmaz. Zira onun hikâyesi, koleksiyonumun en değerli parçalarındandır.

Halis Enişte (nâmı diğer Şindi Halis), Selma Halamın kocası... Koleksiyonuma dâhil olduğu zaman, ikisi de kırk beş yaşında olmalarına rağmen, Halis Enişte, dökülmüş saçlarından mütevellit, en az elli gösteriyordu. Allah bilir ya, eniştemden önce ölecekmiş gibi gelirdi bana halam, erkek dırdırından. Erkek dırdırı da neymiş? demeyin sakın. Bu illet çoğunlukla kadınlarda görülse de, kadın dırdırını mumla aratan erkekler vardır. Hah, işte Halis enişte de onların pîri idi. Halam garibim, günde beş cümle ya kurar ya kurmazdı. Yüce Rabb'im denk getiriyordu işte...

Yeni evlerine geçtikleri zaman ailecek hayırlı olsuna gittiydik bir akşam. Mustafa Abimin üniversiteye başladığı seneydi. Halis Eniştenin muhabbetini çekemem de çekemem diye tutturunca, annemle babam da, Turgut her gitmede seni soruyor bak, yalanıyla iknâ ettiler Mustafa'yı. Turgut, Mustafa Abimle akran... Ne anasının suskunluğu ne de babasının dırdırı vardı onda. Bayağı normaldi Turgut. Kapıda da o karşıladı bizi ilkin. Sonra Selma Halam ve en son da takım elbisesi ve kravatıyla Halis enişte... Resmî bir işi olsa hadi alışkanlık dersiniz. Küçük bir antika halı dükkânı işletirdi eniştem. Lâkin Selma Halamın dediğine göre bir tek yatarken çıkarırmış takımıyla kravatını. Buna da şükür demişti Halam. Yalnız üst-baş olsa iyi; hâli, tavrı, lisanıyla da devlet ricalindenmiş havası estirirdi eniştem.

Efenim şindi Allah rast getirdi işimizi çıktık işte biz de buraya. Hayırlı olsun. Hayırlı olsun. Sağ olun, sağ olun. Mustafa, yüzünü gören cennetlik... Dersler yoğun Enişte... Şindi, öyledir o oğlum, çalışacaksınız. Sen kaça geçtin tekne kazıntısı? Lise üçe. Maşallah. Memleketin hâli mâlum şindi.

Eniştem her "şindi" deyişinde Mustafa'yla göz göze gelip gülmemizi savuşturacak bahaneler arardık. Annemin "eve bir gidelim..." bakışı gayet yeterli bir bahane olurdu hep.

Ekmek aslanın ağzında şindi, değil mi efenim? Öyle öyle... Selma çaylar nerde kaldı? "Bi' dur be adam" bakışıyla mutfağa seğirtti Halam. O, çayları getirene kadar da Eniştem ekmeği aslanın ağzından midesine oradan da bağırsaklarına indirdi. Arada bir babam muhabbeti monolog havasından kurtarmak için bir-iki cümle kurmaya niyetlendiyse de nafile. Muhabbetine çay da eklenmişse eniştemi susturabilene aşk olsundu. İnce bellilerin boşları gitti doluları geldi. Mide bu canım, o da pes ediyordu bir yerden sonra. Enişteminki direndi ha direndi. Yine de o akşam ilk defa şahit oldum, Hâlis eniştenin bir çayı yarım bıraktığına. Büyük olasılıkla da bu zaten ilk defa oluyordu.

O zamanlar devlet kanalı dışında birkaç özel kanal vardı. Ve hepsinde de aynı haber... Amerika Irak'a tepeden " barış" indiriyordu. Ne menem bir şeyse bu barış, indiği yerden alevler çıkıyordu. Biz de, dünyanın geri kalanı olarak oturup dizi izler gibi izledik olanı biteni. En az Halis Eniştenin yarım kalan çayı kadar şaşkındım. Tarih kitaplarını okurken, oradaki savaşlarla, dünyanın son şeklini aldığını ve savaşların da, soyu tükenmiş bir yaratık gibi, bir daha yeryüzüne gelmeyeceğini sanırdım. Böyle nasıl desem, hikâye gibi anlatılırdı. Kötü niyetli değilmiş bu adamlar ama eniştemin demesine, Ortadoğu'ya "bahar"ı getireceklermiş. Aha bu da onun alametlerindenmiş işte. Bahar, kıyamet gibi bir şeydi demek.

O gece orada, benimle aynı yaşta bir kızın, "barış"ın altında niye can verdiğini düşündüm. Suçluydu ve suçu, onun nasibine denk gelen gök parçasının altında olmaktı. Ama olurdu böyle şeyler. Hem nasılsa, birkaç sene içinde cipcici şehirler kurulacaktı üstlerine. Bir filmde Amerikalı iyi yürekli bir asker, ona taş atan Irak'lı bir çocuğun başını okşayacaktı. Böylece unutulacak, böylece tatlıya bağlanacaktı her şey. Yine de ben, seneler sonra bile, "Yüzümüzü Batı'ya...","Yüzümüzü Doğu'ya..." diye başlayan bütün cümlelerin yüzüne tükürecektim. O gece ortalıkta, tek yatay yön yoktu. Sonraki "bahar"larda da olmadı... Ve zulümsüz bir dünya hep başka bahara kaldı.

Hâsılı kelam, Eniştemin çayı da "barış"ın azizliğine uğradı. Halis Enişteye bile çayını unutturan "felek", bize neler etmezdi? O akşam, yarım kalan o çayın, rengini tavşandan almadığı muhakkaktı. Boş kalan kısmıysa, "Merâmı olana Bağdat yakındır" cümlesindeki Bağdat'tı artık. Merâmı olanlara," içinizden başka gidecek yeriniz kalmadı" diyen boşluk...

Ömründe ilk defa bu kadar uzun süre konuşmadı belki de. Eniştemin bile hayrete düşmesi, dünyanın sonunun yaklaştığının alameti miydi acaba?

O, gözlerini televizyona dikip bu hayreti sonuna kadar yaşarken ben de bir ona bir çayına bakıyordum. Ne zaman bitecekti hayreti? Ne zaman hep o bildik Halis Enişte olacaktı?

O akşama kısmet olmadı bu. Halis Enişte bile olsa, o boşluktan kalan yarımı mideye indiremedi. Bekledim. Beklediğim gibi olmayınca da onu bu koleksiyona ekledim.

O akşam beklemiştim evet, ama hiç beklemediğim halde birden soğuyan yarım çaylar da az değildir hani. Efendim, çay olur da, yarım kalmak olur da beklemek olmaz mı hiç? Koleksiyonuma "beklemek" adıyla kaydetmiştim bunlardan birini.

Yaklaşık iki sene önceydi. Çok sevdiğim bir dostumla buluşup güzel bir oyun seyretmiştik o gün. Çıkışta, her iki tarafındaki büyük ahşap kapıları, yüksek tavanı, karanlık duvarlarıyla eski bir hanı andıran ve tiyatro salonunun da içinde olduğu tek katlı taş yapının ortasındaki masalardan birine oturup iki çay söyledik. Aysel, sürekli olarak benim arkamdaki kapıya dalıp gidiyordu. Anlatmayı pek sevmeyen bir kızdı. Bunu bildiğim için bir şey sormadım. Amaçsızca, sağımızda solumuzda kalan küçük hediyelik eşya dükkânlarını tarıyordum. Bir amacı vardı aslında: Göz göze gelmeyelim ve mahremiyetinin tam ortasında kıskıvrak yakalanmasın diye gözlerinden.

Çay güzeldi. Ben üşümüştüm. Çoktan bitirip ikincisini söylemiştim ki onun ancak iki-üç yudum içtiğini fark ettim. Aklıma koleksiyonum gelmedi. Çünkü bir şey demezdi o, biliyordum. Belki de çayın hikmeti, ezberimizi bozdu işte. Biz burada oturup çay içmiştik, dedi. Oradan, o kapıdan girmiştik. Biz burada olmuştuk. Yok şimdi ama. Ölüm gibi... Anladım. Anlatamıyorum boş ver. Anladım, dedim tekrar. Ama ne dersek diyelim, benim anladığım benim dilim, onun anlatamadığı onun diliydi. Hikâyesinin yarım kaldığını ve onun da benim gibi düşündüğünü sanıyordum. Hayır, dedi. O, o kadardı. O hâliyle tamamdı. Sadece... Başka türlü olabilirdi. Unutamayacaksın yani? Hayır, unutulur. Bu bile... Hani bir türkü de diyor ya "Oğlun, kızın olsun hele...". Unutulur yani. Belki de en acısı bu. Daha unutmamışken, bir gün unutacak olduğunu bilmenin korkusunu duyup bu hâline razı olmak...

Anlattıkça soğudu mu bilmem. Ama çay soğumuştu çoktan. O gün, o yarım kalan çayda, çoktan bitmiş bir yol vardı.

En şiddetli heyelanların bile aynı düze getiremeyeceği tepeler için yolun anlamı, yeryüzüne dâir hiçbir şey ile ilgili değildir artık.

Beklemek, yazgıyı değiştirir mi? Sanmıyorum. İnsan bekler yine de. Ölümle gideni bile... Alışkanlık mı? Belki! Bunun "ne"liği üzerine düşünmedim hiç. Sadece izledim, koleksiyonumun son (şimdilik) ve belki de en ağır parçasında... Üç ay önce.

Nermin aradı bir sabah. Anneannemi hastaneye kaldırdık diye... Evden nasıl çıktığımı bilemedim. Taksi. Metrobüs. Gar. Ankara hızlı treni... Dolu. İki saat on dakika bekle. Trene biner binmez Nermin'i aradım. Kahvaltıda kalp krizi geçirdi, dedi. Yoğun bakımda. Krizi atlattı ama. Doktor, güzel haberler verdi. Yarın odaya alırız, dedi. Allah'tan ben buradaydım. Bizimkiler yolda, üç-dört saate burada olur onlar da. Biliyorum haber vermesem kızardın bana. Elbette kızardım. Benim de anneannem sayılır o; hem de nasıl kızardım. Bak sen şimdi telaş yapma. Her şey güzel olacak inşallah. Gelince konuşuruz uzun uzun.

Yol boyunca Gülbahar Teyze'yi düşündüm. Beni de torunundan ayırmadan, dört yıl boyunca annelik etmişti bize. Birinci sınıfta tanışmıştık Nermin'le. Bir daha da hiç kopmadık. Bilecik'ten gelmişti o. Hem anneannesi yalnız kalmasın hem de Nermin'in başında bir büyük olsun diye ailesi Ankara'yı yazdırmış. Üniversiteye yakın bir ev tutmuştu bizimkiler de. Ayda bir gelirlerdi İstanbul'dan. Onlar da Nermin'i ayrı tutmazlardı benden. Hafta içi bende, hafta sonları da Nermin'in anneannesinde kalırdık genelde. Kırk yıl sırtımda taşısam hakkını ödeyemem derler ya, bu da öyle bir şey... Az emeği yok bizde. Beyaz, tombul yanakları, gülen yüzüyle insanda hep bir sarılıp sevme, dizinin dibinden ayrılmama isteği uyandırırdı.

Her zaman çok temizdi. Çok az konuşurdu ama dudaklarının dâima kıpırdadığını görürdüm. Kendi kendine konuştuğunu sanıp endişelenmiştim ilk başta. Dua edermiş meğer. Başında her zaman, uçları dirseklerini biraz aşan, beyaz ve dikdörtgen bir tülbent olurdu. Onca zamanımız geçti birlikte, bizim bile yanımızda bir kere uzandığına tanık olmadım. Yaşlılarla ilgili ezberimi yıkan o kadar ilginç huyları vardı ki: Hasta olduğu zamanlar dâhil, biz Gülbahar Teyzeye bir bardak su veremedik ya! Verdirtmedi. Elim, ayağım yerinde güzel çocuğum; bunların da bir sadakası var; bırakın da böyle böyle vereyim, derdi. Aklıma, oturduğu yerden evin temeline nifak sokan gudubet nineler gelirdi. Yaratan'ım, her şeyi çeşit çeşit yaratıyordu işte. Velhâsıl, Gülbahar Teyze benim için "huzur"un öz yurduydu.

Yeniden gar... Dolmuş... Otobüs... Nihayet hastane... Vardığımda akşam olmak üzereydi. Nermin, girişte karşıladı beni. Gülümsemeye çalışıyordu. Sarıldık. Korkudan kaburgalarının altına saklanan bir çocuk, bu sarılmayla birlikte benim de karın boşluğumu titretmeye başladı. Geçecek. Ben de gülümsedim.

Nezihe Teyzeyle Salih Amca da çıktılar kapıya. İçeri girdik birlikte. Durumu iyiymiş. En geç sabah odaya çıkaracaklar, dedi Nezihe Teyze.

O gece orada kaldık. Birkaç saat aralıklarla Nermin'in Teyzeleri ve dayısı da geldi. Böyle zamanlarda ne konuşulursa onlar konuşuldu. Nermin, her yeni gelene tekrar tekrar anlatıyordu olay anını.

Koridorlar... Koltuklar... Çay... Kahve... Bahçe... Koridorlar... Koltuklar... Doktor... Dalıp birden sıçramalar... Kahve... Böyle böyle sabahı bulmuştuk. Bir saat sonra odaya alacağız dedi, doktor. Nasıl bir sevinç... Herkes uzaktan ve de hazırlıksız geldiği için Nezihe Teyze Nermin'le benim eve gidip hem Gülbahar Teyze için hem de kendileri için birkaç üst baş almamızı salık verdi. Ne olur ne olmaz diye onlar buradan ayrılmak istemiyordu.

Salih Amca arabada bekledi. Biz Nermin'le hızlıca eve çıktık. İlk çantadan sonra su içmek için mutfağa gittim. Nermin de geldi. Parmağıyla masayı işaret edip, burada oldu işte, kahvaltıya yeni oturmuştuk, dedi. Çok korktum biliyor musun? Ya ona bir şey olsaydı? Olmadı, şükür. Hadi çantaları bitirelim. Tamam, gerisini ben hallederim. Bak sen de yorgunsun otur, beş dakikaya hazır olur her şey. Peki. Nermin gittikten sonra masaya oturdum. Gülbahar Teyzenin her zaman oturduğu sandalyenin tam karşısına... Kahvaltılıklar öylece duruyordu. Gülbahar Teyzenin şeffaf, düz, cam fincanı ve fincandaki çayı da... Yarım... Öylece... Kapı ziliyle irkildim birden. Ben bakarım, diye seslenirken Nermin'e kapıya seğirttim. Salih Amca.

Nermin şeyde mi kızım, içerde? Elimle Gülbahar Teyzenin odasını işaret ettim. İçeri girerken o, Nermin geldi. N'oldu baba? Bi' şey olmadı kızım. Ne yaptınız diye... Yoruldum ben de... Gel... Sen de şöyle biraz... Salona yöneldi Nermin. Sen de gel kızım. "Anladım" diyen bir baş hareketiyle geri çekildim. Salih Amca da gözlerini yumup başını hafifçe salladıktan sonra Nermin'in arkasından gitti.

Mutfağa geçip Gülbahar Teyzenin tam karşısına oturdum. Nermin'in kaburgasının altındaki çocuktan bir tane de benim kaburgamın altında türemişti şimdi. Saç tellerime kadar titriyordum. Biliyorum, Nermin'in feryadı salondan taştığında, ben o çocuğun ta kendisi olup saklanacak yer arayacaktım.

Çıt yok.

Gülbahar Teyze, içsene çayını... İçmez. Sen ki çayının kalanı israf olmasın diye, Rabb'isinden, dünyaya bir daha gönderilmeyi dileyecek kadınsın; içsene Gülbahar Teyze!

Fincana uzandım. Öyle sanıyordum ki, o an tutsam kulpundan, buluşacaktı ellerimiz. Tut(a)madım. İki parmağımla kenarına dokunabildim yalnız. Elimi fincandan çekerken, onun gülerek "mal sahibine benzemezse haramdır, güzel çocuğum" deyişi, yıldırım gibi düştü aklıma. Çayın buz kesmiş Gülbahar Teyzem; annenin ak sütü gibi helâldir!

Çay... Titredi sandım. Değildi. Nermin... Öyle bir Nermin, öyle bir "baba ‘yalan' deee", öyle bir feryat... Saklanacak yer, yoktu dünyada.

O sabah, biz hastaneden ayrıldıktan sonra, ikinci bir kriz geçirmiş Gülbahar Teyze. Bu sefer kalbi dayanamamış. Kahvaltı masasında yarım kalan çayda mı? Diğerlerinde olmayan bir şey vardı: İki cihana karşılıklı bağlansa da bin atlı, iki yarımın bir araya gelme ihtimali bir daha olmayacaktı.

Koleksiyonumun parçalarını anlatmaya başlamadan önce yanınıza aldığınız tavşankanı çaylarınız efendim, yarım kalmasın. Ama kim bilir, belki de bütün bunlar, sizin şimdi yarım kalan çayınızın hikâyesidir.