Cedel

Askerim ben dedi taksici, Askerdim yani. Uzman çavuş. Ağır bir hikâye.
Askerim ben dedi taksici, Askerdim yani. Uzman çavuş. Ağır bir hikâye.

Şok halinde gülerek "Takip ediyorlarmış. Gerçekten takip ediyorlarmış!" diye sevindi. "Evet" dedi o da gülümsemeye çalışarak. Tam güzel bir konuşma yapmış ve işi tatlıya bağlamıştı ki adam haklı çıktı, iyi mi. Yine de sevindi elbette. Hayata bak sen. Biraz sonra cebinden küçük not defterini çıkarıp taksi plakasının karşısına zihnine gelen kelimeyi ekledi.

Allah diğerlerinin gülüşlerinden, yapıp etmelerinden ve onmalarından bize kelimeler bağışlar. Halkın karşısına geçip, kop dediğinde bunun bir anlamı vardır. Yiymenin, yayınmanın bir anlamı. Seni ne üşendürür? Ne sınar? Gün doğarken ne köyner durursun her sabah? Şeyler, bu bağışla giyinip donanır. Kişi kendini bir diğeriyle öğrenmeye başlar. Niçin? İnsanlar arasından bir insan ol kadir-i mutlak'tan kelimeler getirdiğini söyler. Şarap içmez, sütü tercih eder. Kuzular, salkım veren bağlardan önemli yer tutmaya başlar birden. Otlaklar ve sarp yerler bir meşruiyet zemini arar. Meşruiyet devleti dayatır böylece. Bu hangi devlettir? Ateşten ve demirden, gürzden ve kargıdan toprağa döner, ögüç erler eğitilir, alıcı kuşlar salınır, analar ve kız kardeşler baç diye bir kelimeyle tanışır. Yeşilin ve yünün, yürüyüşün ve gelip geçilen yerlerdeki suyun diyetini olmayana ergiden başka sana kim tahsil edebilir? Mantık bilmediğin için bağışlanan kelimelerinden bazıları boşa düşer.

Usûl-i fıkıh bunu onaylar. Devletliler için toy kurulur. Sense sabah ezanına değin uykusuz gözlerle beklersin suyun başını. Kuzular azaldığı için elma veren bahçelere dönenirsin. Dimmek böyle zamanlarda anlam kazanır. Dimmek, ayakta kalmak demektir. Halkın karşısına geçip, kop dediğindeki gibi bir anlamı yoktur ama. Bu çok daha yalnız, çok daha içte, sen ve ol kadir-i mutlak arasında bir kelimedir. Bu kelimeye tutunarak yeldirirsin. Rüzgâr sakin ve sanki senin için esmektedir. Mekteplerde şerhler ve tefsirler okutulmakta, korunaklı çatıların altında, isil isil yanan çerağın kokusunu Cenab-ı Hakk gerçekten sevmekte midir? Haset bize niçin gereksin? Kadir-i mutlak sana keder vermek istediğinde, senden ilk kelimelerini alır. Şeyler buğulanır. Delil iptal edilince medlûl de bâtıl olur. Yiymenin, yayınmanın olduğu gibi gönderin, gümrenmenin de bir anlamı vardır. İnsanların çoğunu her sabah bu anlam uyandırır. Bahçeleri, hasatları, yaklaşan güzü ve düğün okuntularını bırakarak sana söylenenleri yapmaya gidersin.

Bir yumuş oğlanına dönmüş, alıcı kuşlar tanınmaz olmuş, yeşilin ve yünün devri geçmiş, kız kardeşin payı üzerine akbabalar üşüşmüş. Bunların senin için bir anlamı var mı? Eğer varsa şerh etmeni temenni ediyorum. Gönderin, gümrenmenin tabii ki bir anlamı vardır. Üstelik bu soylu bir anlamdır. İnsanların çoğunu her sabah bu anlam uyandırır. Sense ezelden şifaya inanmakla meşhur olduğun için uyanma biçimini seçmekte hayli özverilisin. Sana ait ve baştan sona senin uyanışın olmalı bu. Buna öyle saygı duyuyorum ki! Sana başka neden yazdığımı sanıyorsun? Bir gülüşü, bir yapıp etmeyi, bir onmayı diğerlerinden üstün tutmuştur Allah. Ben bunu ancak senin kelimelerinle ifade edebilirim. Seni vaktiyle şaşırdığın şeylere çağırmak için yazıyorum. Şeyler hangi bağışla giyinip donanıyor? Şeylerin gerektirdiği saygıyı küçümseyen birini ustalıkla kepaze etmeden bunu nasıl telif edebilirsin? Seni basit bir dirintiden başka ne ayırt edebilir? Her şey nasıl alt üst oldu? Böyle işte. Bir düşün tersine çevrildiğinde ne olduğunu Marx ve Hegel'den biliyor olmalısın.

Âşık Paşa'nın başına gelense tamamen talihsiz bir ters yüz etmeydi. 1925 kışında doğu isyanını bastırmak için silahaltına çağrılan bir dedem vardı. Adı Hakkı. Bu ihtiyar, elma ağaçlarının arasında yürürken benle konuşur, iki lafın birinde kurban olduğum Allah derdi. Bizi de kurban olurum diye severdi. Çocuktum. Kendimi onun kelimeleriyle kavrıyordum. Bu kurban olma ahlâkının varlığa dönük iki yakası vardı. İlki, Yaradan'ı candan aziz bir sevgiyle sevmeyi gerektirir, onunla sevgi üzerinden bir bağ kurardı. Aynı kelimelerin yaratılana dönük yakasındaysa, çekinme ve korku, kendine sürekli bir çekidüzen verme ve telaş hâkimdi. Kurban olmak, bir tarafta ne kadar sevgi duymak ise diğer tarafta o denli bir yakarış ve aman dileme ifadesiydi. Ol kadir-i mutlak'a karşı gönül dolusu sevi, devlete karşı sonu gelmez bir özür. Bir varlığın zâtı ile gölgesine karşı tavırda bu denli çelişik rıza, bu kölemen durum, bu kök sorun. Bu her şeyi alaşağı eden, ışıkları söndüren ve imkânları daraltan bir şeydi.

Biliyorsun takvimlerini bu çelişki belirler, vergilerini bunun üzerinden ödersin, seninle bu çatı altında kaynaşır, okullara bu çelişkiyle dolar, bu çelişkiyle ders aralarında birbirimizi kollarız. Bunun böyle olması demek güzel olan her şeyin zamanla sınırı aşması ve sapkın bir hale gelmesi demektir. Bunlar bizim küçük ve büyük dünyalarımızı kuran nice sembollerdir. Semboller kelimelerin en özümsenmiş, en rafine temsilleriyse eğer, ki öyle, sana başından beri anlatmak istediğimi tren yolu geçmeyen şehirlerden birinde bir cumhuriyet bilinciyle anlattığımı varsayıyor; sana tüm bu şamatanın ortasında müdanasız, minnetsiz ve çok berrak bir şekilde yeniden yazmaya karar kılıyorum. Bu, çok kadim ve bize özgü bir başlangıç biçimidir. Bunların senin için hâlâ bir anlamı olduğunu umuyorum. Çünkü benim için var ve buna öyle saygı duyuyorum ki!

***

Yeni kitabı yaklaşık olarak böyle bir girişle başlıyordu. İki yıllık bir takvim belirlemiş, birkaç seyahat yapmış, okuma listeleri çıkarmış ve büyük kısmını doğduğu şehirde yazmayı planlamıştı. Kızından bir telefon aldı o sıra. Aracı sağa çekip açtı. Bir doğrunun kaç noktadan oluşacağı hakkında bir soru soruyordu. "Bak," dedi, "Bu çok önemli bir konu." Hemen torpido gözünden kalem kâğıt çıkararak görüntülü aradı ve konuyu anlattı. "Nasıl," dedi, "Kafana oturdu mu? Bundan sonra neyin doğru olup olmadığını sana sorarım, haberin olsun" "Baba" dedi küçük kız gülerek, "Çok ilginç bir insansın. Beni bile güldürebiliyorsun." Güldüler. Ben seni sadece ce-e diyerek bile güldürebiliyordum bir zamanlar küçük hanım demedi. Kapattılar. Kızının gülüşü İstanbul trafiğinde çok iyi gelmişti. İki saat sonra önemli bir iş toplantısına girecekti. Bir kelime geçti zihninden: Gönenmek. Tam kontağı çevirmiş çıkacakken önündeki aracın plakası dikkatini çekti. Ticari bir taksiydi bu. Durup torpidoya koyduğu defteri geri çıkararak küçük notlar bölümünü açtı.

Birkaç sayfa çevirdi. İşte burada. Salgın sırasında yaşanan küçük bir kaza sonrası araçtaki kızını görüp aralarındaki tartışmayı sonlandırarak polisin keseceği muhtemel para cezasından onu kurtaran taksiydi bu. Üç bin lira gibi bir paraydı ceza ve elinin sıkışık olduğu günlerdi doğrusu. Bu tür iyilikleri bir kenara not eder ve vaktinin gelmesini beklerdi. Her zaman denk düşmezdi. "İşte karşıma çıktın asabi ama vicdanlı adam" diye geçirerek indi araçtan. Toplantı için henüz zamanı vardı. Eğer aracın şoförü aynı kişiyse bir teşekkür edecek, değilse bunu ona iletmesini rica edecekti. Sahildeki korumalıklara dayanmış, denize bakarken buldu adamı. Aylar geçmesine rağmen tanıdı. O günlere ait her ayrıntıyı kar gibi net bir beyazlıkla anımsıyordu. Berrak ama yıpratıcı bir soğukluk. Selam vermek için yaklaşırken adam aniden arkasını döndü ve sıçrayıverdi. Korkuttu adamı. İyi bir teşekkür girişimi.

"Kusura bakmayın" dedi, "Taksi sizin mi diye soracaktım." Adam tersleyen bir sesle, "Çalışmıyorum kardeşim görmüyor musun" dedi, "Git başka taksi bul!" Asabiyetinden bir şey kaybetmemiş. Bunu demek yerine denize doğru dönerek, "Taksi için sormadım" dedi, "Aylar önce bana bir iyilik yapmıştınız. Selam vermek istedim." Taksici şaşırmıştı şimdi. Alıksamak diye bir kelime geldi zihnine. Adamın elinde yarılanmış bir simit olduğunu da bu kelimeyle birlikte fark etti. Kötü bir gününde sanırım, diye düşündü. Kim bilir ne derdi var? Belki de kuru bir teşekkürden fazlasını yapmalıydı. Üç bin liradan kurtardı seni sonuçta. Bugün çıkarıp bir çırpıda verebilirdi ama o gün? O gün ne parasızlıktı o öyle. "Eğer işe çıkmayacaksanız birlikte bir yemek yiyebilir miyiz?" diye sordu sanki çok uzun zamandır tanışıyorlarmış ve bu gayet olağan bir soruymuş gibi. Zihne gelen kelime: toylamak. Yoksulu doyur, çıplağı giydir. Allah dal dal etsin dağıtsın seni. Taksici de ilginç bir şekilde normal karşıladı bu teklifi.

"İyi madem" dedi, "Nereye gideceğiz ama?" "Şurada iyi bir kebapçı biliyorum" diye yanıtladı kendinden emin etrafına bakınırken. Kebapçı filan bildiği yoktu. Bu semte toplantı için gelmişti sadece. Telefondaki uygulama sayesinde eliyle koymuş gibi iyi bir mekân buldu yine de. Siparişleri verdiler. Sohbet açma konusunda genel olarak iyi sayılırdı. Fakat bu yeteneği taksici karşısında pek de işe yaramadı. İşlerden konuşmak istemeyen bir erkek vardı karşısında. Aklına alternatif olarak Âşık Paşa, kalvinistler ve İstanbul Anlaşması gibi birbiriyle uyuşmayan konu başlıkları geldi. Bu teşekkür yemeğinin pek de iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başlamıştı ki kızı aradı o sırada. İzlediği yeni bir çizgi filmdeki karakter hakkında güle katıla bir şeyler söyledi. Kapattığında taksici başı önünde, "Kızın mı var?" diye sordu. Sohbet konusu kendiliğinden açılmıştı galiba. "Evet," dedi gülümseyerek, "Beni hatırlamadınız değil mi? Salgının ilk aylarında sizinle küçük bir tatsızlık yaşamıştık trafikte." Adam şöyle bir durdu, süzdü ve "Haa," dedi, "sen o arkadaşsın. Kızın vardı arabada."

Sonra güldü. "Yav" dedi, "Baktım polisler geliyor, bunlar şimdi buna geçirir cezayı dedim." Sonra durdu. Dalar gibi oldu. "Benim de bir kızım var" diye mırıldandı ardından. "Yarın doğum günü." Adamın yüzündeki mutsuz ifadenin sebebini bilmediğinden "ne güzel" dedi bir şey söylemiş olmak için. Taksici ise dimdik bakıyordu. Gözlerindeki nemi durdurmaya çalışıyor gibiydi. "1 yıldır ayrıyız annesiyle" diye devam etti. "Hımm" diye karşılık verdi, mesele açıklık kazanmıştı şimdi. "Ben de ayrıldım, bilirim bu konuları." "Öyle mi," dedi üzüldüm der gibi bir tonla. Yemekler geldi. O baharatlara uzanırken taksicinin iştahı büsbütün kaçmıştı. Kâğıda sardığı simidi çıkarıp bir ısırık aldı. Konuğunun durumunu fark edince saatine baktı ve toplantıya bir saat var, biraz hızlı gidersem sorun olmaz diyerek bu yemeği uzatmaya karar verdi. Çatalı bıçağı bırakıp, "Neden ayrıldınız, sorun neydi?" diye sordu. İçinden de inşallah çok ağır bir hikâye çıkmaz diye diledi.

"Askerim ben" dedi taksici, "Askerdim yani. Uzman çavuş." Ağır bir hikâye. "Ne oldu, bıraktın herhalde?" "Esir düştük. Bir çatışmadan sonra." Kaşlarını kaldırdı. "Ben değil de bizim arkadaşlar. O çatışma bende kayışları kopardı." Başını salladı anlıyorum manasında. Zihnine bir kelime geldi: Sögülmek. "Malulen emekli ettiler. Bi türlü düzen tutmadım sonra. Kabuslar, sesler filan derken. Rapor verdiler bana." Biraz duraksadı. "Hep bi takip edilme hissi. Bi türlü aşamadım. Evi de zindan ettim. En son kadına dedim, bu böyle olmayacak. Düzelemiyorum ben. Size zarar vereceğime bırakıp gideyim." Bir şey diyemedi. Ne diyebilirsin ki? "Çok seviyordum aslında. Kızım doğunca var ya. Dünyalar benim olduydu." Derin bir iç çekti. "Resmî olarak bitti mi, yani bir geri dönme imkânı filan varsa..." Söylenecek en iyi şey buymuş gibi geldi. "Sağol, Allah razı olsun ama yok" dedi. "İçmediğim hap kalmadı. Baksana göbeğe. Ama yok. Şimdi bile. Hep arkamdan biri gözlüyor gibi hissediyorum. Bir gün çekip vurucam birini diye korkuyorum."

Toplantıya kırk beş dakika var. Ölmez sağ kalırsak tabii. "Allah korusun" dedi, "Öyle düşünme. Sonuçta bu ülke için hizmet etti..." "En çok da o koyuyor biliyon mu" diye kesti sözünü. "Onca şey geldi başımıza. Neyse yav" dedi sonra. "Koyayım komutanlara." "Sonuçta ben bu ülke için savaştım" dedi, "Ne yaptım biliyon mu?" dedi birden gülümseyerek. "Arkadaşlar esir düştü. Komutan çekiliyoz emri verdi. Çekilmedim. Çocuklar tepenin ağzında daha. Görüyorum. Düştüm peşlerine. Yedisini indirdim. Ama nasıl sıkıyorum. Allah'tan içime bir şey geldi. Böyle bir güven gibi. Hani efendimizin göğsünü melekler yarmış ya. Onun gibi inancın olsun. Sana burada ölmek yok vur oğlum dedim." O anda takılıp kalmıştı adam. Yaşıyor gibi anlatıyordu. "Ne yaptın peki, kurtardın mı arkadaşları?" Başını salladı usulca. Gelen kelime: yep yep. "İkisini aldım ellerinden, ama şimdi arayıp sormaz ikisi de. Düşmüşü kim arayıp sorsun ki?" Yemekler bitmiş, garson toplamak için masaya yaklaşmıştı bu sırada. Taksici birden ayaklanıp "Laan!" diyerek itti adamı.

Sonra duraksayıp, "Pardon kardeşim" dedi, "Çok pardon, bir şey var mı?" "Haa" dedi yazar içinden, demek sorun böyle bir şey. Ama keyfi de kaçmamış değildi. "Abi otur hele otur" dedi sıkkın bir ifadeyle adama. Adam mahcup bir şekilde kendini açıklamaya çalışırken "Bak hocam" diyerek böldü. "Kimsenin seni takip ettiği filan yok. Bunu çıkar aklından. Senin ne yaşadığını anlamam mümkün değil, biliyorum. Ama seni kim niye takip etsin? Bak bir kızım var diyorsun. Yarın doğum günüymüş. Odaklanman gereken bu. Gölgeler, sesler filan değil. Bunları çıkart aklından." Büyük bir suç işlemiş gibi dinliyordu karşısında. Hiçbir şey demeden. Biraz sonra, "Sen nasıl aştın?" diye sordu biraz da konuyu değiştirmek için. "Kızından ayrı kalma işini yani. Bu da beni bitiriyor. Gece olunca bir afakandır basıyor biliyor musun? Yattı mı, uyudu mu, ne yedi ne içti?" "Evet," dedi, "Kolay değil tabii."

Sonra laf olsun diye değil gerçekten düşündü bunun üzerine. Yeni kitabını doğduğu şehirde, doğduğu evde yazmak istediği günlerdi. Elma bahçesi, kavak ağaçları, ikindi serinliği. Doğduğu ev yıllar önce satılmıştı fakat paranın bu sorunu çözebileceğini düşünüyordu. Olmadı. Satın alan kişi evi yıllardır bir tür hurdalık olarak kullandığı için hiçbir bakım yaptırmamıştı. Alsa bile içine girmesi üç dört ayı bulacaktı. Yine de şehre gitmişken çocukluğunda anne babasıyla, dedesiyle zaman geçirdiği bazı yerleri gezdi. Zamanın akıp giderken pek çok şeyi silip süpürdüğünü fakat kök salmış olana büsbütün dokunamadığını gördü. Bazı bilginler tortu diye tanımlıyordu bunu. Ona göre tortu değil, kendi içinde son derece mantığı olan belki cedelin altında izah edilebilecek bir şeydi bu. Zaman neye kıyar, neye dokunamaz? Bunu kendine göstermelisin. Paslanmış çeşmeler, yolu yitmiş mektepler, çatısı çökmüş ağıllar, sayfaları sönmüş yazmalar, ok ile yana çıkmış beyitler, derkenarlar.

Zaman hepsine kıyabilir. Diğer taraftan bir gülüşe dokunamaz, bir yapıp etmeye, bir onuşa dokunamaz. Tanığı olan ve vaktiyle gönlü ışıtmış yaşanmışlığa güç yetiremez. Bu tanık bir çocuk olsa bile. Peygamberi kimse görmese, yalnız çocuk yaştaki Ali veya Enes görse ve aynı süre zarfını onlarla geçirseydi, kuşkusuz nübüvveti ve tebliği daha az tesirli olacak değildi. Kadim destanlarda bütünüyle katledilen halktan geriye kalan ve günü geldiğinde kısas için ortaya çıkan tek bir çocuğun anlamı şimdi daha açık bir hale gelmiş olmalı? Kızından ayrı bir baba olarak yola nasıl devam edeceği konusu vardı o ziyaret günlerinde aklında. Dedesi de gençliğinde ilk kızıyla böyle bir talih yaşamıştı. Ayşe Halası. O aksakallı ihtiyarın bunu bir şekilde çözmüş olacağını düşündü. Onlar büyük konuların hallini değil belki ama kendi meselelerini çözecek kadar işi biliyorlardı. Onun kelimelerini hatırlamaya çalıştı.

Bekitmenin, kopmanın, çağlayıgelmenin suyun gelişini beklerken ark başında ne anlama geldiğini anımsadı. Soluya soluya koştuğu günleri. "Çevir" diye ünlüyordu ihtiyar. Bir dal parçası alıp neredeyse kaybolmuş suyolunu takip etti. Kurumuş, çatlamış toprak. Sonra hurdalığa evrilmiş eve döndü, eşiği öptü. Gözleri doldu. Paltosunu çıkarıp kapının önüne serdi ve kıble ne taraftı diye düşündü. Nasıl duruyorduk? Telefonundan uygulamayı açıp bakacakken geri koydu. Köşedeki kerpiçten bozma minareye baktı. Güne baktı. Taksici devam etmesini bekliyordu. "Kolay değil tabii. İlk başlarda zorlanmak doğal. Kim böyle olmasını ister? Ama dünya burası. Burada böyle şeyler olur. Buna benzer şeyler. Başımıza bir şeyler geleceğini biliyorduk değil mi? Çocukken, daha toyken. Geliyor işte. Mühim olan bununla nasıl başa çıkıyorsun? Bir kız babasısın sen. Büyütme bu kadar. Daha keyifli olman lazım." "Tabii" dedi, "Doğru söylüyorsun. Belki hanımla tekrar konuşurum. Takip filan yok derim. Koymuşum takibine." "Senin bileceğin iş." "Yarın doğum günü. Ne almalıyım sence?"

Artık rayına girmişti. Ne söylesen hedefi bulur. "Gidip sarılsan bile yeter." "Eyvallah" dedi başını sallayarak "Eyvallah. Aynı o günkü gibi bir güven geldi yemin ediyorum şurama. Göğsüm ferahladı." Tebessüm etti. Toplantıya on dakika vardı. Şimdi kalksa telafi edilebilir bir gecikmeyle yetişebilirdi. O esnada bir şey sezdi. Mekânın önündeki dubalardan biri devrilmişti. Ama bir dubanın devrilmesinden daha fazla bir şeydi bu. İçeri iki kişi girdi ve biri silahını çekip taksiciye doğrultarak bir bağırtıyla halka karşı işlenen suçların affı olmayacağını ilân etmeye durdu. Muhtemelen söyleyeceği bir cümleydi, sonrasında ensesinden sıkıp gideceklerdi. Ama beklemedikleri bir şey oldu ve adam aniden kalkıp silahı yakaladı. Tavana doğru salınan iki el silah sesi. Herkes olayın ayırdına vardı ve çığlıklarla masaların altına kaçıştılar. Devrilen bir masa ve düşen tabak seslerini yere kapaklanan örgüt elemanının iniltisi izledi. Sonra diğerine davrandı uzman taksici. O topukladı.

Bir dakikadan az bir sürede olup bitmişti her şey. Diğeri hâlâ yerde yatıyor ve kafasının bir yanını tutarak tehditler savuruyordu. Taksici birkaç yıldır örgütün intikam listesinde olduğunu öğrenmiş oldu böylece. Yerdekinin göğsüne oturup kesmesini söyledi. Sonra yazar arkadaşına baktı. Şok halinde gülerek "Takip ediyorlarmış. Gerçekten takip ediyorlarmış!" diye sevindi. "Evet" dedi o da gülümsemeye çalışarak. Tam güzel bir konuşma yapmış ve işi tatlıya bağlamıştı ki adam haklı çıktı, iyi mi. Yine de sevindi elbette. Hayata bak sen. Biraz sonra cebinden küçük not defterini çıkarıp taksi plakasının karşısına zihnine gelen kelimeyi ekledi.