Çevirmenlik benim için sonu olmayan bir yol

Ece Dillioğlu
Ece Dillioğlu

Çevirmenlik ve çeviri benim için sonu olmayan bir yol. Bu yolculukta nelerle karşılaşırım, nerelere giderim gelecekteki çevirdiğim kitaplar göstersin. Arnavutça eserleri Türkçeye kazandırabilmek adına çıktığım bu yolda neredeyse umutlarım tükenmek üzereyken bizleri açık yüreklilikle söyleyebilirim ki bağrına basan "Ketebe" ailesine sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim.

Bu sıralar üzerinde çalıştığınız, yeni bitirdiğiniz, yeni başladığınız metin ve yazarlardan bahseder misiniz? Her çeviri yeni bir deneyimdir, her yeni günün olduğu gibi. Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi bir bilgi var mı?

Çeviri benim için bir hayalin başlangıcıydı. Daha açık ifade etmek gerekirse doğmadığın ama yaşayıp büyüdüğün bir ülkede ana dilini unutmamak, onu kullanabilmek arzusu diyelim. Henüz 6 yaşında vatanını terk etmek zorunda kalan bir çocuğun tutkusu. Bu yaşına kadar kaç sözcük öğrenebilirsin ya da Türkiye gibi büyük bir kültür ülkesinde çocuk dilini ne kadar muhafaza edebilirsin? Okulda, sokakta, pazarda ve her yerde. Ya bu okyanusta yüzmesini öğrenecektim ya da denizden korkan bir çocuk gibi kumda oynayacaktım. Bu yüzden kendimi korkulara karşı koymaya adadım. Türkçeyi öğrenmek ile öğrenememek arasında ana dilini unutmak veya onu unutulmaya mahkûm etmek kaygısını yenmenin yolunu bulmalıydım. Sonunda bir cesaret ile o okyanusa daldım, dalgalara karşı yüzmeye başladım, kalbimin heyecanlı atışları son bulmaya başladıkça sakinlik kendini gösterdi.

Dönüp arkama baktığımda yalnızca evimde konuşarak geliştirdiğim ve unutmadığım ana dilim ile onun ne bir adım gerisinde ne de ilerisinde duran ikinci ana dilim Türkçe vardı. Senelerce hep olmasını beklediğim bir şey nihayet gerçekleştiğinde yaşadığım heyecan ve mutluluk tarif edilemez. Tabii o mutluluk duygusu ile içim kaplıyken çeviri işinin aslında ne kadar zahmetli ve zor bir süreç olduğunu bilmiyordum. Elimde kullanmasını çok iyi bildiğim iki silahım vardı sadece. Biri Arnavutça diğeri de Türkçeydi. Yıllarca okudum. Bazen bir romanı sabahtan akşama bazen akşamdan sabaha. Dayanılmaz bir okuma hastalığına tutulmuş iken Arnavut edebiyatının seçkin eserlerinin Türkçe çevirileriyle karşılaştım. Kendi edebiyatını başka bir ülkede başka bir dilde okumak çok ilginç gelmişti bana. O kadar çok hoşuma gitmişti ki ebeveynlerimin, abimin, ablamın okullarda okudukları ve konusu geçtiğinde birbirleriyle sohbet konusu haline getirdikleri ancak benim yaşımdan dolayı çok yabancı kaldığım bu hazineye özellikle de Türkçe literatürde ulaşabilmiş olmanın tarifi mümkün değildi.

Gerçekten de okurken sanki hayallerimde kalan ana vatanım kokuyordu. Denize dik uzanan yüksek dağlar, dinmeyen yağmurlu günler. Ancak bir eksik vardı sanki. İzler biraz silikleşiyordu. Arnavutçasını okumam ve kaynağında görmem lazımdı derken çok önemli bir detayı o anda fark etmiş oldum. Bu eserlerin hemen hemen hepsi ara dilden çevrilmişti. Benim bu filmde rolüm daha başlamamıştı fakat ben kafamda bu işi şekillendirmeye ve bitirmeye başlamıştım bile. İlk göz ağrım olan çeviri kitabım Arnavut asıllı Kuzey Makedonyalı yazar Kim Mehmeti'nin Üsküp Dilencileri adlı eseriydi. İlk kitap için dili daha sade bir eser seçmiş olmayı dilerdim tabi ama benim şansıma bölümlerinde paragrafları dahi olmayan, bir cümlesi virgüllerle ayrılıp, dolu dolu bir sayfa kadar uzun süren bir kitap denk geldi. Gözlerimin ayırt etmekte zorlandığı cümleler arasında boğulmamak için savaş verirken yazara neden bu şekilde kitap yazdığını sordum.

Aldığım cevap "hayatın da paragrafları yoktur" şeklinde oldu. Yorumuna kalemine hayran olduğum yazarın bu cevabından sonra kara kara tekrar kitaba geri gömüldüm. Üçüncü çeviri kitabım da Kim Mehmeti'nin "Kuyu" adlı romanıydı. Beni hiç şaşırtmayan yazarın kitabının gene nadir karşılaşılan paragraf detayı ve neredeyse iki virgül kullanarak bir buçuk sayfa boyutunda kurduğu tek cümleler olmuştu. Her yiğidin yoğurt yemesi farklıdır derler ya hani benimki de o hesap, çeviri yaparken cümleleri ayırmayı, bölmeyi, eklemeyi çıkarmayı hiç sevmem. İsterim ki orijinal eserde nasıl ifade edilmişse ben de aynısını yapabileyim. Yani aslında zor olanın peşine giderim. İlk kitabın verdiği mutlulukla hemen ardından gelen "ben bu kitabı nasıl çevireceğim" düşüncesi arasında çok uzun bir süre olmadı. Ama ben hep ikiz dilli olmama güvendim ve yapabileceğime inandım.

Nihayet kendime olan inancım beni yanıltmadı ve ilk çeviri kitabıma aldığım yorumlar benim bu işi devam ettirmeme vesile oldu. Devamında ilk çeviri kitabımın aksine dili çok sade olan ve çevirirken kahkahalara boğulduğum ikinci kitabım Dritëro Agolli'nin "Yoldaş Zylo'nun Yükselişi ve Düşüşü" adlı eseri çevirdim. Yazarların satırları arasında maceradan maceraya koşarken bu işi ne kadar sevdiğimi fark ettim. Bu sevgi günlerce, gecelerle sandalye tepesinde oturmaktan, bel ağrılarından, kasılan parmaklardan daha ağır bastı. Bu sebeple gizliden gizliye hep gönlümde yatan hedefimin peşinden koşmaya başladım. Amacım Arnavutluk'un Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen yazarı İsmail Kadare'yi çevirmekti. Bu arzumu tetikleyen şey de yazarın Türkçeye çevrilen kitaplarının hepsinin ara dilden (arnavutçadan fransızcaya, fransızcadan türkçeye vb.) çevrilmiş olmasıydı.

Bu alanda yaptığım yüksek lisans çalışmam da bu arzumu daha da pekiştirdi diyebilirim. Ne mutlu bana ki yazarın eserlerinden Ölü Ordunun Generali, Taş Kentin Kroniği adlı (basım aşamasında olan iki kitap daha mevcut) kitaplarını çevirme şansına sahip oldum. Eğer yapabilirsem istiyorum ki yazarın tüm kitaplarını Türkçe literatüre kazandırabileyim. Böylece Arnavut edebiyatına da bir şekilde katkı sağlayabileceğimi düşünüyorum. Toparlamam gerekirse çevirmenlik ve çeviri benim için sonu olmayan bir yol. Bu yolculukta nelerle karşılaşırım, nerelere giderim gelecekteki çevirdiğim kitaplar göstersin.

Tüm bu macerada başından itibaren bana desteğini hiç esirgemeyen, benimle saatlerce oturan, yorulan, fikir alışverişi yapıp bana yardımcı olan eşim olmasaydı bu serüvene başlayabilir miydim bilmiyorum. Bu yüzden fırsatını yakalamışken en büyük teşekkürümü eşime yapmak istiyorum. Ardından çok istemem rağmen Arnavutça eserleri Türkçeye kazandırabilmek adına çıktığım bu yolda neredeyse umutlarım tükenmek üzereyken bizleri açık yüreklilikle söyleyebilirim ki bağrına basan "Ketebe" ailesine sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim.