Çıra ateşi

Ateşin içine bir çıra daha uzattı çünkü parmaklarındaki heves tutuştu.
Ateşin içine bir çıra daha uzattı çünkü parmaklarındaki heves tutuştu.

Taşlardan bir çember oluşturup biraz da çalı ve çırpıylan, pek olağan bir manzara. Gün, aksi gibi bilgece ağarıp taşların kapsadığı çalı ve çırpı tutuşmaya. Geldi gözlerinin irisiyle yanıma. Artık başarsak mı? Çırpılar arasından biraz çıraydı çıkardı. Ellerindeki hürmetin kesin bir karşılığı vardı bana kalırsa, ateşi yaktı. Oturduğumda ayaklarımdaki karınca.

Dağa varmazdan evvelki sapakta, iğne dikenli çalılarla çevrili yılankavi bir patikada mesela. Güneş, tanrım, turuncu bir madalyon gibi göğün yakasında salınıp. Adam. Bana nemden ve terden bir koşu uzak, suspus; fakat öyle mi sarsılmış bir dalgınlığıyla baktı ki. Ağzımın arkasında tutuk bir kahkaha. Az sonra nerede duracağımın merakı için baktığım ötede, az önce farkına varamadığım ışıl gölge. Gel, dedi. Burası dağ işte. Yani en tepe. Su çıkardı bakraçtan. O suyun kemik dudaklarla öyle bir dansı. Cılız tıs sesi çözüldü eteklerindeki hayvan. Ensesini mi yıkadı. Çözdü boyunbağını katlamadı. Bir yılan. Dedi uzak seraplar boyunca sanki ırmak. Bağışladı kollarını. Bakraçtaki su sessizce ılık. Adı adeta varıp gidememiş bir ulema. Bakınca önümüzdeki cennette yemyeşilin her bir tonu koyu orman.

Az adım daha kaldı dağa.

Ama çatalca, sarp ve dikine yukarı. Tepedeki hava külliyen kapalı, birazdan belki çıvgın.

Başı savruk hizalı otlar, rüzgârın tekinsiz arzusuna razı. İzle, dedi ardımda. Bak iskarpinlerin topuğundan fırlayan çakıl. Ah! Bizi bir yağmur! Çünkü bu yağmur çok avuçlarımdan derlediğim eski bir tehlike. Dağ. Sanki sağ yanı bıçak sırtı bir hüzün uçurum. Üstelik hiç kargasız; çok vakur, ters bir ayna gibi. Umarsız mı umarsız.

Derisiz boynunun az arkasından şöyle baktı. Bir sineğin utanç kanatları. Kin yeşiline çalan gök gözlü bakışları da vardı. Ahh! dediğini sanmamla ben tut geriye doğru savrulmam arasında bir nokta. Esirgeyen, bağışlayan, koruyan şu rivayet doğa.

Ellerimi, ceplerimin içindeki iri cevizlere. Bir kırt sesi. Bir daha. Fil mezarı boyunca bir ağrı, gözkapağımda. Güneşin tekinsiz ışıkları kırmızı hâleler olup bakış açıma nazlıca sız. Ama yol sapa. Bunu tüm kaybedenler iyi bilirler. Çaresizce söylenmez.

Yerden alacağı bir dal için eğileceği anda düşüneceği küçük kıyametler. Lakin dağ, kafasının içinde meczup bir düşünce biçiminde.

Arkamızdaki mesafe neresinden baksam temiz bir fersah. Az önce nerede durduğumuzun merakı için baktığım geride, az önce de farkına vardığım o alev gölge.

Tunçtan bir yontu gibi Adam önümde müthiş belirmekte. Sandım ki bir büyü gibi davranıyor, bir mesel anlatacak. Çoğul konuşup. Giriş gelişme. Âyin; az kurban, çok haz, bilumum mum ve Vudu.

Bir gömüttü belki dağdaki zirvede bir hazin hazine. Adamın gözleri susku boyunca hiç devrilmedi.

Baba.

İsyanı ziyan bir coğrafyadan sürgün. Birazdan hazır olacağız birazdan başlayacak davet.

Yukarı dikleştikçe havanın boz bulanıp belki bir çıvgına dönüşeceğini aşağıda muştulamış olmanın şımarıklığı yoktur gözlerimde. Janti bir damla indi dağdan doğru. Adamın hiç yorulmaması. Kollarıyla, elindeki biteviye dalla, topuğundaki hallaçla yani tüm iskarpinleri ve uzuvlarıyla sonsuz yürüdü. Buna tam harfleriyle hissikablelvuku denilebilinilinir.

Cangıl, tüm göz yakıcı bir sprey çerçeve nihayetinde gibi içimi eşeliyor ve sanrı.

Atmaca, Çinekop, Öglena, Anka, Sincap, Bufalo... Hamsi ve kurbağa. Topal ejderha? Yerleşik bir bahçe düşü içinde ilerledikçe kendime tanıdığım zaman ve anlam daralmakta. Baktım bir patika daha. Şimdi bana doğru, yani dağdan yana döndüğü anda Adam; gördüklerimi ezber edecek bir fırsat şu eşsiz natürmort: Etten fındık bir burnu, gerçekti ağzı, sanki kır sakalları ve ince işlenmiş bir yüreği. Vardı. Bu sondu patika, dedi. Şimdi dağa.

Ardımda kalarak beklediği kırsalda, birkaç yağmurlu leke. Az önce nerede duracağımın merakı için baktığım ötede, az önce farkına varamadığım boş gölge.

Sende, dedi sıra. Hadi başla. Azılı bir ustura gibi konuşlandı peşimdeki hendeğe.

Bu kesinlikle çıvgın olsa da yol boyu sessizliği yüce erdem bilerek yürüyecektim. Ürkünç. Hislerim kendiliğinden vuku. Artık ardımda göz delikleri, söz sağırları, dokunuş yıpraklığı var. Bu bir mesele bence.

Güneş kapan. Dikleş yol. Yağ. Uza öğüt. Sır. Neresinden başla?

Bu bana daha önce de oldu.

Kendini bir Çiğ olarak tanıtan hayat, Dem olarak saklatan ölümle bir araya. Ama şimdi ayaklarımdaki derman daha da. Bu bana sunulmuş bir saçma. Anlıyor muydum ayaklarım kar gibi yukarı uçtuğunda. Şimdi nemden gözlerim, iki harika meyvesi sırlı ağacın. Yürüyoruz dağın patlayacağı.

Durduk.

Bir küme bulut. Arş, soğuk ve pus. Büyücek birkaç taş. Şimdi yanyana bulunmak suretiyle en yukarıdayız.

Taşlardan bir çember oluşturup biraz da çalı ve çırpıylan, pek olağan bir manzara. Gün, aksi gibi bilgece ağarıp taşların kapsadığı çalı ve çırpı tutuşmaya. Geldi gözlerinin irisiyle yanıma. Artık başarsak mı? Çırpılar arasından biraz çıraydı çıkardı.

Ellerindeki hürmetin kesin bir karşılığı vardı bana kalırsa, ateşi yaktı. Oturduğumda ayaklarımdaki karınca.

Nedir ki, dedi. Bunca?

İştahlı kıvılcımlar sıçrarken; bir iki salyangoz, adı ibretle tasarlı solu can ve birkaç yarasa. Hepimiz oturduğumuzda.

Hiçtir, dedi. Olsa olsa.

Ateşin içine bir çıra daha uzattı çünkü parmaklarındaki heves tutuştu. Kayıp bir Ka sesi olarak geldin, dedi buraya. Ben de değilim bir usta.

Aşkla tutuşurken çıra, K harfiyimdir elbet, dedim, bundan sonra.

Gürül yağmur. Anlamlar kımılda. Çıvgın hayâldi. Ay titre. Biz uzun birer gölge olarak kalıp. Har.

Bir dal parçasını almak için eğildiğim anda aklıma doluşan huzurdan oda.

  • Mefisto’da Fil, Ot, Kafa, Uykusuz gibi dergiler edebiyat dergilerinin yerini almış... İnsanlar hararetlen karıştırıyor. Mefisto’da edebiyat dergileri her yıl biraz daha geriye doğru gidiyor. Yakında arka bahçedeki barakaya koyulur dergi standı... (Şimdi bunu yazdım diye de Post Öykü’leri iade etmezsiniz değil mi Mefisto çalışanları; geçen yıl twitter’da “yüzde elli iskonto mu olur la?” dedim diye kitaplarımı satmama kararı alıp Dedalus’a iade etmiştiniz ya!) (AE)