Çocukluk, içimizde hiç kapanmayan bir kapı

Esra Özdemir Demirci
Esra Özdemir Demirci

Çocukluk, içimizde hiç kapanmayan bir kapı. Olgun insanın belki bile isteye belki farkında olmadan o kapıyı açık bırakması, oraya dönmeye mutlaka ihtiyaç duyacağının işareti. O yarı açık kapıdan içeri girmeyi isteyen karakterler çiziyorum çoğunlukla. Sadece orada huzur bulan, bulacak olan insanlar.

"Köşe", "İğne", "Korku", "Set", "Ev", "Leke", "Duvar", "Rüya"... Öykü isimleriniz tek kelimeden oluşuyor genellikle. Bu sıklıkla karşılaştığımız bir durum değil, kasten yapılmış gibi duruyor. Öyle mi?

Bu tamamen tercih meselesi aslında. Metnin sizi yönlendirmesi ile de ilişkili bir durum. Tek kelime yeterliyse uzatmaya gerek olmadığı düşüncesi. Her öykü için geçerli değil elbette ama çoğunu karşıladığını düşündüğümden başlık verirken bu şekilde ilerledim.

"Köşe" başlıklı bir öykünüz var. Hem başlık hem de içinde geçen bazı kavramlar, örneğin "ayna", bizi yakın zamanda vefat eden büyük Türk şairi Sezai Karakoç'un "Köşe"sine götürüyor. "Ayna hâtıra gözler ve sevmek" diyor şair de. Bunun yanında sık sık epigraflarda mısralar kullandığınızı görüyoruz. Ece Ayhan'dan Devrim Horlu'ya, Birhan Keskin'den Özgür Ballı'ya, Nuri Pakdil'den Hüseyin Atlansoy'a... Bir öykücü olarak şiirle olan bağınız üzerine konuşabiliriz belki.

Sezai Karakoç şiiri benim için hep özel bir yerdedir ancak bu öykü ile herhangi bir bağlantısı yok. Ayna imgesine öykülerimde sıkça yer veriyorum. Belki böyle bir denk geliş söz konusu. Genel olarak şiirle aram iyi. Sevdiğim şairlerin kitapları hep başucumdadır. Öykü yazarken de benimle birlikteler. Şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle örtüşen imgelere rastlıyorum bazen. Öykü ve şiirin imkânlarını birlikte sunmayı, uyumsuzmuş gibi görünen bu iki türü bir araya getirmeyi seviyorum. Yan yana kullanıldıkları zaman birbirlerini tamamlayan ve okurun kavrayış alanını genişleten bir özelliğe sahip olduklarını düşündüğüm için de aşırıya kaçmamak şartıyla öykümde şiirsel anlatıma yer veriyorum.

Kitapta çok fazla ayna imgesi var. Karakterler aynada kendi yansımalarını görmekten tedirgin oluyor örneğin. Bunun bir alt metni var mı?

Öykülerimde, yansımasıyla mutlu olanlar kadar o yansımanın derininde, özündeki karmaşaya rastlayan, bu nedenle aynaya bakmaktan imtina eden insanlara da yer veriyorum. Ayna, insana görmek istediği gibi istemediğini de gösterir. Kendine rastlamadan yaşayıp gidebilme arzusunda olan insanın karşısına sıkça çıkarak, bir bakıma meydan okur ona. Kendinden kaçamazsın der âdeta.

"Dünyaya bir kez çocukken bakarız gerisi hatıradır." Amerikalı şair Louise Glück'ün "Yuvaya Dönüş" başlıklı şiirinden bir mısra. Sizin öykünüzde "eve dönmek" önemli bir yer edinmiş kendisine. Ve elbette çocukluk.

Çocukluk, içimizde hiç kapanmayan bir kapı. Olgun insanın belki bile isteye belki farkında olmadan o kapıyı açık bırakması, oraya dönmeye mutlaka ihtiyaç duyacağının işareti. O yarı açık kapıdan içeri girmeyi isteyen karakterler çiziyorum çoğunlukla. Sadece orada huzur bulan, bulacak olan insanlar.

Çoğunlukla 2. tekil yahut 2. çoğul şahıs eki kullanarak yazıyorsunuz. Birilerine sesleniyor yazar. Sorular soruyor, konuşturmaya çalışıyor, hesaplaşmaya davet ediyor sanki. Bunu hangi kaygıyla yapıyorsunuz? Yazar karakterlerine bir "ayna" mı tutmaya çalışıyor?

Karakterler içsel sorgularını, arayışlarını sürdürürken kimi zaman bir aracı olarak metne dâhil oluyor yazar. Ona sorular sorarak köşeye sıkıştırıyor bazen ya da cevabın nerede olduğuna dair ipucu veriyor. Buradaki iş birliği yahut yansıma hâli birbirini destekleyince ortaya çıkan anlatının daha içten olduğuna inanıyorum.

Sıklıkla soru cümleleri kullandığınızı görüyoruz. Bir yazar için metnin ritmini hızlandırmaya yarayan taktiklerden biri olarak sayılabilir bu. Fakat art arda kullanıldığında okurun metinden kopmasına sebep olduğunu da söylemek mümkün. Ne dersiniz?

Aksine, soru içeren cümlelerin anlatıyı hızlandırmaktan ziyade hız kesen bir özelliği vardır. Durup düşünmeye imkân tanır. Yazar metniyle olan bağlantısını sıkı tuttuğu sürece, bahsi geçen durum okurun zihnine endişe yerine merak salacaktır. Öykü gibi kısa bir anlatıda merakı diri tutmak adına bu gibi taktiklere yer vermek gerekli.

Bugünün yazarı için okurla iletişim hâlinde olmak eskiye nazaran daha kolay. Buna alan sağlayan bir mecra olarak en başta Twitter geliyor. Yazarlar, altı çizilebilecek aforizmik cümleler kullanma sıklığını da arttırdı bu yüzden, çünkü adını arattığında bu cümlelerle karşılaşması muhtemel. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sosyal medyayı ve elbette Twitter'ı kullanıyorum. Pek çok yazar arkadaşımla ve okurlarla tanışma fırsatı veriyor. Kendi adıma sosyal medyanın gücünden olumlu yönde faydalandığımı söyleyebilirim. Ancak bahsettiğiniz o kaygıya epeyce uzağım. Metinlerde altı çizilecek cümlelere karar verecek olan okurdur. Büyük cümleler kurmak sadece sosyal medyada değil gerçek hayatta da ürkütücü gelmiştir bana. Çoğunlukla okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden alıntılar yapıyorum. Aynı dili konuştuğumuz insanlarla buluşuyoruz bir şekilde. İçtenlik ve zarafetten vazgeçmemek önemli.

Metinleriniz genelde kısa. Düğümlerden ve çözümlerden oluşan bir kurguda ilerlemiyorsunuz. Temeldeki hikâyenin sesini duyuyor gibi oluyoruz, uzaktan da olsa. Soyut bir anlatım denilebilir belki. Bu biraz da risk bana kalırsa. Bu riski göze alarak mı başlıyorsunuz yoksa bir yerde öykü buna mı evriliyor?

Yazmak başlı başına riski göze almaktır. Anlatıcının tavrı metnin gidişatını belirleyen asıl unsurdur. Somut ifadenin güvenilirliği kadar soyut ifadenin gücünden yararlanmayı da seviyorum. Anlatı içerisinde okurun zihninde boşluklar açmayı tercih ediyorum. Bu biraz da okuru metnin içine davet etmek aslında. Hikâyenin sesini uzaktan duymak değil de o hikâyeyi birlikte kurma isteği. Bunu kendi adıma daha içten buluyorum.