Çok Bilinmeyenli Bir Öykü

Azzam ve  Namdar hayatları boyunca ikinci kez gerçek bir kahvaltıya şahit olacaklardı. Ama sofranın zenginliği onları şaşırtmak yerine ürkütecekti.​
Azzam ve Namdar hayatları boyunca ikinci kez gerçek bir kahvaltıya şahit olacaklardı. Ama sofranın zenginliği onları şaşırtmak yerine ürkütecekti.​

Azzam ve Namdar hayatları boyunca ilk defa gerçek bir kahvaltıya şahit oluyorlardı. Sofranın zenginliği karşısında birlikte şaşırdılar. Bildikleri yüzünden başları fena halde beladaydı. Ya bilmedikleri? Henüz bu kahvaltının özgür olarak görecekleri son kahvaltı olduğunu bilmiyorlardı.

“Arkadaşlar elimde yedi bilinmeyenli bir denklem var. Nasıl çözülür bilen var mı?” forumselcuk.com / 7 Bilinmeyenli Denklem Çözümü combata isimli üye

Kahvaltı günün en önemli yemeğidir. Onu genelde poğaça ve çayla geçiştiren orta, ortanın altı, alt ve adı anılmayacak kadar silik sınıflar için bile. Dünyanın tüm dillerinde böyledir üstelik; dünyanın tüm işçileri için de. Kaçak işçiler dahil.

Azzam ve Namdar bugüne kadar hiçbir güne, bu önemli yemeğin ehemmiyetini midesinde hissederek, karın boşluklarında boşluk bırakmayana kadar yiyerek başlayamadılar. Kabil’in ücra bir köyünde doğdular. Birlikte büyüdüler. Birbirleri hakkında bilmedikleri hemen hemen hiçbir şey yoktu. Azzam Namdar’ın ilk âşık olduğu kızın adını biliyordu mesela, Namdar da Azzam’ın. Bunun aynı kız oluşu bile durumu değiştirmedi. Birlikte sevdiler, birlikte açılamadılar, birlikte efkarlanıp birlikte ağladılar. Sonunda birlikte unuttular. Namdar, Azzam’ın bir Amerikan askerinden bir tas keçi sütü karşılığında aldığı ayıp derginin yerini bile biliyordu mesela. Birlikte sakladılar, birlikte açıp baktılar, birlikte utanıp camiye koştular, affedilmek için birlikte dua ettiler.

Yirmibeş yaşına kadar neredeyse hiç ayrılmadılar. Türkiye’ye geçiş için gerekli olan parayı birlikte biriktirdiler, kaçakçılarla birlikte irtibata geçtiler. Sınırları birlikte geçtiler, dayak yeyip aç kalıp, günlerce yıkanmayıp, yakalanmak tehlikesi atlatıp sonunda birlikte başardılar. Türkiye’ye gelip, iş bulup Radiye’nin mezbahasında çalışmaya başladılar.

Azzam ve Namdar tam olarak şu sıralarda da birlikteydiler. Hayatları boyunca ilk defa gerçek bir kahvaltıya şahit oluyorlardı. Sofranın zenginliği karşısında birlikte şaşırdılar.

Kahvaltı: Kıymalı yumurta, bir tabağa çiçek yaprakları gibi dilimlenmiş domates ve salatalıklar, beyaz peynir, küçük bir tabakta ince ince kesilip rulo yapılmış salam dilimleri, yeşil zeytin, siyah zeytin, kaşar peyniri, otlu peynir, sosis kızartması, fındık ezmesi, gösterişli deliklere sahip dört dilim çedar peyniri, tek bir tabakta kardeşçe yaşayan bal ve kaymak, nutella, parlak kristal bardaklarda çay, hatta kimse yüz vermese de masaya renk katan bir sürahi buz gibi taze sıkılmış portakal suyu. Gelin görün ki ikisinde de yiyecek hal yoktu. Gece haddinden fazla çalışmışlardı; kalktıklarında daha bir iki saat bile uyumamışlardı. İkisi de kötü bir rüya görmüş gibiydiler. Birlikte. Lokmalar boğazlarında düğümleniyordu. Bildikleri yüzünden başları fena halde beladaydı. Ya bilmedikleri? Henüz bu kahvaltının özgür olarak görecekleri son kahvaltı olduğunu bilmiyorlardı mesela! Bu karanlık dünyanın kahvaltı menüsünde iki Afgan mülteci daha olduğunu da.

***

Radiye’nin Bilmedikleri:

Radiye, hayatın zor kısmını atlattığını bundan sonra rahata ereceğini, oğlu Sarban’ın korsan taksicilik yaparak da olsa geçindiğini, bir de evlendirirse hiçbir derdinin kalmayacağını sanıyordu. Sarban, biraz haytaydı, deli doluydu ama ekmeğini taştan çıkarırdı; ondan iyi koca mı bulacaktı kızalr? Radiye her şeyin sırayla olduğunu sanıyordu, onca yaşına görüp geçirmişliğine rağmen yanılıyordu. Bilmediği neler neler vardı! Radiye, Sarban’la eski kocası Celalettin’in neredeyse üç yıldır -ki Celalettin, Sarban’ın babasından sonra Radiye’nin eskittiği üçüncü kocaydı- semti haraca bağlayan Mendirek Cafer’e çalıştıklarını bilmiyordu.

Birkaç ay önce Sarban, göze aldığı tehlikeyle kıyaslanınca aldığı paranın pek de dişe dokunur olmadığına karar vermişti. Elinde bir kağılta Celalettin’in kapısını çalmıştı. Kapıyı Celalettin’in neredeyse karın tokluğuna çalıştırdığı genç ve güzel hizmetçisi açtı. Sarban, kızın yüzüne bile bakmadan “Celalettin’i çağır” dedi. Kızın adı Şarbat’tı. Şarbat Sarban’ı ilk defa görmüyordu, Radiye’nin bilmesine imkan yoktu ama beğeniyordu da. Yanaklarının kızardığı belli olmasın diye koşturarak Celalettin’in yanına gitti Şarbat. Sarban bir süre Celalettin’in ayılmasını bekledi; Şarbat, çay getirdi; Sarban öfkeli de olsa bu defa gördü Şarbat’ı, “Bu kim ki?” diye geçirdi içinden, “Fena değilmiş,”. Gülümsedi. Şarbat, bu gülümsemeyi hafızasına kazıdı. Celalettin ayıldı. Sarban cebinden bir kağıt çıkarıp Celalettin’in önüne koydu. Üşenmemiş, yaptıkları işten kimin ne kadar kazandığını tek tek hesaplamış not etmişti. Malları kimden teslim alıp kime teslim ettiklerini vs. Kargacık burgacık rakamlarla dolu kağıda son şiirini yazmış bir şair gibi gururla bakıyordu. Celalettin’e uzun uzun anlattı. İkna etti.

Bu dünyada iki kurnaz adamın kafa kafaya vermesinden daha tehlikeli ne vardır? Hem kendileri hem de aleyhine plan yaptıkları kimseler için. İki kurnaz iki tarafı keskin bıçak demektir, iki türlü bela demektir. O günden sonra Mendirek Cafer’i önce azar azar sonra gittikçe arttırarak tırtıklamaya başladılar. Yakalanıncaya kadar bu böyle devam etti. Mendirek’in ipleri gittikçe gevşetmesi, ikisine de körü körüne inanıyor gibi görünmesi tuzakmış. İki kurnaz aslında düşünebileceğiniz en basit tuzağa düşmüşlerdi. Geçen hafta Mendirek Cafer’in huzurundaydılar. Mendirek kara tenli, kara gözlü, uzun boylu, zalim bir adamdı. Geleceğin kara gözlü zalimlerinden mi? Cafer bildiğin zalimdi, zalimliğinin öyle şiirsel bir tarafı yoktu. Düşmanlarının derisini yüzüp direğe asmakla meşhurdu. “Ne oldu, zengin oldunuz mu?” dedi, kendisinden beklenemeyecek kadar şefkatli bir sesle. Celalettin belki toparlayabilirim umuduyla “Cafer abi biz…” derken ense köküne tokadı yedi. Gözünün önünde masmavi şimşekler çaktı. Arkasında duran iriyarı fedaiye baktı hınçla. Ama bir şey diyemedi.

“Olamadınız! Oğlum sonunda öleceğinizi bildiğiniz bir yola niye girdiniz ki? Hem de üç kuruş için. Aslında sizi öldürmeyip sürünmenizi zilemek daha çok hoşuma giderdi; küçük beyinlerinizle böyle küçük hayatlar yaşamaya devam etmenizi, çırpınıp durmanızı, her seferinde batırmanızı izlemek eğlenceli olurdu. Ama belgesel izlemeye vaktim yok be kertenkele kardeşler. İlle de izleyeceksem aslan belgeseli seyrederim, ne işim var sürüngenlerle?”

“Abi biz…” bu seferde Sarban denedi ama aynı fedaiden aynı şiddette bir uyarı daha geldi. “Ama bir çözüm buldum; sizi yine de izleyeceğim.” Bir süre bekledi, tepkilerini ölçüp gerilimi arttırmak istiyor gibiydi Mendirek.Sarban da Celalettin de odadan sağ çıkacaklarına olan umutlarını çoktan yitirmişlerdi. Kendilerini savunamadan, tek söz edemeden… “Bir ay mühlet” dedi Mendirek Cafer. İkisi de umutla başlarını kaldırdı. “Bir ay sonra biriniz ölmüş olacaksınız. Böylece hem ben ellerimi kirletmeyeceğim hem de o küçük beyinlerinizi birbirinize karşı kullandığınızı görme şerefine erişeceğim. Ama söz veriyorum, bir ayın sonunda biriniz hâlâ ölmediyse hak ettiğiniz tören hazırlanacak. Törenlerle, alkışlarla derilerinizi yüzeceğim, direğe asmak da yok ha! Türk Hava Kurumu’na hayrına bağışlayacağım. Haberiniz olsun."

Birbirlerine baktılar. İki kurnaz adam. İki düşman. İki kurban. İki katil. Ne olacakları bir ay içinde belli olacaktı. Konuşmadan ayağa kalktılar. Çıkarken Mendirek Cafer arkalarından bağırdı: “Bir ay unutmayın, bir ay içinde biriniz diğerinin işini bitiremezse…” bunu söylerken o kadar keyiflenmişti ki sözün sonunu getirmeyi bile sabredemedi; gürültülü bir kahkaha patlattı. İki kurnaz, kulaklarında Mendirek Cafer’in kahkahasıyla çıktılar. İkisi de kendi canına öyle düşkündü ve bir an önce plan yapmaya öyle hevesliydi ki konuşmak akıllarına bile gelmedi, birisi arabasına öbürü dükkana doğru aceleyle ayrıldılar. Dost olarak son kez bir araya gelmişlerdi. Radiye bunları bilmiyordu.

Celalettin’in Bilmedikleri:

Sarban’ın o günden beri tam olarak üç kez onu öldürmeye çalıştığını bilmiyordu. Elbette tahmin ediyordu. Her defasında da başarısız olmuştu. Celalettin, memleketten akrabalarını çağırmış etrafına adeta etten bir duvar ördürmüştü. Sarban, ilk iş ikinci bir silah daha almıştı, daha önce arabanın bagajında taşıdığı tabancayı torpido gözüne koymuş, bir tane de evdeki yatak odasına, yatağın altına saklamıştı. Günlerce taksisiyle uzaktan Celalettin’in dükkanını izledi. Bir fırsat kolladı, ilkinde Celalettin evinden işyerine gidiyordu.

Araba olmadık yerde arıza yaptı; Celalettin, Sarban’ın geceden arabanın radyatörünü deldiğini bilmiyordu tabi. Ne oldu diye bakmak için çıktığında tam uzaktan ateş edecekken bir polis arabası girdi silahın menziline. Olmadı. Çayına zehir atmayı düşündü, çaycı son dakikada sattı. Yeni ortaya çıkan akrabalardan o da korkmuştu beli ki. Üçüncü denemesi ise bir kiralık katil tutmak oldu; kiralık katil, kiralık değil dolandırıcıymış; parayı aldığı gibi ortadan kayboldu adam. Sarban ne yapsa eline yüzüne bulaştırıyordu. Bu kadar beceriksiz olabileceğini Celalettin bile bilmiyordu. Bilseydi keyfi yerine gelirdi mutlaka.

Sarban’ın Bilmedikleri:

Celalettin de kendi planını yapmaya başlamıştı. Talihe bakın ki, Şarbat, Celalettin’in akrabalarıyla planın detaylarını tartıştığı akşam, önce Sarban’ın adını ardından da öldürüleceğini duydu. Vakit kaybetmeden Sarban’ın evini aradı. Sarban bilmiyordu. Çünkü telefonu Radiye açmıştı. Şarbat, telaşla sadece Celalettin’in Sarban’ı öldürmek istediğini söyledi Radiye’ye. Radiye için bu kadarı yeterdi. Çünkü Radiye kimse bilmese de çok tehlikeli bir büyücüydü. Telefonu kapatır kapatmaz evin odalarını karıştırmaya başladı. Birkaç saat sonra aradığını bulmuştu, Celalettin’e ait eski günlerden kalma bir cep tarağı. Ardından Azzam ve Namdar’ın pasaportlarını çıkardı. Bir an tereddüt etse de söz konusu oğluydu, artık sıkıntı çekmeye tahammülü kalmamıştı Radiye’nin. Sadece mutlu günlere yer vardı gelecek planlarında. Bunun için kaderini bir parça yönlendirmesi gerekiyorsa yapacaktı. Ne zaman işten kaçmıştı ki zaten.

Yıllar sonra ilk defa ışıkları kapattı, Afganistan’ın o ücra dağ köyünden kaçmasına sebep olan o büyüden beri ilk defa malzemelerini ortaya döktü ve işe koyuldu. Gece, kararmaya başladı. Evin üzerinde büyük siyah bir bulut peyda oldu. Radiye’nin yüzü siyah bir tülle kapalıydı, ne söylediğini, ne planladığını duysa etrafındaki cinlerin bile tüyleri ürperirdi. Bu an Radiye’nin büyüye yeniden teslim olduğu andı aynı zamanda. Yeni hayat rüyaları şu andan itibaren gerilerde kalmıştı. Sarban bilmiyordu, o sırada odasında yatağa uzanmış yeni planlar yapmakla meşguldü.

Celalettin kendi ayaklarıyla mezbahaneye gelmiş, Azzam ve Namdar’ın önünde diz çöküp hiç konuşmadan boynunu uzatıvermişti. Namdar, Celalettin’i tutarken Azzam bir balta darbesiyle kafasını kesip; önce deri yüzme makinesine ardından iç organ çıkartma istasyonuna, sonra parçalamak için platforma... En az makineler kadar seri çalışıyorlardı. Çeyrekleme testeresi, döş açma testeresi, karkas bölme testeresi derken Celalettin bir saat içinde, iç organları boşaltılmış ve kıyma yapılmaya hazır hale gelmişti. Yapıldı da. Azzam ve Namdar gecenin sonunda yorgun argın yataklarına gittiler. Sarban planlarına öyle bir dalmıştı ki, mezbahaneden gelen sesleri duymuyordu bile.

Polisin Bilmedikleri:

Polis, Radiye’nin mezbahanesinde neyle karşılaşacağını bilmiyordu. O gün gelen isimsiz ihbara göre, Silivri yolu üzerinde kaçak kesim yapan, kaçak işçi çalıştıran bir mezbahane vardı. Mezbahanenin kıyma makinesinde, aletlerin üzerinde, hatta kahvaltı sofrasındaki yumurtanın içinde bile insan etine rastlayacaklarını bilmiyorlardı. Azzam ve Namdar’ın ürkekliğinden şüphelenen işgüzar bir polis memurunun iki arkadaşı sıkıştırmasıyla başladı herşey. Radiye’nin, Sarban’ın, Azzam ve Namdar’ın ertesi gece ifadelerini almak ve hemen nöbetçi savcıya göndermek zorunda kalacaklarını nerden bilsinlerdi?!

Azzam ve Namdar’ın Bilmedikleri:

O gece uzaktan gördükleri adamın kim olduğunu bile bilmiyorlardı. Son hatırladıkları kapılarının çalındığı ve Radiye Hanım’ın tek bir kelime ettiğiydi. Daha doğrusu herşeyi hatırlıyor ama o andan sonra olanları nasıl, neden yaptıklarını anlayamıyorlardı. Kuvvetli bir büyünün tesiri altında olduklarını bilmiyorlardı. Vicdan azabıyla suçlarını itiraf ettiler. Azzam ve Namdar’ın sorunu masum olduklarını bilmiyor olmalarıydı.

Şarbat’ın Bilmediği:

Sarban’ı kurtarmak artık imkansızdı. Radiye’ye haber vermesi hatta Celalettin’in ölmesi bile Sarban’ı kurtaramazdı artık. Sarban’ın hapse düşmesiyle ölümcül mekanizmanın çarkları çalışmaya başlayacaktı. Celalettin, Sarban’ın annesine ne kadar düşkün olduğunu; kaçak işçi çalıştırmak, kaçak kesim yapmak gibi suçlardan dolayı ortaya çıkan tüm cezaları üstleneceğini biliyordu. Öyle de oldu. Sarban ertesi hafta, bol keseden dağıtılan rüşvetler sayesinde ayarlanan Azrail’le aynı koğuşa doğru yol alacaktı. Şarbat bunu bilmiyordu.

Mendirek Cafer’in Bilmedikleri:

Sarban’ın ölümünden fazla bir zaman geçmeden ölen hizmetçisinin doğal yollarla öldüğünü sanıyordu. Evine yeni aldığı hizmetçinin asıl adının Şarbat olacağını; Sarban’ın ölümünden sonra Radiye’nin çılgına döneceğini, Şarbat’ın da yardımıyla herşeyi öğreneceğini, bir gece Azzam ve Namdar’ı hapisten çıkarıp büyülenmiş halde kendisinin üzerine salacağını; bu öyküden sağ salim çıkmasının imkansız olduğunu bilmiyordu. Yeni hizmetçi Şarbat’ın, saçından bir tutamı Radiye’ye daha yeni teslim ettiğini de.

***

Kahvaltı günün en önemli yemeğidir. Onu genelde poğaça ve çayla geçiştiren orta, ortanın altı, alt ve adı anılmayacak kadar silik sınıflar için bile. Dünyanın tüm dillerinde böyledir üstelik; dünyanın tüm işçileri için de. Kaçak işçiler dahil. Azzam ve Namdar bugüne kadar hiçbir güne, bu önemli yemeğin ehemmiyetini midesinde hissederek, karın boşluklarında boşluk bırakmayana kadar yiyerek başlayamadılar. Azzam ve Namdar yine birlikteydiler. Hayatları boyunca ikinci kez gerçek bir kahvaltıya şahit olacaklardı. Ama sofranın zenginliği onları şaşırtmak yerine ürkütecekti sadece. O sırada Mendirek Cafer’in kanının kokusu ellerinden hâlâ gitmemiş olacaktı. Bir tarafta mide bulantısı, bir tarafta artık Radiye’nin yanına taşınan Şarbat’ın çarpıcı güzelliği Azzam ve Namdar’da iştah bırakmayacaktı. Azzam ve Namdar kaderlerine birlikte boyun eğeceklerdi. Birlikte teslim edeceklerdi özgürlüklerini Radiye Hanım’a.

  • Siz bu satırları okurken İzdiham dergisi 20.000 baskıyla itin öldüğü yere bile dağıtılmış olacak. İzdiham’ın bizi bir sayısında reklam etmesi için biz onu tam yirmi sayı boyunca övmeliyiz. Bu bir! (A.E)