Cöntürk Cetveli

Hüseyin Cöntürk
Hüseyin Cöntürk

Hüseyin Cöntürk. Bir şiirin kesitini alıyor. Solundan bakıyor, ışığı sağına veriyor. Ve evet, Kontrastlar...Deformasyonlar... Belirsizden belirliye gidenler... Cöntürk yüksek matematik ve bir şiirin içinden öylece etrafa bakınıyor.

Kalemimi büyük beyaz kâğıdın üzerinde beyhude gezdirip duruyorum. Tac Mahal’in kesit görünüşünü çizmem bekleniyor. Umutsuzca etrafıma bakınıyorum. Sonra tekrar kâğıda. Aşkın kesitini alsak, Şah Cihan’ın yeni hayatının ilk gününü ve karşımda şımarık bir Hint mihracesine benzeyen şu asistanın tuhaf bakışlarını, bunlarla bir şiir yapılabilir. Bir süre sonra boş kâğıdı dergiye şiir gönderir gibi mihracenin önüne bırakıyorum. Bileklerindeki boncukların çıkarttıkları seslere kulaklarında taşıdığı yarım mor dünyalar eşlik ediyor. Portekizli denizcilerin kendisini keşfetmesini bekleyen bir yüzü var. Ona her bakan Hint Deniz’ini ilk defa gören Vasco De Gama ile aynı hisleri paylaşabilir. Neden hep böyle şeyler düşünüyorum. Sanki az önce verdiğim şiiri anlayacak ve hınzır bir göz kırpışla “karayı sadece ikimizin gördüğünü” işaret edecek bana. Bunun yerine seneye tekrar alırsın bu dersi diyor. Çıkıyorum.

Menza’ya doğru yürüyorum. Sırtımda bir T-Cetveli. Yanımda yürüyüşünü bana uyduran bir at, topal bir köpek ve çantama zorla tutunan bir kitap var. Bu at sürekli ortalıkta geziniyor. Yürüyüşünü insanlara uydurursa kimsenin onu görmeyeceğini düşünüyor. Ucuz yemek, kötü tütün ve vasat bir anarşi için Menza’da toplanıyoruz. Hayatın anlaşılabilir taraflarını didiklemek dışında, dişe dokunur bir şey yok. Göl tarafından esen rüzgâr, kermeslerin, sloganların, afişlerin ve başı boş dolaşan atların yeleleri arasından kendisine bir yol bulmaya çalışıyor. Kimsenin ölmediği bir savaş meydanı gibi burası. Kimsenin ölmemesinin öldürdüğü bir şey var. Ağır, yapışkan ve umursamaz bir leş. Kışlıkları kaldırır gibi bu leşi orta yerden kaldırıp çantama tutunan kitaba gömüyorum kafamı.

Hüseyin Cöntürk. Bir şiirin kesitini alıyor. Solundan bakıyor, ışığı sağına veriyor. Ve evet, Kontrastlar...Deformasyonlar... Belirsizden belirliye gidenler... Cöntürk yüksek matematik ve bir şiirin içinden öylece etrafa bakınıyor. Elleri ince uzun olmalı muhakkak, hassas teraziye parmağındaki yüzüğü çıkarıp bırakmalı, hayatını şöyle bir tartmalı, sonra dudaklarını ısırıp cebindeki mendille alnı silmeli ve bir ıhlamur söylemeli ocakçıya. İş becermişlerin ve sorun çözenlerin o sessiz memnuniyetini insanların umursamazlıkla karıştırmalarını seyretmeli. Belki bundan gizli bir zevk almalı. Eliot ile genç Eliot arasındaki farkı haber verip, Türk şiirini masaya şöyle kocaman açmalı, birlikte bakmalıyız kontrastlara, deformasyonlara...

Rüzgâr şiddetleniyor, amfiye giriyorum. Bir Azeri, tahtaya yazdığı denklemin beşinci metresinde eski bir Moskviç gibi öksürerek duruyor. Son metrelerinde denklemin bir şiir başlıyor. Fotofinişe kalan o terli at pencerenin önünden geçiyor. Peşinden topal köpek. Yazıyorum. Karanlığın içinde hırlar gibi. Şiirin yüksek kesimlerine kar yağıyor. Daha az mekanik, doğaçlama kazı, gurbette kahvaltı. Cebir’in bana bu kadar kolay gelmesinden duyduğum şair utangaçlığını Cöntürk’ün masasına bırakıyorum. Faili olmayan şiiri birlikte öldürüyoruz. Faili meçhuller üzerimize kalmalı.

Artık her şeyi şiire eşitliyorum. Bu başıma bela olacak. Moskviç yeniden yürümeye başlıyor bu sırada. Cetveller, köpekler, atlar ve rakamlar yeniden...

Londra, 1960, 226 sayfa, indeks yok, 25 Şilin

Ankara, 1961, 175 sayfa, 5 Lira

İstanbul, 2002, 227 gün, çok yalnızım.