Dağı Geç Ardı Aksak Bir Düştür

Burası bir kamp alanı. Çadırlar var bir sürü, ama çoğunluğu boş.
Burası bir kamp alanı. Çadırlar var bir sürü, ama çoğunluğu boş.

Mutlu biriyim ben, yazıyorum. Mutluluğu arıyorum. Soruyorum, bunu kim der? Ben mutluluğu arıyorum. Ya da mutluluğun ta kendisiyim. Buldum, tam burada, alnımın ortasında. Mutluluk, üretmeden yaşayabilmek, ya da üretmeden de mutlu olabilmek, mutluluk.

Pakize: A kızım, götürüver şuradan babana bir dal gül.

Kız: Götürmeycem işte!

Pakize: Olmaz, a gülüm, al bunu, baba de, annem sana bunu gönderdi de. He mi?

Kız: Yok!

Pakize çaresiz, gülü yerine geri koyar.

“Oyun yazıyorum ben.” Gözleri parlak, koyu renk saçları küçük bir kız gibi iki yana salınmış, cin cin bakıyor bana. “Oyun yazıyorum, rahatsız edilmek de pek istemiyorum.” “Tabii,” dedim, haklısın. Kenardaki odama çekildim. Burası bir kamp alanı, bazı şanslılarımız da biraz daha para ödeyip kulübeden bozma odalarında kalıyorlar. Şu cesarete bak, diye geçirdim içimden. Bu yaşında, oturmuş kapı önüne tek başına, oyun yazıyorum ben diyor. Oyun yazıyorum ve rahatsız edilmek de pek istemiyorum. Kapı önüne oturma fikri çekici geldi, ama kızla yüz yüze olup onu rahatsız etmemek için aldım kitabımı, ortadaki hamaklardan birine yattım. Burası bir kamp alanı. Çadırlar var bir sürü, ama çoğunluğu boş. Sezon henüz açılmamış, ya da gelecek olan fırtınayı duyan herkes iptal etmiş tatilini. Bir ben ve o kız. Freud’un teorisi üzerine bir yorum okuyorum. Tatilde roman okuyamıyorum ben. Öyle bir saat okumuşum.

Horozun bağırmasıyla kendime geldim. Hafiften güneş açmış. Dedim şöyle bakkala gidip bir iki abur cuburla kendime ziyafet çekeyim, hiç yapmadığım şey. Çocukluğuma döneceğim ya. Attım antidepresanı ağzıma (vakti gelmiş), buradaki hipi bozmalarının içtiği şeyle ne gibi bir benzerliği olabilir bunun diye düşündüm. Çıktım, çalışanlar yarı kentli yarı köylü arası, samimiyetleri boyut değiştirmiş, benim sözlüğümde henüz bir ada ve tanıma sahip olmayan yeni bir kimlik geliştirmişler. Değişimi, düzensizliği kaldıramayacak durumdayım. Selam versem mi diye yan gözle bakarak, ama yine de vermeden yanlarından geçiyorum. Yumuşacık battaniyeden kurtulan bacaklarım dünkü güneşten cayır cayır yanıyorlar. Tuhaf bir kamp var benimkinin dışında, sevimli pembe panjurculuk oynamaya çalışan kulübeleri var. Şaşırarak bakıyorum. Geçiyorum deniz tarafına.

Bir arkama bakıyorum, dağlar, dağlar! Bir türkü söyleyeyim diyorum, ne dilim, ne sesim varıyor. Etrafta bir olamamış, henüz oturamamış yeni yerleşim yerleri.

Düzensiz, sonradan olduğu belli olan ufak dikim alanları, içlerinde mısıra benzettiğim otlar. Tuhaf bir bakkal var, gerçek değilmiş gibi. Sanki bir bilgisayar oyunundayım, giriyorum içeri. Günaydın, diyor, kibar olması tembihlenmiş yaşı benden altı yedi yaş küçük çocuk. Günaydın, diyorum, zor diyorum bunu. Uzanıyorum tuzlu krakerler bölmesine. Canım sıkkın, oturup leş leş cips yiyesim var. Dolduruyorum poşeti, bir sürü de para bayılıyorum bu Egeli aileye. Babası da gelmiş, iyi günler abla diyor oğlu bana çıkarken. İyi günler olsun canım.

Dönüyorum, ortası bir çukur gibi, göz gözü görmeyen bir kaos içindeki bir avlu olan alanıma. Nerede otursam, burada otursam rahat yok. Gideyim ben odamın önüne. Kız çekilmiş, ben de alıyorum battaniyeyi sarıyorum bacaklarıma, hava serin bayağı. Oturuyorum kapı önüne, aklımdan da geçiriyorum, bir ergen kadar atarlı ve bencil olmayı beceremedin. İçimdeki Rahibe Teresa diyor sarın beyaz şalını. Pazardan aldığım mor çiçekli yemeniyi sarınıyorum boynuma. Böyle iyi.

Ne yapsam, günlük dışında bir şey yazmıyorum kaç gündür. Asıl projeme de bakasım yok hiç. Durum bayağı kötü. Burada ne yapıyorum ben, diyorum. Yazıyorum kağıda kocaman: BURADA NE YAPIYORUM BEN? Bir ses yankılanmaya başlıyor kafamda: Sen, sen sen. Kendimi durdurmayı bilmeyişime saygı duyuyorum o an. Geldim işte, buradayım. Bu dağlar, bu koy, ilginç tabii, cennet böyle bir yer olamaz ama. İnsanların hayal güçleri ne zayıf, diyorum. Başlıyorum yazmaya.

Mutlu biriyim ben, yazıyorum. Mutluluğu arıyorum. Soruyorum, bunu kim der? Ben mutluluğu arıyorum. Ya da mutluluğun ta kendisiyim. Buldum, tam burada, alnımın ortasında. Mutluluk, üretmeden yaşayabilmek, ya da üretmeden de mutlu olabilmek, mutluluk. Çok sıkıcısın yazıyorum sonra.

Derken biri geçiyor, bu o ağır aksak yürüyen çocuk. Pardon, diyorum, bakar mısınız? Kendi sesime ben de şaşırıyorum. O da sanki böyle bir hamleyi bekliyormuşçasına yanıma geliyor. Ne soracaktım ben? “Havalar böyle mi gidecek sizce?” Bakıyor havaya, öyle anlaşılırmış, bu işin piriymiş gibi. “Bu birkaç gün böyle görünüyor,” diyor. Tüh, diyorum. “Yüzmek de yok şimdi.” “Yüzmek için mi gelmiştin?” Afallıyorum, başka bir sebebim hiç yokmuş gibi. “Evet, yani büyük bir sebep.” “Anladım,” diyor. Uzaklaşıyor. Aklıma bir şey geliyor hemen, yazıyorum deli gibi. Hikmet, kendisini kandıran ağaya kızgın, baltayı eline alıyor ve. Duruyorum bir an. Bu mu?

Yabancı bir turist grubu geçiyor sonra yanı başımdan. Pek bakımsız, pek salaşlar. Acaba ben nasıl görünüyorum, diye içimden geçiriyorum. Biraz önce benimle konuşan çocuk geri geliyor. “Buranın denizi bir başkadır,” diye laf açıyor. Ben de aranıyorum zaten konuşacak birileri. “Nasıldır?” “Dalgalı olur, ama biraz açılınca dalgalar hemen azalır. Çok soğuk da değildir suyu, biraz Ege’ye benzer.” Kafamı sallıyorum. “Çok yabancı da olmaz burada, henüz öğrenmediler. Genelde bilen bir yerli grup var, onlardan gelen olursa olur.” Ben nereden duydum acaba, diye düşünüyorum. Bana da gelen biri söyledi. “Evet, öyle gerçekten” diyorum. Gidiyor. Bir anda gelip, bir anda giden biri bu, diyorum.

Dalgalar hakkında yazmaya başlıyorum, Hikmet’i geçiyorum bir süre. Dalgalar, yollar, ağaçlar, gökyüzü, mısır koçanları, patika yollar, çakıl taşları, yarım yapılar, çekirgeler, sinekler. Sonra dönüyorum yine buraya.

Burası neresi? Kimler gelir, niye gelir? Bu yarım yer, yarı kent yarı köy, yarı yapı yarı doğa, yarı yetişkin yarı çocuklar, yalnızca yarımları mı çeker? Bir bakınıyorum etrafıma, doğayı oymuşlar gibi tam ortadan. Etrafta kalan ağaçlarla adını da doğa harikası koymuşlar. Bakıyorum kampta kalanlara, tam yetişkin olamamışlık var hepimizin üstünde sanki. Tam kadın, tam erkek olamamışlık, tam yirmi beş, elli beş olamamışlık, tam yazar, tam çizer, tam şehirli, tam köylü olamamışlık. Bir aradayız, hep beraber, gelmişiz buraya kendimizi kolluyoruz sanki bu güvenli oyukta.

Böyle olmayacak deyip kalkıyorum kapı önünden. Yanı başımda manolyalar. Annemi mi arasam? Güneş açmış yine, atayım mı kendimi deniz kenarına? Kliplerdeki kızlar gibi bakarım öyle. Bak yine su içmedim. Buradaki yaşlı kalabalık ne peki? Ne diye buraya gelirler, ne çeker onları bu zorluklarla dolu yerde? Onlarda da tam ev hanımı, tam yaşlı, tam çocuk olamamışlık var sanki. Bir tanesi hocasının eline yaptığı kına dövmesini görüp bağırıyor: Ay, en güzeli benimki oldu! Gözlerimi devirerek ilgimi başka şeylere veriyorum. Bulutlar geliyor, bulutlar! Yalnızlığı sevmeyen ölsün! Arkadaş canlısı olanların da bu yüzden yargılandıkları bir dünya istiyorum! Yemek yemenin sevilmediği bir dünya, mesela! Çocuklara, hayvanlara yetişkin bireyler gibi davranılan mesela! Rüyalara hayır! Rüyalara, bizi olmadık karanlık ve ikircikli dünyalara götüren rüyalara hayır!

Yazıyorum kağıdıma: “Günaydın, kaptanınız konuşuyor. Bu sabah güne fırtına ile başladık. Sonumuz hayır olsun. Bilenler bildikleri duaları okusunlar lütfen. Bir zararı olmaz sanıyorum.” Yürüyorum artık, şu yemek yenilen kalabalık yerde bir görüneyim. Hemen bir bakışma hali, selamlar efendim. Oturuyorum yerime, burada da bir yer edindim. Ulan, canım tatlı istedi. Kalkıyorum, sütlaç diyorum. Dünden kalanlardan. Şanslıyım, bir tane buluyorlar. Oturuyorum bir heves yemeye. En son annemle yemişim. Yazıyorum: “Altı yanmaması için sütlacımızı kaynadıktan hemen sonra kısık ateşe alıyor, beş on dakika kadar burada yavaş yavaş pişiriyoruz.” “Ben sütlaca her zaman çok az tarçın atarım.” Ayva reçeli diyorum sonra, Emine teyzenin ayva reçeli. Kalkıp dünkü patlıcan çorbasının tarifini mi alsam? Çocuk olsam, çocuk olsam!

Burada çocuk olmak, dedim sonra. Burada çocuk olmak. Mutluluğu arıyorum ben, ne de olsa. Mutlu olmayı arıyorum ben, yazdım. Bunu kim arar?

Günlerden Perşembe. Bugün annem hamur yapacak. Teyze kızım Emine ile oturuyoruz bizim evin önünde. “Geliyorlar!” diye bağırdım birden! Bir ses duymuş olmalıyım. Emine şaşırdı, annem kapıdan çıktı, bana bakıyorlar. Gözlerimi parlattım, “Geliyorlar, geliyorlar!” Kim geliyor demelerine kalmadan, deniz kenarına koşturdum. Baktım, Emine peşimden geliyor. Daha hızlı koşturuyorum. Denize indim, bakıyorum uzaklara. Emine yetişti yanıma, kaptım yerden bir deniz kabuğu. “Gördün mü?” Emine’nin kocaman şaşkın gözleri. “Gelenler bu deniz kabuğuna işlemişler niyetlerini.” “Ne niyeti?” Atıyorum kabuğu olabildiğince uzağa. Emine başlıyor ağlamaya!

Derken benim de gözlerim doldu. Şöyle bir etrafıma bakındım, gören var mı. Herkes kendi halinde. Yağmur da yağmış zaten. Bir çocuk gelip elimi tuttu. Anne, bana şaşkın diyorlar. Kim diyor, a benim canım? Onlar diyor. Gösterdi uzaktaki bir grup kadını. Onlar ayurvedik şeyler yiyip birbirleriyle yarışırlar dedim, duygusal yaşları ondan öte değildir. Ciddiye alma onları. Tamam dedi, gitti. Biraz daha yazayım, el mahkum.

Arif’in bu hali herkes için çok yorucuydu. Yemek yemiyor, yediklerini çıkarıyor, gülmüyor, konuşmuyordu. Hasibe de onun eli kolu olmuş, aylardır kendine bakmıyordu.

İçimden küfrettim, böyle hasta olmaz olsun.

Bir kız hayal ettim, şehirli. Geçti karşıma, anlatıyor: En son bir çocuğa meyil ettim, köyüne gidip sözlenip döndü. Bana da bunu bir dönüm noktası olarak tercüme edebildi. Ben de şehir aklımla bunu çözemedim uzun süre. Gizlice etrafa bırakılmış vasat ipuçlarını takip etmeye değer bulup da biraz kafa yorunca... Şekerim, gül gül. Şimdi oturduk arkadaşlarla fırından yeni çıkacak poğaçaları bekliyoruz. Bu toplumun kadınlarının poğaçaya olan aşkını çözemedik gitti.

Bir kitap okuyorum, çocuklukta bilinçaltımıza işlemiş olan ketlerimizi kaldırıyor. Yandaki kız yan yan baktı, bir şey diyecekmiş gibi. Bir an diyecektim de hakikaten. Sonra vazgeçtim, aman laf uzayacak şimdi.

Ben çok mutlu bir insanım. Şikayet eden insanları sevmiyorum, ben de böyle mutlu olunca benden çalıyorlarmış gibi geliyor. Masaj terapistiyim ben. Önce tatil için gelmeye başladım buraya ama yavaş yavaş yerleşiyorum. Yani, mutlu biriyim ben, mutluluğu arıyorum. Kadın tekstiliyle uğraştım bir süre. Sinema sektöründen soğumam da böyle oldu. İnsanın girdiği şeyleri bozduğunu görünce... Koptum biraz. Mutluyum ben, yani, mutluluğu arıyorum. Yanımda şikayet eden insanlar olunca da... Benden çalıyorlar sanki.

Dedim bu hikaye değil, bölük pörçük bir biyografi. Birden soğudu hava, etrafımızı çevreleyen dağları kara bulutlar sardı. Herkes kara yılan gözükmüş diyordu. Kimdi bu kara yılan? Gözükmesi niye bizi böylesine etkiliyordu? Hem niyeydi böylesine çocuksu dertlere kendimizi feda edercesine bağlamamız? Ben Selim’i daha fazla önemsemek istemiyordum mesela. Tüm köy aylardır tek konuştuğumuz konu oydu. Çocuğun amansız hastalığı, beni de ruhen sarmalıyor, tarifsiz ve çözümsüz bir sıkıntıya sokuyordu. Ahmet Celal’in hallenmeleri geldi sonra aklıma. Gaziyim ben. Yok, aydınım ben. Silkelendim birden.

Yusuf, kalaşnikofu aldı ve. Mutluluğu arıyorum ben dedi. Kim arar, bilir misiniz?

Yok. Gideyim bir sigara bulayım birinden. Bira mira fayda etmeyecek. Aldım bir winston light, öğrenci sigarası değil miydi bu? Tadı da rezalet. Neyse, içiyorum. Oturdum en ortaya. Aklım bir şelale, akıyor, durmadan. Bir oradayım bir buradayım. Yanımda biri bitti. Bir çocuk. Adı Giray. Hoş geldin Giray, dedim. Yemeğini yedin mi? Çocuğun yetişkinlerden duyduğu tek cümle bu. Bir de oynama orada düşersin. Baktı yüzüme, illet etmiş olacak benim bu papağan gibi tekrar ettiğim sorudan. Bir an bu ilişkide zekası daha az gelişmiş olan benim galiba, dedim. Düştü birden, pat!

Durup dururken. Ayakta dururken yani. O an dengeler geri döndü. Baktım yüzüne, açtı kocaman gözlerini. Bir sinirlendi, sinirle baktı bana. Dedim yüzümü buruşturmayayım, öyle yaparsam ağlar. Gülümsedim acı ve şaşkınlıkla. Hiç bozuntuya vermedi, kalktı. Üstünü başını düzeltti. Şalvar giydirmişler küçücük çocuğa, çekti düzeltti şalvarını. Ben gidiyorum, dedi, iş adamları gibi. Bir saygı duydum o çocuğa. İşinde gücünde, olana takılmıyor, raylar nereye götürürse. Büyüttüm bir anda çocuğu gözümde. İstediğim de bu değil miydi diyorum bir yandan içimden. Yandan kadın kahkahaları yükseldi.

Sordum: Kim bilir kocalarınızla, çocuklarınızla nasıl hayatlarınız var ki buralarda cozutuyorsunuz böyle. İçimden. Sinirlenmeden. Hak vererek. Muhtemelen kendimi de en iyi ihtimalle birkaç sene sonra oralarda görerek. Hayır Mustafa, dedim sonra. Bu çocuk bu sene de okula gidecek. Şak! Yanağımda bir el. Zonkluyor, nasıl. Bağırıyorum, “Gidecek!”Afet-i Devran Neriman derler bana! Yok, o bir dizideydi. Birden bir silah belirdi elimde. Çektim tam karşıya. Taş kadar sakinim. Karşımda bir çocuk, yirmili yaşlarında. Sarışın. Mavi bir gömlek giyinmiş. Capcanlı gözleri var. “Gidiyorsun,” diyorum. “Yapma abla,” diyebiliyor titrek dudaklarıyla. “Gidiyorsun Cemal.” Bir hıçkırık sesi geliyor karşıdan.

Silahın tetiğine sıkıca sarılıyorum. Bir an gözlerimin önünden küçüklüğü geçiyor çocuğun. Bitirim bir şey, koşuyor oradan oraya. Gözlerim doluyor. Ne oluyor bana? Sarılıyorum yeniden tetiğe. Tekrar. Gözlerimin önünde bu sefer bir karalık. N’oluyor dememe kalmadan arkadan bir ses: “Hayatım, sürprizimize bayılacaksın!” “Aa, sevgilim, açın ama artık gözlerimi” derken yakalıyorum kendimi, cilveli bir sesle. Birden açılıyor gözlerim. Karşıda bir deniz! Sarışın çocuk yanı başımda, anne bana dondurma alsana diye eteğimi çekiştiriyor. Dört beş yaşlarında. Ben de nasıl şıkım, ömrümde hiç giymediğim kıyafetler. Şık şıkıdım kollarım, ne bulduysam takmışım.

“Tamam canikom,” derken buluyorum kendimi, ay! Hemen gidip bol çikolatalı bir dondurma alıyoruz bu şımarık oğlana. Seviyor muyum, nefret mi ediyorum, henüz bir bilgim yok bu konuyla ilgili. Hayatım, diye bir ses yine arkadan. Diyorum şimdi kocamı göreceğim herhalde. Tam o sırada “Abla, n’olur” diyor bir ses. Dönüyorum yine bu vahaya. Parlak gözlü çocuk fena halde. Kıyamıyorum o an, niye öfkeli olduğumu da hatırlamıyorum zaten. İndiriyorum silahı. Yavaşça kapıya doğru çıkıyor geri geri, sonra koşmaya başlıyor. Gidiyor. Bu çocuk kimdi? Ne diye böyle rüyama girdi?

“İyi akşamlar, kaptanınız konuşuyor. Bugün böyle dalgalı bir gün geçirdik. Yarının daha sakin olacağını umuyoruz. Siz yine de kalabalık yengeçlere, bir gözü kapalı hendeklere ve kıskanç sevdalılara karşı hazırlıklı olun.” Büyük bir hışırtıyla susuyor kaptanın sesi. Ortadayım, birileri vardı, nereye gitti onlar? Beni bu dağlık alanda yalnız başıma mı bıraktılar? Aslında gerçekten bıraksalar, sevinir miyim be Hacer, diyorum kendi kendime. Kim bu Hacer? Yazmayı da sevemedim gitti. Bu yarım kadınlar, yarım erkekler, yarı kayıp yarı bulunanlar, mümkün olabildiğince başkasının aşkı olan aşkımlar, saçıyla başıyla yarım kimliklerini tamamlamaya çalışanlar, benim dışımda bir oluşuma da aitler sanırım diyorum, aklımca bir teori daha üretiyorum. Çok lazım.

Aksak çocuk yanaşıyor yine yanıma. “Nasıl gidiyor?”“İyi. Şimdilik iyi.” Yazdığım şeye bakıyorum. Bir oradan bir buradan. Elime alıp gösteriyorum, “Olur mu sence bundan bir şey?” Alıyor elimden, çok ciddi. Ödüm kopuyor okuyacak diye. Şöyle bir saniye bakıp katlıyor bir güzel. Gül yapıyor kağıttan. Alıp bahçedeki çiçeklerin arasına yerleştiriyor. “Oldu şimdi.”

Mutlu bir insanım ben. Mutluluğu arıyorum. Yanımda şikayet eden insanlar olunca da... Benden çalıyorlar sanki. Mutluyum ben. Mutluluğu arıyorum. Mutluluğu kim arar, a gülüm?