Dikanka yakınlarında öyküye inanmak

Kahkahadan korkuya, ürpertiden gülünce sürüklenen okur, yaşadığı sarsıntının da etkisiyle anlatılan öyküye tav olur.
Kahkahadan korkuya, ürpertiden gülünce sürüklenen okur, yaşadığı sarsıntının da etkisiyle anlatılan öyküye tav olur.

Başkası anlatsa “saçma sapan şeyler” deyip geçeceğimiz şeyleri, bir yazar anlattığında bizi anlatılana inandıran şey nedir? Hangi ipe tutunup düşmeden öykünün içinde ilerleyebiliyoruz? Bu sorulara Gogol’ün ilk dönem öykülerinde geçerli cevaplar bulabiliyoruz.

Öykünün bulutsu halde olduğu bir an var. Ete kemiğe, kelimeye cümleye bürünürken, o oluş anına şahitlik ettiğimiz, hikâye edilen şey, öykü, o anda bizim için daha bir etkileyicidir. Notlardan, atıflardan ve bize o an iyi görünen bir fikirden müteşekkil olan o şey, öykünün ilk nüvelerini içinde tutuyordur. Bize “o an iyi görünmesi” önemli, yani muhatabı olan herkes için ayrı ayrı vurgulanmak üzere, “şahsi beğeni açısından”. Vladimir Nabokov şöyle diyor: “Şahsi beğenim açısından, hiçbir şey romantik folklor kadar; ormancılara, Yorkshire’lara, Fransız köylülerine, Ukraynalı yoldaşlara değinen şamatalı hikâyeler kadar sıkıcı ve mide bulandırıcı değildir. Bunun içindir ki Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar’ın iki cildi gibi, 1835’te yayımlanmış Mirgorod Öyküleri başlıklı (içinde ‘Viy’, ‘Taras Bulba’, ‘Eski Zaman Beyleri’ vs. bulunan) iki ciltte toplanmış hikâyeler de hiç ilgimi çekmiyor.”1 Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün 1831’de ilk, 1832’de ikinci cildini yayımladığı ilk öykü derlemesi Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar kitabıyla, Nabokov’un bu kibar aşağılamasının devamının yer aldığı bir dipnot sayesinde tanıştım ve bu öykülerde aşağılananın, tam da öykülerde anlatılanlara inanmamızı sağlayan şeyler olduğunu fark ettim.

 Hangi ipe tutunup düşmeden öykünün içinde ilerleyebiliyoruz?
Hangi ipe tutunup düşmeden öykünün içinde ilerleyebiliyoruz?

Başkası anlatsa “saçma sapan şeyler” deyip geçeceğimiz şeyleri, bir yazar anlattığında bizi anlatılana inandıran şey nedir? Hangi ipe tutunup düşmeden öykünün içinde ilerleyebiliyoruz? Bu sorulara Gogol’ün ilk dönem öykülerinde geçerli cevaplar bulabiliyoruz. Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar kitabında yer alan diğer öykülerin de bir nüvesi sayılabilecek, “Soroçinets Panayırı” öyküsünde mesela. Evet bu öykü R. W. Hallett’in belirttiği gibi “son sahnesine kadar salon komedisi denebilecek hafif bir hikâye”2 ama bundan ibaret değil ve içinde bizi öyküye bağlayan iki şey var: Slav mitolojisinden metne sızan şeytanlar ve bölümden bölüme ani geçişlerle daha da belirginleşen kahkaha ile üzüntü arasında gidip gelen, gülünç olanın altında yatan duygusal zemin.

Karısı Hivria’nın Çerevik’i aldatmaya yeltendiği bölümde bize “hafif” bir sahne anlatılıyor ve hemen ardından sanki bir önceki bölümde hiç böyle bir şey olmamış gibi, öykünün atmosferinin bir halk hikâyesiyle taçlandırılması çift yönlü olarak okuru öyküye çekiyor: Şeytanın kırmızı kaftanı okurun omuzlarındadır artık ve bu sert geçişle, okurun gülünç olana odaklanmış ilgisi mitlerin ormanlarında gezintiye çıkmıştır bile. Gogol burada, öyküde anlatılan kırmızı kaftan efsanesini öykünün anlatıldığı odanın atmosferine dahil ederek, kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüştürüyor ve böylece okurun yakalanmak dışında bir seçeneği kalmıyor - O şeytan oradadır, o odanın kapısı aniden açılmıştır ve kahkaha yerini çığlıklara bırakır.

Vladimir Nabokov şöyle diyor: “Şahsi beğenim açısından, hiçbir şey romantik folklor kadar; ormancılara, Yorkshire’lara, Fransız köylülerine, Ukraynalı yoldaşlara değinen şamatalı hikâyeler kadar sıkıcı ve mide bulandırıcı değildir.
Vladimir Nabokov şöyle diyor: “Şahsi beğenim açısından, hiçbir şey romantik folklor kadar; ormancılara, Yorkshire’lara, Fransız köylülerine, Ukraynalı yoldaşlara değinen şamatalı hikâyeler kadar sıkıcı ve mide bulandırıcı değildir.

Yüzlerdeki korku ifadesi, Çerevik’in ve on sekiz yaşındaki kızına damat bulma öyküsünün devam etmesiyle hınzırca yumuşuyorsa da bir kere okurun ilgisi sabitlenmiştir. Kahkahadan korkuya, ürpertiden gülünce sürüklenen okur, yaşadığı sarsıntının da etkisiyle anlatılan öyküye tav olur. Bu geçişlerle öykünün bizzat kendisi tam da panayırın tasvirindeki hâle bürünür, “gürültü, küfür, bağırtı, meleme ve anırtı - hepsi düzensiz bir uğultuya karışır.”3 Modern eleştiriyi rahatsız eden bu uğultu olsa gerek, düzensiz, yersiz yurtsuz ve alıp Hindistan’da bir şehrin kırsalına yerleştirseniz garipsenmeyecek bu öykülerin hınzırlığıdır huzursuzluk yaratan. Oysa biraz sabredilirse, gerçek hayat ile gerçek üstü hayatların birleşiminden yeni bir öykünün hayat bulduğu görülecekti.

Gogol’ün geçimini sağlamak için halk hikâyelerinden yararlandığı öyküler yazarken ortaya çıkan Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar (1831-1832) ve Mirgorod Öyküleri (1835), onun Ölü Canlar’a (1842) uzanan külliyatı için iyi başlangıçlar. Kırsalın gerçek üstü anlatımlarını alıp bir forma yerleştirerek oluşturduğu öykü dili, sonrasında yazacağı eserlerindeki ayrıksı karakter inşaları ve yaratacağı atmosfer için birer eskizden fazlası. Yakaları kolalanmış ahir zaman öykü, novella ve romanlarının öncesinde, yakaları kalkık paltosuyla sokakları arşınlayan birer flaneur bu öyküler. Onlar için tek dileğim: Şeytanları bol olsun!

  • 1 Nikolay Gogol, Vladimir Nabokov, çev. Yiğit Yavuz, İletişim Y., 2012, s. 35.
  • 2 “Gogol’ün Kahkası” (R. W. Hallett, çev. Emrah Serdan), Petersburg Öyküleri içinde, N. V. Gogol, çev. Ergin Altay, İletişim Y., 2014, s. 269.
  • 3 Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar, N. V. Gogol, çev. Kayhan Yükseler, Everest Y., s. 18.