Dil oyunları ve kurmacanın biçimsel sınırları

Dil değiştiğinde gerçeklik de değişmektedir ve bu gerçeklikler eşölçülemezdir.
Dil değiştiğinde gerçeklik de değişmektedir ve bu gerçeklikler eşölçülemezdir.

Gerçekte ne olup bittiğinin, Fawkes’in gerçekte kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla Baudrillard’ın tabiriyle bu hiper-gerçeklik dünyası, insanları bir hakikatler ağının seyircisi olarak konumlandırmak yerine, onları bir hakikat kurucu olarak görmeyi gerektirir. Artık insan dünyanın içinde değil, dünya insanın içindedir.

“Babasız büyüsen dünyanın bir merkezi ve sınırı olduğunu anlamaz, her şeyi yapabileceğini sanırsın... ama bir süre sonra ne yapacağını bilmez, dünyada bir anlam, bir merkez bulmaya çalışır, sana hayır diyecek birini aramaya başlarsın.”

Orhan Pamuk-Kırmızı Saçlı Kadın

Wittgenstein, Tractatus isimli eserinde dilin olguları resmettiği varsayımından hareketle bir anlam kuramı geliştirmiştir. Bu kurama göre dilin mantıksal biçimiyle olguların mantıksal biçimi örtüşmektedir. Bir nesnenin ilişki içinde olabileceği olanaklı nesneler bir zincirin halkaları gibi birbirine geçmiş şekilde bir biçim oluşturmaktadır; aynı şekilde bu olguyu resmeden dildeki işaretler, ilişki içinde olabileceği olanaklı işaretlerle aynı biçime sahiptir. Bu nedenle dünya, dilin mantığına göre yapılandırılmış olgular toplamından başka bir şey değildir. Dünya bir nesneler değil, bir olgular toplamıdır.

Bu çerçevede söz ve gösterme-anlam ayrımı yapan Wittgenstein, en temelde basit önermelerin olguları resmettiğini, önermelerin mantıksal sabitlerle birleştirilmesiyle karmaşık önermelerin oluştuğunu iddia eder. Bu teze dayanan Pozitivistler, teorilerin analitik a priori önermeler olarak basit gözlem önermelerin bir bileşkesi olarak görülebileceğini ve bir önermenin anlamının, onun doğrulanabilme yöntemi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde bilim ve bilim olmayan arasında bir ölçüt oluşturduklarını düşünmüşlerdir. Fakat Wittgenstein bu tezini sonradan terk etmiştir. Bunun pek çok nedeni vardır ama en önemli nedeni, tezin temelini oluşturan Frege’nin geliştirdiği niceleme mantığının saptanamaz olduğunun ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla dilden bağımsız olguların olduğu ve dilin bu olguları resmettiği inancının en büyük dayanağı yıkılmıştır. Frege’nin zannettiği gibi doğal dilin altında mantıksal bir iskelet varmış gibi görünmemektedir. Şu hâlde dilin mantığı ile olguların mantığının örtüşmesi iddiası havada kalmaktadır.

Wittgenstein, bunu fark ettikten sonra Felsefi Soruşturmalar isimli yeni bir kitap yazarak, dil ve anlam ilişkisine yönelik geliştirmiş olduğu dil oyunları kuramını ortaya atmıştır. Bu kitap, özellikle pragmatizm denilen felsefi ekolün en önemli dayanaklarından biri haline gelecek ve çağdaş sanat ve edebiyat üzerinde önemli etkileri olacaktır. Wittgenstein’ın dil oyunları kuramı, dilin bir tür etkinlik olduğunu iddia eder. Bir dil içindeki işaretler anlamlarını ve gönderimlerini oyunun oynanma biçiminde edinirler. Örneğin bir satranç taşı fiziksel bir nesne olmanın ötesinde bir anlama sahip değilken, diğer satranç taşlarıyla ilişkisi içinde ve oyunun kuralları bağlamında şah adını almaktadır; oyundan çıktığında ise anlamı kaybolmaktadır. O halde dildeki şah sözcüğü, oyundan bağımsız kendinde bir anlama sahip değildir. Satranç oyununu bilmeyen bir insan için bir satranç taşı, fiziksel bir nesne olmanın ötesinde anlamsızdır.

Benzer şekilde dil içerisindeki terimler anlamlarını, diğer terimlerle ilişkileri içinde ve kullanım kurallarına göre kazanmaktadırlar. Bir terimin anlamı, onun dildeki kullanımıdır. Bu kullanım da yaşam pratikleriyle son derece ilişkilidir. Wittgenstein, dilde kullanılan terimlerin anlamlarının olduğunu, herkesin bu anlamları bildiğini ve bu terimlerin de ilgili anlamlara karşılık geldiğini düşünmenin saçma olduğunu söyler. Örneğin kırmızı terimi neye gönderimde bulunur? Kırmızı teriminin gönderimde bulunduğu anlam nedir? Wittgenstein bin çeşit kırmızının olduğunu ve aslında kim senin de kırmızının ne olduğunu tam olarak bilmediğini söyler. İki insan bir rengin kırmızı olup olmadığıyla ilgili anlaşmazlık yaşasa, ikisinin de gidip başvurabilecekleri nesnel bir kırmızı kavramı da yoktur. Ama herkes kırmızı terimini kullanır çünkü nasıl kullanılacağını öğrenmiştir. Herhangi bir problem yaşanmadığı sürece, yani kullanım dil oyunu içinde kabul edilebilir sınırlarda kaldığı sürece, bu kullanım biçiminde bir değişiklik olmaz.

İnsan dili de bu oyunu oynayarak öğrenmektedir; mesela kırmızı bir elmayı ve olgun bir domatesi alarak henüz yeni yeni konuşmaya başlamış küçük bir çocuğa gösterip bunların kırmızı olduğunu söylediğimi düşünün. Çocuk büyük ihtimalle benim kırmızı ile neyi kastettiğimi tam anlamayacaktır. Ben elimle iki şey gösterip bunların kırmızı olduğunu söylüyorum, fakat çocuk kırmızı ile yenilebilir şeylerin kastedildiğini zannedebilir. Zaman içerisinde nasıl anladıysa kullanımları test edecek, onaylandığı sürece ilgili terimi o anlamda kullanmaya devam edecektir. Bir çocuğa “gel” ya da “bu ne?” denildiğinde, onun bir sesle bir eylemi ya da bir nesneyi ilişkilendirmesi beklenir. Bu çerçevede dil oyunu içerisinde anlam oyuna gömülü olarak ve oyundan türetilen bir şey haline gelir. Dolayısıyla Wittgenstein, dili aşan bir gerçekliğin olmadığını iddia etmektedir. Dilin dışında, dildeki ifadeleri doğru ya da yanlış kılan nesnel bir gerçeklik yoktur; ilgili gerçeklik dil oyunu dolayımında kurulmaktadır.

Bu durumda en basit terimler bile, örneğin kalem gibi bir terim bile tanımlanamaz. Bir nesne hangi koşulları sağlarsa kalem teriminin altına düşer? Belirli bir şekle sahip olma, belirli işlevleri yerine getirme gibi özelliklerin hiçbirisi zorunlu ve özsel değildir ve ilgili dil oyunu bağlamına göre değişir. Kalem terimini kullanmayı, tıpkı kırmızı terimini deneme yanılmayla öğrendiğimiz gibi öğreniriz. Terimlerin kullanım kuralları da her zaman talim yapılarak öğrenilir. O halde insanın anlamları ya da olguları dolaysızca bilmesi ve onlara birer ad yapıştırıp dile dahil ederek haklarında konuşması gibi bir durum da söz konusu olamaz. Bu çerçevede içine doğduğumuz dil oyununun bize sunduğu gerçekliğin mutlak doğru olması ya da bir insanın çıkıp ilgili gerçekliğin yanlışlığını anladığını iddia edip doğru arayışına girmesi mümkün değildir. Dil değiştiğinde gerçeklik de değişmektedir ve bu gerçeklikler eşölçülemezdir. Birisinin içinden diğerine bakıldığında görülen tek şey saçmalıktır.

Dilin dışında, dildeki ifadeleri doğru ya da yanlış kılan nesnel bir gerçeklik yoktur.

Gerçekliğin dil oyunları, yani o dili konuşan topluluğun konvansiyonları dolayımında kurulan bir şey olmasının ilanı, büyük anlatıların ölüm fermanı anlamına gelmektedir. Evrensel doğruların, değişmez hakikatlerin olmadığı yeni bir gerçeklik anlayışı ortaya çıkar. Bu gerçeklikte, Zola’da ya da Dostoyevski’de görülen, ahlaki ya da politik konulardaki çatışmalar üzerine okuyucuyu düşündüren ve onda belli bir tavır oluşturma amacı taşıyan eserlere yer yoktur. Buna merkezsizleşme ya da otantikliğin yitimi de denilebilir. Tıpkı Bruegel’in İkarus’un Düşüşü tablosunda olduğu gibi, eskiden tüm insanların yaşamlarını forme eden merkezi bir anlatının, yani İkarus’la ilgili bir kıssanın önemini yitirmesi söz konusudur. Bu tablonun merkezinde tarlasını süren bir çiftçi, sürüsünü güden bir çoban ve ağını atan bir balıkçı vardır, İkarus ise arkada denize düşmüş iki küçük bacak olarak resmedilmiştir. Dikkatli bakılmadığında görmek bile zordur.

Gerçekliğin parçalanması, sadece okuyucunun dikkatini mikro alana çekmekle kalmaz, aynı zamanda onun içini istediği gibi doldurabileceği simgelere yönelik bir ihtiyaç doğurur. Örneğin Guy Fawkes, 1605 yılında İngiliz parlamento binasını patlatarak Kral I. James’i öldürmeye teşebbüs etmiş, başarılı olamamış ve 1606 yılında idam edilmiş bir teröristtir. Ölümünden sonra krallık, halka gözdağı vermek için her yıl onun kuklasını meydanlarda yakma törenleri düzenlemiştir. Fakat zaman içerisinde farklı yorumlarla Fawkes terörist bir figür olmaktan çıkmış ve nihayetinde V for Vendetta isimli filmle birlikte bir özgürlük savaşçısına dönüşmüştür. Bugün Fawkes maskesi dünyanın dört bir yanında, faşizme, kapitalizme ya da emperyalizme karşı mücadelenin en önemli simgesidir. Yani bir simge asırlar boyunca yorumlarla gerçekten tamamen koparılmış ve içi boşaltılmıştır. Bu öyle bir simgedir ki içini her türlü “haksızlığa karşıtlık”la doldurabilirsiniz.

Gerçekte ne olup bittiğinin, Fawkes’in gerçekte kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla Baudrillard’ın tabiriyle bu hiper-gerçeklik dünyası, insanları bir hakikatler ağının seyircisi olarak konumlandırmak yerine, onları bir hakikat kurucu olarak görmeyi gerektirir. Şu halde sanatçının insanları bir “olması gereken”e göre forme etmeye yönelik çabalarının hiçbir meşru zemini yoktur. Bugün, “herkesin kendi doğruları vardır” gibi bir cümleyi mümkün kılan da aynı çerçevedir. Artık insan dünyanın içinde değil, dünya insanın içindedir. Edebiyatta özellikle insanın iç dünyasına odaklanılması da yine bununla ilgilidir. Çelişmezlik ilkesinin ortadan kalktığı, “hem ... hem de” mantığının hâkim olduğu bir yöntemle insanın içsel çelişkileri dile getirilir. Neredeyse tamamı iç konuşmalardan oluşan yeni roman ve öykülerle karşılaşırız. Örneğin Oğuz Atay’ınTutunamayanlar isimli eserinin önemli bir kısmı, anlamsız bir dünyanın Selim ve Turgut karakterlerinde yarattığı çelişkili duyguların ifadesi olan iç konuşmalarından oluşur.

Dilin gerçekliği kurmasıyla ilgili tez, aynı zamanda formu parçalayan sanat biçimleri için de çok önemlidir. Belirli bir sanat yapma kuralı ya da biçimi ortadan kalkacaktır. Nesnel bir bütünlük yoksa, sentezlerin yerini eklektik iliştirmeler, kalıcılığın yerini geçicilik alacaktır. Zaman ve mekân algısının belirsizleşmesi, geçmiş ve geleceğin şimdi içinde çözünmesiyle karşı karşıya kalırız. Örneğin Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler isimli romanında, klasik anlatıların temel özelliklerinin, zaman ve mekânın belirginliği, olayların realist bir tutumla anlatılması ve insanın içsel konuşmalarına değil olaylara odaklanılmasına yönelik bir meydan okumayla karşı karşıya kalırız. Geleneksel olarak kabul edilen iş yapış biçimleri terk edilmekte, Wittgenstein’ın söylediği gibi, neyin söylendiği değil, hangi bağlamda ve nasıl söylendiği daha önemli hale gelmektedir.

Gerçekliğin dilin sınırları içerisine çekilmesi, merkezsizleşme ve hakikatin özneleşmesi süreçleri kurmacanın ve şiirin modern biçim sınırlarına yönelik salt bir olumsuzlama mıdır, bu sınırların genişletmesi midir, yoksa sınırların belirsizleşmesi hatta yok edilmesi midir sorusu netameli bir soru olarak önümüzde durmaktadır. Sınır problemi, bir otorite ya da bir arche problemidir. An-arche, anarşi anlamına gelir. İnsan olmanın trajedisi de sınır karşısında onu aşmaya çalışma, sınırsızlık karşısında ise bir sınır inşa etme çatışması üzerinde yükselir. Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın isimli eserinde söylediği gibi,

  • “Babasız büyüsen dünyanın bir merkezi ve sınırı olduğunu anlamaz, her şeyi yapabileceğini sanırsın... ama bir süre sonra ne yapacağını bilmez, dünyada bir anlam, bir merkez bulmaya çalışır, sana hayır diyecek birini aramaya başlarsın.”