Dilin dizginlenemeyen coşkusu

YASAK AĞACIN ALTINDA - EMİN GÜRDAMUR - KETEBE YAYINLARI
YASAK AĞACIN ALTINDA - EMİN GÜRDAMUR - KETEBE YAYINLARI

Bize hikâyenin içinde yol gösterirken Türkçenin keyfini yaşatan o güzel dil, nasıl oluyor da bazı pasajlarda "Aşırı iyi diye bir şey yoktur. Çünkü aşırı olan her şey kötüdür." sözünün muhatabı haline gelebiliyor? Bunların üzerine düşünmek gerek zira bu kadar güçlü bir anlatımın söz ettiğim kusurlarından sıyrılması ve o şekilde derinleşmesi Gürdamur'un öyküsünü çok daha iyi bir noktaya taşıyabilir.

Emin Gürdamur üçüncü kitabı Yasak Ağacın Altında'yla tekrar okur karşısına çıktı. Kitabın dikkat çeken ilk tarafı, kapağın güzelliğini bir kenara bırakırsak, sadece beş öyküden oluşan bir toplam olması. Yazarın son kitabıyla kıyaslayınca öykülerin epey uzadığını görüyoruz. Aslında bunu birçok yazarda daha gözlemleyebiliriz. İkinci, üçüncü kitapta öykülerin gittikçe uzamaya başlaması durumu, bize yabancı değil. Belki bunun nedeni üzerine düşünmek gerekir ya da düşünülmüştür. Ama biz şimdi yalnızca bu durumun Emir Gürdamur öyküsüne nasıl tesir ettiğine bakalım. Bu kitapla birlikte Gürdamur öyküsünde söz konusu olan ne? Derinleşme mi, kayboluş mu, karmaşıklaşma mı yoksa bambaşka bir şey mi? Son söylenecek şeyi en başta söyleyelim. Bana kalırsa öykülerin uzaması olumlu bir gelişme. Çünkü Gürdamur, diliyle öne çıkan bir yazar. Kendime söz verdiğim için bu yazıda şiirsel ifadesini kullanmaktan imtina ediyorum ama sanıyorum lezzetli bir Türkçe olarak tanımlanabilir bu dil.

Dil, bizi bütün şehvetiyle çağırıp hızla akan bir nehre bırakıyor sanki. Okuma zevkiyle birlikte üsluptaki büyü de artıyor. Kocaman bir ahtapot suyun üzerinde bir general edasıyla ilerliyor ve kıyıya vurmuş, çürümüş cesetlerin çürük bir dala tutunan kalplerini alıp uzaklara doğru... Yazı, kendiliğinden ironik bir karaktere mi bürünüyor yoksa dili dizginlemek gerçekten bu kadar zor mu? Birazdan bu meseleden yine bahsedeceğiz ama söze başladığımız noktayı unutmayalım. Konuya dönmek için de şairden ilham alalım ve önce kalbe dönelim. Yirmi dört sayfalık uzun sayılabilecek bir öykü olan "Şeyhin Kalbi", bana kalırsa kitabın da kalbi. Bu öyküyü okuyunca metnin uzamasının Türkçenin lezzetini daha belirgin şekilde ortaya çıkardığını anlıyoruz. Belki kısa bir öyküde lüks olarak görülebilecek bazı cümleler daha uzun öykülerde rahatlıkla kullanılabiliyor.

Hikâye ve karakter derinleşmeye fırsat buluyor. Çok sert yumruklar atıp işi erkenden bitirmek de bir meziyet ama baş döndürerek yavaş yavaş nakavt etmek bence bu tarz kitaplar için daha uygun bir tercih. Dil, hikâyenin attığı yumruğu yumuşatan bir eldiven olmaktan çıkıp hikayeyle bilek güreşine girebilen bir özneye dönüşüyor çünkü. Emin Gürdamur öykülerinde de böyle. "Şeyhin Kalbi", "Barbarların en güçlü silahları kalpleridir." diye açılıyor örneğin ve sanki biz o andan itibaren dil ile hikâye arasında çekişmeli bir bilek güreşi müsabakası izliyoruz. Okuru şehvetle kendine çağıran dil, daha sonra büyük bir alçakgönüllülükle yolu tarif ediyor bize. Hikâyenin kapısından geçiriyor, bir şeyleri işaret ediyor. Olayları anlatımının yavaş olması ya da açık olmaması bizi sıkmıyor çünkü dilin lezzeti sayesinde hikâyenin dehlizlerine kapılmak konusunda tereddüt etmiyoruz.

Biz de bir tren vagonunda kalıyoruz bir süre. Koşuyoruz bir rüyanın peşinden. Hikâyenin tam ortasındayız. Bunlar atmosferin başarıyla kurulduğunun ve üslup ile hikâye arasındaki bilek güreşinin dengeli ilerlediğinin bir göstergesidir diye düşünüyorum. İlginç de bir atmosfer doğrusu. "Bize gösterdiğin, göstermek istediğin merhamet acaba bizi var ederek, sonra da kovarak yaptığın zulmün bir parçası olabilir mi?" diyen bir makasın garipsenmediği bir atmosfer olarak tanımlanabilir. Dahası, tüm anlatıcıların ve karakterlerin aynı bilgece üslubu kullanması da bu atmosfer içinde bir problem olarak karşımıza çıkmıyor. Ama sorun teşkil etmekten kurtulamayan başka bir durum var bana kalırsa. Bu sorun, yazarın sürekli övdüğümüz dili kullanma becerisiyle ilgili. Dil, okurun damağında harika bir tat bırakıyor, yatağında gürül gürül akıyorsa ortada ne gibi bir sorun var denebilir. Doğru, buraya kadar sorun yok.

Ama bu söz konusu harika dil, zaman zaman öyle bir coşku ve ihtirasla akıyor ki sıyrılıp gidiyor hikâyeden ve solo bir gösteriye dönüşüyor. Bu anlar, ellerinde renkli renkli kalemlerle kitapta altını çizecek yer arayan okurlar için zirve noktaları olarak görülebilir. Bu dil gösterisi okuru büyüleyecek kadar güçlü de olabilir. Ama ne olursa olsun, dilin kullanımı küçücük bir bölümde bile bir gösteriye dönüşmüşse bence bu bir kusurdur. Söz gelimi "Makas Payı" öyküsünü okumaya başlar başlamaz bir şiirde görsek garipsemeyeceğimiz imgelerle, yani bir tür gösteriyle karşılaşıyoruz. "Kalemimin buruşuk damarlarında kangrene kesmiş sözcükler vardı, kaldırılmayı bekleyen kokuşmuş cenazeler." cümlesiyle açılan öykü okuru neye hazırlıyor? Kaldırılmayı bekleyen cenazeler ve çürümüş cesetler gibi imgelerin tekrar etmesinin sebebi ne, susmak neden bütün savaşlara ruh katıyor, gemiler batarken ne düşünüyor?

Bize hikâyenin içinde yol gösterirken Türkçenin keyfini yaşatan o güzel dil, nasıl oluyor da bazı pasajlarda "Aşırı iyi diye bir şey yoktur. Çünkü aşırı olan her şey kötüdür." sözünün muhatabı haline gelebiliyor? Bunların üzerine düşünmek gerek zira bu kadar güçlü bir anlatımın söz ettiğim kusurlarından sıyrılması ve o şekilde derinleşmesi Gürdamur'un öyküsünü çok daha iyi bir noktaya taşıyabilir.