Dipnotlar / Moğolluklar

Siyasi, edebi, entelektüel her güç, dile kendi buyruklarını amansız fermanlarla dikte ederler.
Siyasi, edebi, entelektüel her güç, dile kendi buyruklarını amansız fermanlarla dikte ederler.

Daha yaşarken muhasara ettiği hatta kısa bir süreliğine kontrol altına almayı başardığını sandığı kalenin onu şiddetle dışarıya tükürdüğünü hissetmiş olmalı. Mağlup bir fatih, beceriksiz bir hegemon olarak fethetmek istediği surların gölgesinde gözlerini yumdu. Her halükârda bir trajedi değil mi?

Öykücü kendi cehennemini süslü sözlerden tuğlalarla kuruyor. Gençlere düşman değilim ama ne yazık ki bunu en çok yolun başındaki öykücüler yapıyor. Tasvir etmenin, tasviri süslü sözlerle yapmanın cazibesine kapılan öykücü, anlamın / hikâyenin gittikçe içini boşaltıyor. Tasvir meraklısı gösteriş düşkünlerinin yanında bir bekçi dikilmeli ve tam o, süsün şehvetine kapılmışken "Dur, şimdi neden bahsediyorsun? Neyi anlatacaktın?" diye onu uyarmalı. Kendini sözün akışına bırakmak, o büyüye teslim olmak pek romantik tamam ama üzülerek bildiriyorum, tuzak.

Yeni Başlayanlar için Öykü, Ders 1: Öykü yazarken temel olarak bir hikâyenin olması beklenir. Bir şeyi anlatmak, bir şeyi anlatmak, bir şeyi anlatmak. On kere yüz kere defterlerimize yazabiliriz bunu: Bir şeyi anlatmalıyız, güzel anlatmak sonra geliyor. En azından benim için bu böyle. Sonraki soru da hazır tabi; iyi de neyi?

Yeni Başlayanlar için Öykü, Ders 2: Bazen bir şey bulduğunuzu sandığınızda gerçek durumdan kopabiliyorsunuz. O gerçek yanı başınızda bile olsa. Geçenlerde bir arkadaşın arabasına bir süre park yeri arayıp koca bir otoparka girdikten sonra, orada yan yana dizili yükünü boşaltmış onlarca metal yığınını görünce bir an heyecanlandım.

Yazabileceğim bir distopyanın ilk tohumları mı acaba? İnsanlar uzak bir gelecekte bedenlerini "beden park"larına bıraktıktan sonra bilinçlerini yeni bir "şey"e yükleyip özgürce gezebiliyorlarmış.

Düşünün bomboş bir arazide ifadesiz yüzlerle kıpırdamadan ayakta duran, seyahatteki sahibini bekleyen yüzlerce beden. Sıra sıra. Ben bunu heyecanla anlatırken Allah'tan arkadaşım beni uyardı da ayıldım: "E mezarlık!" Doğru ya, yatay olanı! Anlayacağınız burada yapılmışı varmış. Sonra biraz daha düşününce bu "orijinal" görüntünün de aslında onlarca filmde kullanıldığını fark ettim. Güneşin altında... Biliyorsun işte meşhur sözü; o yüzden artislik yapma.

Başka bir edebiyat tarihi mümkün mü? Elbette teorik olarak mümkün. Her tarih anlatısı hatta her edebiyat teorisi, doğası gereği merkezine bir şeyi (kavram, ideoloji, inanç vs) ya da şeyleri almak zorundadır. Soruyu tekrar edelim, var olan anlatıların merkezindeki kavramlar değiştirildiğinde acaba ortaya nasıl bir tarih çıkar? Modernizm'in ilerleme masalı merkezden yan anlamlar kategorisine kaydırıldığında; sanatın tanımı, güzelin (ya da çirkinin, kötünün) ne olduğuyla ilgili kanaatler değiştirildiğinde merkeze neyi koyabiliriz? Her edebiyat teorisi bir tekliftir aslında. Bir okuma biçimi, kendi bakış açısına davet. Biz iki yüz yıldır büyük oranda bir ya da birkaç teori ekseninde kurduk bütün bir edebiyat tarihini ve sanat anlayışımızı. (Tam da bu okuma Amak-ı Hayal'i, Muhayyelat'ı dışarıda bıraktı mesela.) Yine de eserden bağımsız bir şeyden bahsediyorum, en azından şu an için. Moretti'nin Mucizevi Göstergeler'de yaptığı Frankenstein okuması çok ilginç bir deneyim oldu benim için. Yazarın söylediklerinden neredeyse bağımsız ama yine de eserin kıymetini kabul eden başka (Marksist teori ekseninde) bir okuma. Mesela sanatta ruhsallığın izi yeterince sürüldü mü? Ya toplumsallığın? Mitik düşüncenin?

Başkaları hiç bu kadar cehennem olmamıştı! Evvelen başkalarını görmekten dem vurulurdu. İnsanın kendisine dair bir şey öğrenebilmesi için, merhamet etmeyi, insanı, adaleti öğrenebilmesi için elbette en temelde kendini bilmesi için başkalarını görebilmesi, onlara nazar edebilmesi gerekliydi. Bugün artık, başkalarına bakmak bir körleşme biçimine dönüştü. Başkalarına hep başkalarına bakmaktan gözümüzü "başka" bir yöne çeviremiyoruz. Çünkü artık eskisi gibi arayan, anlayan, gören gözlerle değil, didikleyen, röntgenleyen, yargılayan süfli bakışlarla bakıyoruz karşımızdakilere. Bu bizi kör ediyor, "onlar bakarlar ama göremezler" ayetinin muhatabı olmaktan Allah'a sığınmaktan başka ne gelir elden. "Başka"sını görmek, hikâyeci olmanın elbette bugün de en önemli şartı. Ama bakış terbiyesini yitiriyoruz gitgide. İstisnasız her korku / gerilim filminde karanlık tarafa geçişin gözlerdeki ifadenin hatta rengin değişmesiyle temsil edilmesi boşuna değilmiş. Kızaran, kararan, aklaşan tek renk gözler... Görebilmek için önce gözlerimizin ferine kavuşabilmesi gerek galiba.

Adlandırmak, dünyayı ikiye böler. Böyle diyor Octavio Paz. Ve devam ediyor: "Hıristiyanlarla paganlar, Müslümanlarla kafirler, uygarlarla barbarlar, Toltekler ile Çiçimekler, biz ve ötekiler. Bizim toplumumuz da dünyayı ikiye bölmektedir: Eskiye karşı modern. Avrupalılar ve Kuzey Amerikalı torunları, ne zaman diğer kültür ve uygarlıklarla karşılaşsalar onlara geri demişlerdir. Bir ırk ya da uygarlığın kendi biçimlerini başkalarına dayatması ilk kez olan bir şey değilse de, hiç kuşkusuz, insanların değişmez bir ilkeyi değil, değişmenin kendisini evrensel bir ilke olarak belirlemeleri ilk kez olmaktadır. (...) Batı dünyası kendini değişim ve zamanla özdeşleştirmiştir ve Batı'nın modernliği dışında bir modernlik yoktur. Artık barbarlar, kafirler veya paganlar kalmadı; daha çok yeni putperest inançsızlar milyonlarla ölçülüyor, ama bu insanlara "az gelişmiş halklar" deniyor. Az gelişmiş. Bu sıfat, Birleşmiş Milletler'in takati kalmamış kısır diline aittir."

Dil, hiçbir kibirli hükümran tarafından alt edilemez. Ve halklar. Ona tabi olunur. (Ve halklara.) Kendisini sınırlamaya, yolunu belirlemeye, egemenliği altına almaya çalışan hegemon karşısında alabildiğine çaresiz, eylemsiz görünür dil. Ama her tahakküm denemesini, o zarif, acımasız, alaycı, muzip edasıyla kesin bir şekilde alt eder. Çünkü zaman hep dilden ve dilin gerçek sahibi olan halklardan yanadır. Bütün iktidarlar, doğası gereği dil karşısında şansını dener elbette. Siyasi, edebi, entelektüel her güç, dile kendi buyruklarını amansız fermanlarla dikte ederler. Tahakküm karşısında direniş oysa, dilin ve yönetilenlerin en gizli zanaatıdır. Boyun eğer gibi yaparlar, kabullenmiş, yenilmiş gibi. Halkın sezgisel olarak farkında olduğu, iktidarların bilmediği şudur: Devran hep döner. Bunları bana bu defa düşündüren Tahsin Yücel'in o zavallı çevirileri oldu. Hakaret etmek için değil, trajik bir durumun altını çizmek için çevirileri "zavallı" olarak niteledim.

Yücel'in ıraksal, aktöre, söylen, edim, betil, devingen, ussal, çevren gibi kelime ve kavramlarla doldurduğu kitaplar bugün kabul edelim ki hepimiz için gizemini koruyor. Anlamıyoruz. Metinlere dahil olamıyor, elimize kalem alıp çevirilmiş bir metni yeniden dilimize çevirmeye çalışıyoruz. Zavallı çünkü, beceriksiz değil Tahsin Yücel. Her bir kelime bir teklif, dilin az önce belirttiğimiz doğasını yok sayan bir işgal denemesiydi. Kendisi yakınlarda öldü, kıymetli bir sanatçı ve çevirmendi. Daha yaşarken muhasara ettiği hatta kısa bir süreliğine kontrol altına almayı başardığını sandığı kalenin onu şiddetle dışarıya tükürdüğünü hissetmiş olmalı. Mağlup bir fatih, beceriksiz bir hegemon olarak fethetmek istediği surların gölgesinde gözlerini yumdu. Her halükârda bir trajedi değil mi?

  • * Dipnot bir Moğolluk eylemidir. Metne yapılmış bir saldırı. İşgal. Amacı kendinde-n- bir fetih. Yeryüzünde bir doğal afet gibi at süren gizemli Moğollar gibi. İş bu Moğolluklar'ın niyeti de farklı olmayacak.