Dipnotlar / Moğolluklar

Büyük bir şiirle karşılaşan insan, bir daha asla eskisi gibi olamaz.
Büyük bir şiirle karşılaşan insan, bir daha asla eskisi gibi olamaz.

Soluğu onun mütevazı evinde aldım. O küçük ev, alabildiği kadar insan almış, birazı da kapı önünde sokakta şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Okunan duaları, o sessiz o vakur yası dinledim. Konuşmak konusunda kararsızdı herkes. Şair'in ölümü karşısında sözcükler, mahcup, yetersiz, güçsüz asılmıştı dudaklarımızda.

"Şair kelimelerin büyük uğultusu içindedir daima... O bir yere gitti mi, kelimelerin bulutu da beraber gider oraya... Şair bir vapura binse, kelimelerin, güvercinler gibi şuraya buraya kondukları görülür." O, Edebiyat Yazıları'nda böyle diyordu.

"Şair, her şeyden ve hepsinden önce şair" Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021'de...

"Nedir Şair? ... musiki adamı, bestekar, veli, kahraman, önder, bilgin, ya da sıradan adam, zanaatçı ve sanatçı. Fakat her şeyden ve hepsinden önce şair, ve hep şair, ve en sonda da şairdir."

Kelimeleri, onun kelimeleri yazıldıkları andan bugüne zihinlerde, akıllarda, gönüllerde, dudaklarda, satırlarda her an defalarca tekrar edildi, ediliyor. Şairin ölüm anı, eğer maharetli ellerce yazılmış bir öykü olsaydı; tam o an, son nefesini verdiği, emaneti teslim ettiği o an, derin bir ıssızlık olurdu dünyada. Azrail Aleyhisselam'ın görevini yapacağı o kısacık anda kelimeler havada asılı kalır; dudaklarda, zihinlerde, gönüllerde soluklaşırdı; ruh bedeni terk ederken yeryüzüne ait bütün kelimeler saygı duruşunda dururdu. Şairin ruhu, kınından çıkmış bir kılıç gibi parlarken parıltı bir anlığına gözlerimizi alırdı. Şair'in göçünü duyar, hissederdi her ruh, bu ölüm eğer bir iyi hikayecinin kaleminden çıkmış olsaydı... Çıkmadı mı? Şüphesiz Allah, hikayecilerin en büyüğü, en kusursuzu, en iyisi, en yücesidir. Olanları kimse bilemez. O anda yeryüzünde gerçekten neler olduğunu kimse...

17 Kasım 2021...

Soluğu onun mütevazı evinde aldım. O küçük ev, alabildiği kadar insan almış, birazı da kapı önünde sokakta şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Okunan duaları, o sessiz o vakur yası dinledim. Konuşmak konusunda kararsızdı herkes. Şair'in ölümü karşısında sözcükler, mahcup, yetersiz, güçsüz asılmıştı dudaklarımızda. Yerin ve göğün, hayatın ve ölümün, şairin ve sözlerin sahibinin sözleri dışında her söz cılızdı: "İnna lillahi ve inna ileyhi raciun." Camlarda, apartmanların çatısında, yolda, arabaların üzerinde güvercinler, kelimeler mahcup izleyiciler gibi süzülüyordu. Fındıkzade'den saat 11.30'da bir tabutla cenaze arabasına... Kelimelere sarılmıştı: "Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz." Saraçhane'de araç durdu, tabutun etrafında elli kişi var mıydık? Şair'i, Şehzadebaşı Camii'ne taşıdık. Ağırdan almaya çalıştıkça bir el bizi itekledi adeta; soluk soluğa hızlı adımlarla girdik cami avlusuna. O bir yere gitti mi, kelimelerin bulutu da beraber gider oraya...

Ben şair değilim, şair şu an diri değil. Peki dört yana güvercinler gibi konmuş, dallardan dallara sıçrayan, şairi karşılayan şu kelimeler, şu kuşlar... Abdussamed Bilgili, Silvan Alpoğuz, Raşit Ulaş ve Furkan Çalışkan'la birlikteyiz. Soruyorum: "Neden Şehzadebaşı, kendi vasiyeti mi? Şiirinden dolayı mı?" Abdussamed, "Burası pek tercih edilmez aslında," diyor "devlet büyükleri, paşalar, padişahlar, devlet reisleri için başka camiler..." Güvercinler havalanıyor. Furkan ekliyor: "Burası İstanbul'da bir şehzade için yaptırılmış tek cami olabilir. Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Mustafa'dan bile çok sevdiği oğlu Mehmed'in erken ölümü üzerine Mimar Sinan'a ısmarlamıştı." Güvercinler bir daha havalanıyor. Zihnimizde aynı dizeler:

  • "Yerleşecek yer aramak
  • Camiinin avlusunda
  • Soğuk bir taşa oturmak
  • Gün doğmadan Şehzadebaşı'nda
  • Başı avuçlara almak
  • Kuşların kanatlarını toplamak"

Kuşların kanatlarını toplamak. Kuşların kanatlarını toplamak.

Bir duvar dibine çöküp birer sigara yakıyoruz hep birlikte. Gittikçe büyüyen kalabalığı izliyoruz. Bir ses var zihnimde hep aynı şeyi söylüyor, gösterişsiz, sade bir yasla: "Dünyaya onun kelimeleriyle baktık, dünyaya onun kelimeleriyle baktık, dünyaya..." Henry Miller, Rimbaud ya da Büyük İsyan'da şöyle diyordu: "Şiir sanatı hangi yönü takip ediyor? Muştu nerede? Her şeyden önce bu soruyu sormalıyız. Şimdi sözünü geçiren kimin sesi, şairin sesi mi yoksa bilim adamının sesi mi? Ne kadar dokunaklı olsa da hala güzelliği mi düşünüyoruz? Ve büyük keşifler esas olarak ne gibi duygular uyandırıyor bizde? Korku! (...) Yaşamın şiirselliği salt matematiksel, fiziksel, kimyasal kavramlarla dile getiriliyor. Şair bir parya, bir anormallik. Bir ayağı çukurda. (...) Dünya gerçekten de bir sayıya dönüştü."

Kendi kendime tekrar ediyorum: Dünya biraz daha sayıya dönüştü. Şair göçtü. "Büyük anofor başladı." Avluyu izliyorum. Gittikçe kalabalıklaşıyor. Tanıdık yüzler, birbiri ardı sıra üzgün yüzlerle tabuta doğru... Gençler, gençler, gençler hızlı adımlarla cenazenin etrafına. Şair, kelimelerin büyük uğultusu içinde az ötede uzanmış yatıyor. O bir yere gitti mi kelimelerin bulutu da... Bir şeyler oluyor, bir şeyler daha, bir şeyler ve bir şeyler. İkindi namazını kılıyoruz. Mehmet Görmez, "O bize, yeşil sarıklı ulu hocaların öğretmediğini öğretti." diyor. Öyle mi? Hem öyle hem değil. O daha önce kimsenin söylemediği yeni şeyler söyledi evet ve o yeşil sarıklı ulu hocaların bizzat kendisi oldu, onlara karıştı, kendi sözlerini onların sözlerine ekledi ve kelimelerin bulutu biraz daha irileşti, derinleşti, koyulaştı. Yıllardır tekrar ettiğim sözünü düşünüyorum. "Büyük bir şiirle karşılaşan insan, bir daha asla eskisi gibi olamaz." Ya kendisini bir büyük şiire dönüştüren Şair'le? Ya onun ölümüyle?

Hoca er kişi niyetine, dedi...

Hakkınızı helal ediyor musunuz? Güvercinler havalandı.

Hakkınızı helal ediyor musunuz? Güvercinler havalandı.

Hakkınızı helal ediyor musunuz? Güvercinler havalandı.