Dördüncü kapı

Dördüncü kapıdan girmeyi başaran ve dalgınlığı çok da büyümeyenler ise dalgınlık evreninin delilerine benzer.
Dördüncü kapıdan girmeyi başaran ve dalgınlığı çok da büyümeyenler ise dalgınlık evreninin delilerine benzer.

Onlar genelde unutmaz dördüncü kapıyı. Koza Han'dan bahsederler mesela. Koza Han da işte bu evrenin dünyadaki bir yansıması, o evrenden kopup gelmiş bir parçadır derler. İlk kapısı doğumu, ikinci kapısı ölümü, üçüncü kapısı rüyayı temsil eder, dördüncü kapı ise ancak dalgınlığı yeterince büyüyenlere görünen esrarengiz bir kapı olarak evrenin dördüncü kapısını simgeler, derler.

Evrenin dört kapısı vardır.

İlk kapı soğuk ve rengarenk bir bahçeye açılır. Dünyanın insanın üzerine çullanmasıyla birlikte de kapanır gider. Mutlu başlangıçların en görkemlisi bu kapıdan girilerek yapılır ama ne tuhaftır ki içeri giren zavallı bunu fark edemez. Şaşırır, ağlar, önce gözlerini yumar, sonra renklere kanar ve ilk kapıdan adım adım uzaklaşır.

İkinci kapı ilk kapının tam karşısında, zikzaklarla dolu yolun diğer ucundadır. Geri dönüşü olmayan bir yolun sonunda içeriden açılmayan ve yerini hiç kaybetmeyen kocaman bir kapıdır o. Canlı gibidir sanki. Yolun her tarafından görünür ve yüzüne baktığınızda o da sizin yüzünüze bakar. Gerçekleri haykırır. Bu yüzden kimi yolcular başlarını öne eğerek yürürler, korkarlar, o tarafa kaydırmazlar gözlerini.

Üçüncü kapı yolun üzerinde görünmez, bir anda belirir o dehşetli yutuculuğu. Esrarengiz bir olaydır. Her ne kadar hakkında deneye dayalı birçok açıklama yapılsa da insanı bir karadelik gibi içine çekip sonra da tüküren bu tuhaf yaratık hakkında çok fazla şey bilinmez.

Ama doğrusu dördüncü kapı kadar gizemli olduğu da söylenemez. Öyle ki bazen oradan gelip geçenlerin dahi hatırlamadığı dördüncü kapı gizemin, dalgınlığın ve hikâyenin...

*

Geçim kaynaklarınızdan biraz bahsedebilir misin, diyor. Kamerayı yerleştirmiş masanın diğer ucuna. Yüzü kırış kırış olmuş yaşlı bir adama bakıyor bunu söylerken. Kasketiyle oynuyor ihtiyar. Kamera görmenin şevkiyle kıpır kıpır, ikide bir hangi kanalda çıkacak bu, diye sorup duruyor. Sonra köyünden bahsediyor. Hayvancılık yapıyorlarmış ama artık geçinemiyorlarmış bu işle. Sevdiğinden devam ediyormuş o da. Devletimiz sağ olsun destek veriyormuş ama bazı fırsatçılar yem fiyatlarını... Orta düzey kanalların az izlenen gezi programlarında mütemadiyen bu sözler edilir. Fakat biz şu anda bir televizyon yayınında değiliz. Hatta daha da ilginci: kamera kapalı. Daha doğrusu bozuk. Senelerdir hiç çalışmadı. Dolayısıyla genç adamın bir televizyonda çalıştığı falan yok. O halde neler oluyor?

Ne mi oluyor, gençler gelmeyince köy unutulup gidiyor burada. Ancak bir cenaze olacak da köy onların aklına gelecek. Tarlaların yüzüne bakan yok. Köyümüz çok yaşlı. Heyecanına bak şunun. Kim bilir neler anlatıyor. Ne anlatıyor hakikaten? Her zaman olduğu gibi kelimelerin arasından kayıp düşüyor delikanlı. Dinleyemiyor. Ama anlatma hevesini görüyor kasketiyle oynayan adamın. Bir kameraya, bir ona bakıyor. Kekeleyişini, utanışını, nedensizce mahcup oluşunu seyrediyor. Canlı değilse bir daha mı çekseniz? Keseriz buraları keseriz, sıkıntı etmeyin. Zaten kalkacak artık. Başka işleri var, başka meşguliyetleri. Yine gelin sunucu bey. Ne zaman yayınlanır acaba?

Arabaya bindiği gibi kaçıyor köyden. Bir yerden sonra aldığı o garip hazzın tadı kaçıyor çünkü. Çekilmez bir hale geliyor dinlemek. Ama bir sonraki farklı olacak. Köye değil bir kere, Bursa'nın merkezinde Koza Han'ın içinde bir dükkâna gidecek. Uzun süredir merak ediyor orayı. Adını seneler önce okuduğu bir kitapta görmüştü. Koza Han'ın dört kapısı olduğunu, dördüncü kapıyı şehri sadece çok iyi tanıyanların bildiğini öne sürüyordu yazar. Muhtemelen edebi bir oyundu bu. Gerçekte böyle bir şey yoktu. Ama nedense içinde Koza Han'a gitme ve dördüncü kapıyı bulma arzusu oluşmuştu o sıralar. Zamanla unutulan bu plan için işte şimdi harekete geçiyordu. Yüklendi kamerayı, içeri girdi. Kaçıncı kapıdan girdi? Hiç düşünmedi ve fark etmedi bunu.

O sırada bambaşka bir şey geçiyordu aklından. Seneler önce Koza Han hakkında yazmaya çalıştığı bir öykü mü, dün akşam bir köyde yediği o harika yemek mi, yoksa mutluluğa yetişmeye çalışan adamın hikâyesi mi? Bunları, belki tamamını belki de sadece birini düşünerek, ama ne düşündüğünün farkında olmayarak dalgınlıkla içeri attı adımını. Bir sürü insan vardı etrafta. Can sıkıntısı nedeniyle dışarı çıkan ve hiçbir şeyi merak etmeyen Bursalılar, büyük bir ciddiyetle bilgilendirme yazılarını okuyan Ankaralılar, hareket eden etmeyen her şeyin fotoğrafını çeken İstanbullular, birbirlerine gizli bir bağ ile bağlı olan ve bu durumdan kimselere söz etmeyen Egeliler, Koza Han'ın çevresinde belli koordinatlarda gezinerek sürekli birbirleriyle karşılaşmayı hedefleyen Sivaslılar... Ve daha niceleri.

Kimler kimler gelir buraya her gün. Avrupa'dan bile bir sürü turist ziyaret ediyor. Böyle başlıyor söze. Bir belediye çalışanı gibi. Ama çok daha ilginç devam edecek hikâye. Ben seni hatırlıyorum bir yerden sanki, diyecek. Allah Allah. Televizyonda mı gördüm acaba? Kamerayı açtın mı, diye soracak sonra. Açtım. Nah açtın. İnsanlar seni dinlemediği, umursamadığı için bozuk bir kamerayla geziyorsun her yeri. Seni ciddiye almıyorlar ama kamerayı alıyorlar, hikâyeler dinliyorsun böylelikle. Hikâyeler anlatıyorsun. Adam yerine konuluyorsun. Öyle değil mi, söylesene.

"Yücel Balku'dan okudun he Koza Han'ı. Tanıyan pek çıkmaz buralarda."

"Evet." diyor. "Ben de gençliğimde öykü yazayım diye bir heves etmiştim de. O dönem okudum. Hatta yanımda da getirdim Koza Han'a geliyorum diye."

Vay be, der gibi bakıyor çantadan çıkan Sükut Ayyuka Çıkar'a. Çaylar geliyor. Hangi kanalda yayınlanacak sorusuna bir kanal uyduruluyor. Ne zaman? Zamanı belli değil, ona kanal karar veriyor. Maaşını alabiliyor musun bari? Alabiliyor. Güzel güzel.

"Hikâye yazmıyor musun artık?"

"Yok, bıraktım o işleri. Bir hevesti diyelim."

Yapamadığını, öykü yazmanın ona yetmediğini, yazdıklarını okuyan üç beş kişinin artık arzularını karşılamadığını söylemiyor. "Hikâyeye tutkunum ben, insanlar bana anlatsın ben onlara. Bunun için yaşıyorum." da demiyor. Pek konuşmuyor zaten. Sözde kamerayı açmış, orta yaşlarda olmasına rağmen saçları bembeyaz olmuş adamın kendinden emin bir tavırla anlattığı şeyleri dinliyor. Koza Han'dan, Bursa'dan, Balku'dan bahsediyor adam. Gözleri ışıldıyor anlatırken. Ama Bursa'nın eskiden daha güzel olduğunu iddia ettiği cümlenin sonunda... Yavaş yavaş duraksıyor. Sanki cümlenin sonuna zor varıyormuş gibi. Tuhaf bir ifade beliriyor yüzünde. Kaşlarını çatıyor. Kamerayı kapat diyor. Ne? Hatırladım seni. Kamerayı kapat çabuk. Ne oluyor lan? Kapatıyormuş gibi yapıyor korkuyla. Ama daha sonra korkmasını gerektirecek bir durum olmadığını anlıyor. Bakışları yumuşuyor yavaş yavaş. Belli ki şaşkınlıktan çatıldı kaşları bu beyaz saçlı adamın. Neye şaşırıyor peki? Aniden neden irkildi bu kadar? Anlatacak şaşkınlığının sebebini ama alelacele. Uzun süredir hiçbir şey anlatamamış gibi. Heyecanla. Yarım yamalak. Bir öyküde hiç iyi görünmeyecek onun üslubu. O yüzden burada izninizle ben gireceğim söze ve "Evrenin dört kapısı vardır." diye başlayacak hikâye.

*

Öyle ki bazen oradan gelip geçenlerin dahi hatırlamadığı dördüncü kapı gizemin, dalgınlığın ve hikâyenin evrenine açılır. Uyuduğunuzda geçemezsiniz bu kapıdan. Öldüğünüzde geçemezsiniz. Yemek yerken, müzik dinlerken, televizyon seyrederken geçilmez oradan. Büyük bir dikkatle yaptığınız hiçbir şey sizi oraya götürmez. Dalgınlar evreni vardır çünkü işin sonunda. Ancak bir dalgın, istemsiz olarak zihnini kelimelerin arasına asılı bıraktığında açılır bu kapı. Bir gün biri anlamak ve keyif almak arzusuyla bir kitabı okumaya başlar. Fakat zaman geçtikçe kelimelere tutunamaz, sıkışır kalır satırlar arasında. Önce basit bir odaklanma sorunudur sadece bu. Sonra dalgınlık derinleşir, kelimeler yabancı yüzlere benzer. Hayaller, kaygılar, fikirler üst üste yığılır, hepsi karışır birbirine ve yiten anlamın arasından kayar gider okuyucu. Nereye? Kitapların belli noktalarında asılı kalmışların evrenine. Nereye? Birbirlerine hikâyeler anlatan, şakalaşan, gülen insanların evrenine. Nereye? Kitapların derinine, en derinine inmeyi başaranların evrenine. Nadiren bir filme, bir hikâyeye, bir dersin ortasına da asılı kalabilir insan ama çoğunlukla kelimelerin gözlerinin içine bakarken yaşanır bu durum. İşte dördüncü kapı böyle açılır ve içeri gireni cıvıl cıvıl bir dünya beklemektedir. Dalgınlığın büyümesiyle bir sarhoşa benzer oranın yerlileri ve durmadan hikâye anlatırlar birbirlerine.

"Mutluluğa yetişmeye çalışan adamın hikâyesini duydunuz mu siz hiç?" diye bağırır bir adam.

"Ömrü boyunca mutluluğun peşinden koşmuş, ama onu geçtiğini fark edememiş. Bu yüzden de hiçbir zaman, hiçbir anın içinde mutlu olmamış bu zavallı adam ama geçmişe baktığında hep mutlu anılar olarak hatırlamış yaşadıklarını ve mutlu bir ömür sürdüğüne inanmış."

"Bunun neresinde kötülük?" diye cevap verir biri. Kahkahalar, haykırışlar, alkışlar karışır birbirine. Kitapları büyük bir dikkatle okuyan ve yazılanları tastamam anlayan insanlara acıdıkları o küçük zaman diliminin dışında hep mutludurlar burada. Hikâyeler ardı ardına sıralanır, hiçbir zaman doyulmaz hikâyeye. Öyle ki, kapıdan geri çıktıklarında korkunç bir hikâye anlatma ve dinleme arzusu duyar bu evrenin müdavimleri. Birçok hikâye anlatıcısı dördüncü kapının arkasını görmüştür de ya itiraf edememiş ya da unutmuştur yaşadıklarını. Böyle bir şey unutulur mu, demeyin. Bazıları o kadar büyük bir dalgınlığı üstlenir ki geri döndüklerinde hatırlarında hiçbir şey kalmaz.

Dördüncü kapıdan girmeyi başaran ve dalgınlığı çok da büyümeyenler ise dalgınlık evreninin delilerine benzer. Zaman zaman bazı sözcükleri haykırıverirler aniden. İmge, derler mesela. Töz, derler. Sonra, derler. Zihinleri dalıp gittikleri kitabın içinden kelimeleri seçer. Kapının bir o tarafında, bir bu tarafında görünürler. Onlar genelde unutmaz dördüncü kapıyı. Döndüklerinde onlarla alay etmeyeceğini düşündükleri insanlara dinledikleri hikâyeleri anlatırlar. Koza Han'dan bahsederler mesela.

Koza Han da işte bu evrenin dünyadaki bir yansıması, o evrenden kopup gelmiş bir parçadır derler. İlk kapısı doğumu, ikinci kapısı ölümü, üçüncü kapısı rüyayı temsil eder, dördüncü kapı ise ancak dalgınlığı yeterince büyüyenlere görünen esrarengiz bir kapı olarak evrenin dördüncü kapısını simgeler, derler. Yücel Balku seneler önce "Koza Han'ın iç avluya açılan dördüncü kapısının hem girişi hem de çıkışı sanki ehil olmayan gözlerden gizlenmiş gibidir." diye yazmış ve ilginç şekilde, hiç gördüğünü söyleyen olmamıştır o kapıyı. Yalnızca dalgınlara, zihinleri allak bullak olmuşlara, dalıp gidenlere görünen bu kapı da kaderini büyük bir vakarla kabul etmiştir.

Anlattıkları bitince, genç adamın yüzündeki şaşkınlığı seyrediyor. Bir hikâye anlatıcısının hayatta en sevdiği şeylerden biridir bu. Hikâyenin sonuna gelmiş olmanın heyecanı, anlatılanların tesirini görmenin sevincine karışır ve söylenenleri duymaz bile insan. "Peki" gibi basit bir ifadeyi bile anlamaz, "Balku nereden biliyordu bunu? Sen nereden biliyorsun? Sen beni nereden..." gibi lafları işitmez. Muhatabının yüz ifadesini keyifle izlerken ve yavaş yavaş dalıp giderken "Teşekkürler delikanlı." der.

"Artık anlatacak bir hikâyem daha var."