Ebru’nun Gecesi

Teknenin içinde sular çoğalmış, çoğalmış da suyun kendisi boğulmaya başlamış.
Teknenin içinde sular çoğalmış, çoğalmış da suyun kendisi boğulmaya başlamış.

Adam bütün parmaklarını aynı anda sıçratmış suya. Renkler dökülmüş. Kırmızı. Beyaz. Mavi. Yeşil. Sarı. Kırmızı. Beyaz. Mor. Turuncu. Kahverengi. Kırmızı. Beyaz. Kırmızı. Beyaz. Kırmızı. Beyaz. Renkler damlamış suya da damlayınca ne su değişmiş ne rengin kendisi.

“Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.”

Ahmet Hamdi Tanpınar

Ebru’nun gecesiymiş. Ama atlama hemen, kadının adı Ebru değilmiş. Zaten bu hikaye de bir adamın başından geçmiyormuş. Bir adam bu hikayenin başından geçiyormuş. Bir adam bu hikayenin başından geçerken başından bir türlü geçmeyen şeyleri hatırlamış. Misal ağrı. Ağrı Türkiye’de sadece bir şehrin değil, adamın kalbini bin dokuz yüz altmış kere acıtan, bin dokuz yüz seksen kere kanatan, muhtelif zamanlarda sayısız ve sonsuz kere hem ağrıtıp hem kanatan o katranın diğer adıymış.

Adam o gece, olağanüstü şeylerin olduğu o gece, olağanüstü şeylerin olduğu halde geçmişini hiçbir olağanüstülükle değiştirememiş olmanın verdiği o acizlikle, iki bin on altı kere ölmeyi göze almış da, her an binlerce kez ölürken bir an bile bir kez ölemeden dönmüş evine. Adam bir gündüzü sevmiş ama ne olduysa yolu bir gündüzden ayrılan gecelere düşmüş. Gecelerce yürümüş adam, geceyi düşünerek yürümüş. Adam gece yürüyüşüne âşık olmuş ama kadının adı Esra değilmiş. Zaten bu hikaye de bir adamın başından geçmiyormuş. Bir adam bu hikayenin başın… Biz hikayeye geçelim. Gerektiğinde başından bile geçebilecek bu adamın başından hiç geçmeyen bir hikayesi varmış. Adam, başından geçmeyen ama unuttuğunu sandığı o hikayeyi sadece o gece, birdenbire o gece, bomba patlar, mermi yağar gibi o gece, yetmiş milyon kez hatırlayıp öyle dönmüş evine.

Adam evine dönmüş de hatrına bile dönemeden daha, bir masanın etrafında şöyle birkaç tur atmış önce. Sonra oturmuş masaya, bir masal adamın etrafında dönmeye başlamış bu sefer. Masal bu ya. Adam, masası ve sandalyesiyle sabit kalırken birden ne olmuşsa ormana dönüşmüş ev. Ben diyeyim Dante’nin ormanı, sen de Hansel’le Gretel’in ormanı, o desin Lost’un ormanı, bir başkası çıksın desin Amerika’nın balta girmiş de insan girmemiş ormanı. Karanlık bir ormanmış bu, gündüzü bile kapkara. Adam kalakalmış bu siyah yaprakların tam ortasında. Masanın ayakları zehirli sarmaşıklara, zehirli sarmaşıklar kara kuru dallara, kara kuru dallar simsiyah ağaçlara uzanmış da hepsi bir, küçücük masası ve sandalyesinden başka hiçbir şeyi olmayan bu adamın etrafını sarıvermiş hoyratça.

Otların, çalıların, gövdesi göğe kadar uzanan upuzun ağaçların kalabalığında kalan adam, etrafı karanlıklarla baştan sona kuşatılmış olan bu adam, karanlıkların içinde baykuşların, sırtlanların, yılanların, canavarların gözleriyle izlenen bu adam korkmuş önce. Eee insanmış, insanlar korkarmış, korkmuş tabi. Gök durmadan inliyor, gökten durmadan sesler iniyormuş. Adam durmadan durmuyormuş. Çünkü adamın kalbinde sesler patlıyormuş. Adamın kalbi patlıyormuş. Adamın kalbi gam, güm diye. Adamın kalbi tank, tunk diye bilmem kaç defa patladıktan sonra ormanın sisi gittikçe büyümüş, büyümüş de büyümek bir büyü gibi kaplamış her yanı. Yerde parça parça sis bulutlarının arasında, gökte dalga dalga ses bulutlarının arasında, yerde ve gökte koca koca azalan insanlığın arasında ben diyeyim cadılara benzer, sen diyesin hortlaklara benzer, o desin hiçbir şeye benzemez acayip mahluklar görülmüş.

Bulutlar ejderhalara, ağaçlar canavarlara, bilimum ot ve haşeratlar türlü türlü yaratıklara dönüşmüş. Noluyor lan demeye kalmadan olmuş bunların hepsi. Adam korkmamış mı? Korkmuş elbet. Adamın içi patlamış. Adamın dışı patlamış. Adamın içi dışına çıkmış da bu karanlıkta, bu kalabalıkta yol boyu yürürken değil, masanın başında öyle durup dururken kaybolmuş. Birçok şeyin birçok şeye döndüğü, neyin dönek neyin gerçek bilinmediği milyonlarca geceler gibi o gece de kaybolanlar olmuş elbet. Adam her ne kadar bir masada durup dursa da kendinden çıkıp çok uzaklara giden kaybolanlar varmış. Kaybolanlarının arkasından bakmış adam. Mermilerce pat diye beynine inen, bombalarca güm diye kalbine düşen anılarına bakmış. Hatırlamış. Annesinin kendini dünyaya getirirken bu dünyadan gidişini hatırlamamış ama. İnsan en çok doğarken unuturmuş. Bunu bilmiş. Nasıl ki en çok ölürken hatırlıyorsa. Bunu da çok iyi bilmiş.

Ama bu kadar bilmişlikle babasının bin dokuz yüz altmış kere öldüğü o geceyi bir kere bile hatırlamamış. Çünkü minik, minicik bir bebekmiş daha kundakta, bir gece yarısı ansızın. Hani bir gece yarası ansızın. Bir gecenin yarası olarak kalmış adam. Kendisi ve abisi. Şu koca dünyada. Şu koca masa gibi. Bir başına. Sonra. Neden sonra. Bin dokuz yüz seksen kere kavga ettiği abisini hatırlamış. Adam kapıyı bin dokuz yüz seksen kere çarpıp çıkmış da evden, bir kere bile gidemediği kendinden, kendini de alıp gitmiş. Kahrolmuş. [Kahrolmak deyince, kahrol Amerika (yazar burada hiç hoş olmayan hareketler yapıyor, ne o öyle kahrolmak kahretmek filan, ama napsın ciğeri yanıyor, yazsın da yangın sönsün biraz öyle değil mi, yoksa edebiyat niye var) sen de kahrol İsrail] Adam, şu bizim adam, kendinden kaybolanları, masasından uzaklaşanları böyle bir bir hatırlamış da kendisi böyle kahrolduktan sonra kahretmiş cümle iblise ve mahlukata. Eee ormanmış bu. İblis de çokmuş, eslef-i safilin de. İnsan da çokmuş insan yiyen de.

Şu koskoca ormanda. Bir masada. Bir başına. Adam çok korkmuş diyorduk. Ormanın uğultusundan koparıp gözlerini. Korkarak bakmış aya. Ay yeryüzünün kaybolan bütün ışıklarına inat hiç olmadığı kadar sonsuz bir ışıkla parlıyormuş havada. Yerde parladığı da olurmuş. Ama ne zaman parlarmış? Adam sevdiğinde parlarmış. Nerede parlarmış? Ay, gökten çıkar da adamın sevdiğinin gözlerinde parlarmış. Çünkü kocaman bir ışık topuna, gür bir aya benzermiş adamın sevdiği. Bu yüzden adam aya baktıkça hep onu hatırlarmış ama kadının adı Hilal değilmiş. Zaten bu hikaye de bir adamın başından geçmiyormuş. Bir adam bu hikayenin başından geçerken başını ellerinin arasından alıp masaya koymuş. Adam başını ortaya koymuş.

Adam başını ortaya koymakla kalmamış da kendinden ne varsa koymuş masaya. Sağ eliyle sol tarafını tutup kalbini çıkarmış mesela. Uzun uzun bakmış, yerinden çıktığı halde dışarda atmaya devam eden kanlı ve irinli yarasına. Adam tutmuş kalbini, ateşle evire çevire döverek, yer yer tükürerek ve dahi söverek, sağdan soldan çekiştirerek büyük, dikdörtgen, demir bir tekne yapmış. Tekne gölden geçmiyormuş. Göl, geçmişin bütün sularını damla damla toplayıp teknenin içinden geçiyormuş. Adam eğilip bakmış. Yüzünü görmüş suda. Milyon kere milyon yüz görmüş suda. Sonra nedendir bilinmez (bilinir elbet de biz bilinmez deriz, deşmeyiz) ağlamış. Etrafını saran şu koca ormanın karanlığından ve canavarlığından değil, bütün geceleri damla damla kendinde tutan şu küçücük su birikintisinde kendi yüzünü gördüğünden ağlamış. Adamın gözyaşları geçmişin sularına karışmış.

Teknenin içinde sular çoğalmış, çoğalmış da suyun kendisi boğulmaya başlamış. Adam, yüzünü sudan alıp yeniden, yeniden ve yeniden iman etmiş. “And olsun geceye,” demiş. Oysa onun aydınlık geceleri varmış. Huzur içinde çay içerek, ayı ve yıldızları seyrederek, çoluğu çocuğuyla televizyon seyredip çekirdek çitleyerek, ne bileyim dostlarıyla gülerek eğlenerek geçen aydınlık geceleri. Karısını değil ama sevdiğini de böyle aydınlık gecelerde düşünürmüş adam. Mecnun olurmuş ama kadının adı Leyla değilmiş. Zaten bu hikaye de bir adamın başından geçmiyormuş. Adam bu hikayenin başından geçerken hatrından bir türlü geçmeyen o ağrıyı, o katranı, hani bu hikayenin başını. Düşünmüş işte.

Düşündükçe ağırlaşmış ağrı, düşündükçe kararmış katran. Adam katranını çıkarmış bu sefer. Kum olmuş, kil olmuş, kitre olmuş da karışmış suya. Adam, kalbinibin dokuz yüz altmış kere acıtan, bin dokuz yüz seksen kere kanatan, muhtelif zamanlarda sayısız ve sonsuz kere hem ağrıtıp hem kanatan o ağrıyı koymuş suya. Su ağırlaşmış. Adam durmamış. İçine bakmış. İçinde seksen bir tane gül dalı varmış da adam bunlarla fırçanın sapını yapmış. İçinde şaha kalkan atları varmış da adam bunlarla fırçanın ucunu yapmış. Hepsini içinden çıkarmış ve içinden çıkamadığı gecelere savaş açmış. Fırçayla hem de fırçayla. Öyle topla tüfekle değil yani fırçayla. Hepsini bir bir dizmiş masaya. Masa da masaymış ha. Bana mısın dememiş bunca yüke, bir de kalkmış koy ulan demiş, daha da koy. İçten dıştan, sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan ne varsa koy.

Kırılırsam, çökersem, göçersem namerdim. Koy ulan demiş, koymazsan adam değilsin, anılarını da acılarını da hepsini koy. Adam, Cansever gibi yaşama sevincini, çiçeklerini, anahtarlarını, sütünü, yumurtasını, pencereden gelen ışıkları, sevdiklerini, sevmediklerini değil de yaşadıklarını, yaşayamadıklarını, kanlı-canlı anılarını koymuş masaya. Bin dokuz yüz altmış kere, yetmemiş, bin dokuz yüz seksen kere. Adam, beyninden çıkarıp kanlar içindeki hafızasını bile koymuş masaya. Parmaklarına bakmış. Parmak uçları renklenmiş, her biri bambaşka bir renk oluvermiş. Adam bütün parmaklarını aynı anda sıçratmış suya. Renkler dökülmüş. Kırmızı. Beyaz. Mavi. Yeşil. Sarı. Kırmızı. Beyaz. Mor. Turuncu. Kahverengi. Kırmızı. Beyaz. Kırmızı. Beyaz. Kırmızı. Beyaz. Renkler damlamış suya da damlayınca ne su değişmiş ne rengin kendisi.

İkisi bir teknede birleşmiş. Bütün hepsi bir teknede birleşmiş. Renkler çiçeğe dönmüş. Renkler böyle çiçeklenince adam da türlü türlü şekiller çekmiş, karanfil çekmiş, menekşe çekmiş, lale çekmiş suyun kalbine. Desenler, suretler, motifler. Birbirine karışarak ama hepsi bir olarak, aynı teknede, aynı suyun yüzünde, aynı acının altında, birbirine karışmadan, birbirine dokunmadan, biri diğeri için, diğeri biri için, hepsi birbiri için, biri diğerini içine alarak, öteki diğeri için var olarak, ama onun çizgisine dokunmadan, ama kendi çizgisini bozmadan, belki tonlarına sarılarak, mutlaka tonlarıyla çoğalarak, fakat güzel, böyle çok güzel, başka bir resim, bambaşka bir suret olmuşlar. Adam türlü türlü renkler, türlü türlü çiçekler, türlü türlü harfler çekmiş.

Elif, Lam, He’yi çekmiş de sevdiğini düşünmüş yine. Ama kadının adı Lale değilmiş. Zaten bu hikaye de bir adamın başından geçmiyormuş. Neresinden geçerse geçsin adam hikayenin başından geçerken yıllarca başından geçmeyen bütün çiçekleri hatırlamış. İçinde açan çiçeklerin arasına nifak tohumları saçanları da hatırlamış. Kuruyan, kaybolan yıllarını hatırlamış da o tohumların aslında etrafını saran şu ormandan başka bir şey olmadığını anlamış. O gece, o hadise. O gece, o hadise cereyan ettiğinde. Adam o gece, geçmişini bir kere unutup abisini bin dokuz yüz seksen kere hatırlamış.

Adam sevdiği uğruna abisiyle kavga edişini hatırlamış. Birinin sağa, birinin sola savruluşunu, adam savrulduğu yerden bin kere vuruluşunu hatırlamış. Hep sevdiği uğruna. Ama kadının adı Ebru, Esra, Hilal, Leyla, Lale değilmiş. Ama adamın sevdiği kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk da değilmiş. Ne tek başına biri, ne bir başına öteki. Adam hepsini birden sevmiş. Adam baş koyduğu masadan, başını kaldırıp baktığında. Adam başını kaldırıp bir güzel haritanın ebrusunu yaptığında. Adam, kendi gecesini bırakıp ebrunun gecesine koştuğunda. Adam, fırçayı bırakıp telefona sarıldığında. Adam, adamlığını hatırladığında. O gece, olağanüstü şeylerin olduğu o gece, asıl hikayenin başına geçmiş:

— Abi, atla hemen. Atla gel. Köprüye gidiyoruz.