Edebiyat tutunabildiğim tek dal

Elif Genç
Elif Genç

“Peki yazmak bir şeyleri iyileştirdi mi? Hayır. Edebiyat benim tutunabildiğim tek dal, sadece bunu biliyorum.”

Elif merhabalar, öncelikle ilk kitabın hayırlı olsun. Bize biraz çıkış hikâyesinden bahsedebilir misin?

Merhaba Arda. Teşekkür ederim. Kendi kıyısında okuyup yazan biriydim. Yazdığımı bilen arkadaşlar, kitap ne zaman, diye sorunca kitap çıkarmayı düşünmediğimi söylüyordum. Hikâyem dergide yayımlandıktan sonra açıp okuyamıyordum. Durum böyleyken hikâyelerin hepsini bir kitapta toplamak ağır geliyordu. Dergilerde dağınık kalmalarına razıydım ve bu şekilde devam etmekti niyetim. Ama o işler öyle olmuyormuş işte... Bir gün önümde benim müdahalem olmadan bir kapı açıldı, kendimi dosyamı hazırlarken buldum. Sürüklenmek gibi bir şeydi. Kontrolün dışında o eşiğe geliyorsun.

DÜŞÜNSENE HIZIR BENDİM - ELİF GENÇ KETEBE YAYINLARI
DÜŞÜNSENE HIZIR BENDİM - ELİF GENÇ KETEBE YAYINLARI

Allah nasip ediyor, dedim. Fakat o kapı kapandı ve ben hevesle kaldım. Sadece birkaç gün sonra Aykut Ertuğrul bana ulaştı, Ketebe’den bahsetti, dosyamı sordu. Kendi kendime dedim ki, olacağın önüne geçememek bu herhalde. Ben vazgeçtikçe o kapı açılıyor. Niyet içime yerleşince Allah nasip ediyor. Sürekli editörlerin kendisini görmediğini söyleyenler, kimse bizden kitap dosyamızı istemiyor diye sızlananlar varken, sadece hikâyelerimi okuyup benden dosyamı isteyenler olduysa demek ki editörler yeni isimleri fark ediyor, görüyor. Onların bu iddialarını benim varlığım çürütmüş oluyor. Camiada “çetecilik” olsaydı benim var olmamam gerekliydi.

Aykut abiyle çıktık bu yola. Güzel de oldu. Zaten benim yazarlık yolculuğumda Aykut abinin belki kendisinin de farkında olmadığı destekleri var. Mesela Post Öykü’ye “Masumiyet Karine”sini alması, ki derginin ilk sayısı bile çıkmamıştı, benim yazdıklarıma inanmamı sağladı. Post Öykü benim için büyük bir sıçramaydı. Ben kendi kendini yazar diye ilan edenlerden olamadım. Dergilerde yer almama rağmen kendime yazar diyemiyordum. Aykut abi öykü festivaline davet edince, demek ki yazarmışım, dedim. Daha sonra da Aykut Ertuğrul editörlüğünde Düşünsene Hızır Bendim çıktı. İyi oldu. Güzel oldu. Çok şükür.

“Demek ki yazarmışım” hoşmuş gerçekten... İlk kitap, ilk heyecan tazeyken şunu da sormuş olalım. Her ilk kitap aynı zamanda yazarın kendi öyküsüne belki de yine ilk defa somut olarak dışardan bakma imkanıdır. Sen dönüp kendi kitabına bu şekilde bakabildin mi? Belki biraz da eleştirel, gelecek öykülerimde şunları yapmamalıyım ya da evet, güzel oldu bu kitaptan razıyım gibi gibi...

Benim hikâyelerimde aile var. Ben aileyi yazmayı seviyorum aslında fakat biraz azaltmam lazım sanırım. Bir de tek öykü hariç hep ben dili ile yazdım. Bu dilden de biraz uzaklaşmak istiyorum. Psikolojik tahlilleri seviyorum, bu yine var olacaktır. Bir ilk kitap. Ben razıyım. Güzel oldu mu olmadı mı okur karar versin.

Genelde birinci tekil anlatıcıyla yazmayı tercih ettiğinden sen de bahsettin ve yine alternatif bir anlatı yakalamak istediğin için arayışta olacağından. Aslında üç aşağı beş yukarı bizim kuşağın genel tercihi bu yönde. Sence dilimizi bu anlatıya yani birinci tekile iten nedir? Kolaya kaçış mı, iç sese verdiğimiz önem mi, hız arzumuz mu, yoksa bambaşka bir sebep mi?

Ben bu dili kullandığımda karakteri daha iyi ifade edebiliyorum. Aradan her şey kalkıyor. Onun yerine düşünebiliyorum. İlmel yakin, aynel yakin, hakkal yakin. Teşbihte hata olmaz, birinci tekil anlatıcı “hakkal yakin”dir benim için. Ben dili hikâyeye kapılmamı sağlıyor. Diğer türlü yazmayı denedim. Hikâye zor ilerledi. Ben koptum. Uzaklaştım. Fakat bu da bir alışkanlık olabilir. Denemek, daha çok denemek lazım.

“Düşünsene Hızır Bendim” ismine nasıl karar verildi? Senin tercihin miydi yoksa editörün müdehalesi miydi? İsmin şıklığı dışında, kitaba ismini veren öykünün genel anlamda diğer metinleri kucaklayıcı bir öykü olduğundan söz edemeyiz herhalde... Yoksa edebilir miyiz?

Ben hikâyeyi kurgularken de bitirdikten sonra da çok okuyorum. Dergiye göndermeden evvel en az bir ay bekletip tekrar tekrar okuyorum. Metin üzerinde ufacık bir oynama yapsam tekrar baştan alıp okuyorum. Bu okumaların çok faydasını gördüm. Zararlı olan bir yanı da var, bir yerden sonra körleşme yapıyor olması. Bu körleşme yüzünden sanırım isim seçemedim. Editörüm Aykut Ertuğrul’dan rica ettim, isme beraber karar verelim, dedim. O da bana iki isim önerdi. Düşünsene Hızır Bendim’i duyunca tereddütsüz kabul ettim. Hatta şaşırmıştım, ben nasıl fark edemedim diye. Çünkü bende kuvvetli bir Hızır inancı var. Hurafedir, hakikattir bu yanıyla ilgilenmiyorum. Birbirimize “Hızır” olmamız lazım meselenin bu tarafındayım ben. İlkokul dönemime uzanır Hızır’a muhabbetim. Zor durumdaki kişiye bir şekilde dokunacağı ümidi, her karşılaştığını Hızır bil masumiyeti çocukluğumda duyduğum şeylerdi ve ben bunları çok içselleştirmişim. Hâl böyle olunca kitabın isminin Düşünsene Hızır Bendim olması evvela beni mutlu etti. Gönlüme göre bir isim oldu.

İlk soruda da bahsetmiştin şimdi de sözü geçti. Zaten iyi dergi okurları seni kitabından önce muhakkak dergilerde farketmişlerdir. Elbette bu bir tür meşhurluk değil, ilgili okurun takdiri. Zaten edebiyat dergilerine meşhur olmak için yazılmaz. O halde ne için yazılır? Ne kattı sana edebiyat dergileri, Elif Genç nereden heveslendi ve dergilere öyküler göndermeye başladı?

Kendimizi iyileştirmek için yazıyor olabiliriz, içimize dert olan şeylerin bizdeki etkisini azaltmak için... Belki başka türlü tutunamadığımız, var olamadığımız için yazıyoruzdur. Peki yazmak bir şeyleri iyileştirdi mi? Hayır. Edebiyat benim tutunabildiğim tek dal, sadece bunu biliyorum. Dergilere çıkan yol aslında ilkokul dördüncü sınıfa uzanır. Yazmaya okuyarak başladım. İlkokul dördüncü sınıfta roman okuyordum. Beşinci sınıfta beş yüz sayfalık romanı bitirmiştim. Necip Fazıl’ın şiirlerini ortaokuldayken okuyordum hatta çoğunu ezberlemiştim. Namık Kemal, Aziz Nesin bile okudum ortaokuldayken. Babam poşet poşet kitaplar getirirdi. Kitaplardaki sese hayrandım. Zaten etrafımda dinlemeye değer başka ses de yoktu. Lise sonda müthiş bir yazma isteği ile başladım. Karakterler tasarlıyordum.

Sonra onları bir romanda toplayabileceğimi fark ettim. İki yılımı aldı o roman. Sonra yarıda bıraktığım üç roman dosyam daha oldu. Yarıda kaldılar çünkü dergilerle ilerlemek gerektiğini fark ettim. Etrafımda yazan ya da yazdıklarımı okutabileceğim kimse yoktu. Elimde roman dosyasıyla yayınevlerinin kapısını çalsam hiç tanımadıkları birini kim ciddiye alırdı? Kafamda böyle sorular vardı. Romanı bırakıp öyküyü gündemime aldım. Defterler doldurdum. Yazdım, sildim. Tekrar yazdım. Yıllar sürdü tek başıma bu uğraşım. Ama yazmayı hiç bırakmadım. Sonra birkaç dergiye metin göndermeye karar verdim. O dergiler kapandı :) Mesela Yumuşak Ge’ye göndermeye niyetlendim. Kapandığını duydum. Böyle birkaç dergi daha oldu. Hâliyle biraz geç oldu dergilerde yer almam. İnsan tek başınayken cesaret edemiyor. Ama çok şükür ben editörlerden hep güzel şeyler duydum ve her dergi bana mutlaka bir şeyler öğretti.

Peki bu süreçte etkilendiğin yazarlar oldu mu? Belki özellikle okuduğun ya da baskın dilinden ötürü özellikle okumaktan kaçındığın...

Üniversite dönemimde Nazan Bekiroğlu’nun bütün eserlerini peş peşe okumuştum. Çok etkilenmiştim. Onun gibi yazmak istemiştim. Daha sonra bu şiirsel dilin hikâyemi zayıflaştırabileceğini düşündüm. Uzaklaştım. Ahmet Hamdi ile Peyami Safa ile dili biraz törpüledim. Kendime yakın hissettiğim eserlerden etkileniyorum, besleniyorum. Nazan Bekiroğlu’ndan etkilenmemin sebebi de eserlerinde kendimi görmemdi. Ingeborg Bachmann, Güray Süngü’nün romanları, Sibel Eraslan’ın hem karakterleri hem de dilinin naifliği beni çok etkiler. Bir derdi olan eserlerden etkileniyorum.

Son olarak Post okuru için mutlaka okuyun dediğin 3 öykü kitabı desek...

Bu Böyledir / Mustafa Kutlu Sur Kenti Hikayeleri / Ali Ayçil Karaduygun / Sema Kaygusuz