Ehembuhur Lekesi

Şu hafif rüzgârda ne de güzel uyunur di mi, diyor Zahir.
Şu hafif rüzgârda ne de güzel uyunur di mi, diyor Zahir.

Zahir’le sahilde oturuyoruz. İki sandalye, bir de masa attık. Masanın ortası delik, oradan şemsiye geçiyor. Güneşi kırıp yüzümüzü kırmızı, turuncu ve elbet sarıya boyuyor. Zahir’in bakışlarında Ehembuhur vakti denize girme, demedim mi sana diye gözyaşlarıyla bağıran ve bağırırken de çocuğunu hüngür hüngür döven anneyi görebiliyorum.

Ayaklarımı, parmak arası terlikten çıkarıp yavaşça kumun altına sokuyorum. Parmaklarım serinliği hissedene kadar kuru kumu eşeliyor. O sırada işittiğim bir gülüşmeye başımı kaldırıyorum. Zahir, tepkisiz… Uzun eteği rüzgârda dalgalanan bir kadın, kol çantası ve koltuk altına sıkıştırdığı şemsiye ile kumsala yürüyor. Gülen, o değil. On adım kadar önünde sekiz dokuz yaşlarında bir çocuk var; ayakları kızgın kumdan yanmış olacak ki topukları poposunu vura vura denize koşuyor. Sanırım gülen o. Çocuk, rengârenk neşesi içinde, denize ulaşıyor. Kadın, arkasından bir feryat koparıyor ki, öyle sanıyorum annesi.

“Hayııır, denize girmek yok; kumda oyna!”

Emir kesin, önceden yapılmış bir antlaşmanın sesi bu, diyor Zahir. Ben susuyorum, hevesi kursağında kalmış çocuğu izliyorum. Denizin kumsala dokunduğu yerde az da olsa ayaklarını serinletip kadının yanına doğru tekrar koşuyor ama bu sefer kırgın. Annesiyle masaya oturmak zorunda bırakılmış bütün çocuklar adına üzülüyorum. Zahir, yüzümün buruşukluğundan anlamış olacak; üzülme, diyor, olur öyle.

Zahir’le sahilde oturuyoruz, ama öyle donumuzun içine kum kaçacak şekilde değil. İki sandalye, bir de masa attık. Masanın ortası delik, oradan şemsiye geçiyor. Bu tasarımı her seferinde ayrı takdir ediyorum. Şemsiyemiz, Algida…Bakkal Zeki abinin hediyesi. Güneşi kırıp yüzümüzü kırmızı, turuncu ve elbet sarıya boyuyor. Zahir’in yüzünde iki, hatta daha fazla rengi tek seferde görmek beni neşelendiriyor. Zahir’in yüzünde Ehembuhur lekesi. Zahir’in yüzünde çocukken anne sözü dinlememiş bir adam ifadesi var. Zahir’in bakışlarında Ehembuhur vakti denize girme, demedim mi sana diye gözyaşlarıyla bağıran ve bağırırken de çocuğunu hüngür hüngür döven anneyi görebiliyorum.

Zahir’in sağ gözünde beyaz bir halka, hemen boynunda biri onu boğazlamış da bir daha bırakmamış gibi bir beyazlık daha… Bir de sırtında ütü ağzı kadar bir leke… Mecbur kalmadıkça t-şörtünü çıkarmadığından sırtındaki lekeyi çoğu kimse bilmez. Ben bilirim, neredeyse tüm vaktimizi beraber geçiriyoruz. O kadar ki, çok yalnızız. Domino oynayalım mı, diyor Zahir. Yok, diyorum, pişti oynayalım. Lan oğlum, diyor, oynıcaz diye evden dominoyu getirdim. Ben de pişti oynıcaz diye deste getirdim. Masa getirdim, ulan. İyi ya, diyorum, kartların arasına kum girince tuhaf bir ses çıkarıyor, onu sevmiyorum. Kartları kum etmeden oynarız.

Olmaz, diyor Zahir, oynamam. Dedem, diyor, annemin babası. Aha da, hikâye geliyor, diyorum. Ama bu sefer içimden diyorum; Zahir’i kırmak istemem, o benim tek arkadaşım. Dedem, fena kumarbazmış, ne var ne yok yemiş kumarda. Anamla, gariban nenem bakmış eve yıllarca. İşte ne bilim temizliğe falan gitmişler. Hadi ya, diyorum, oğlum neden daha önce söylemedin. Ben da seni hep zengin çocuğu sanırdım. Zengin çocuğuyum zaten, diyor Zahir. Yani hiç değilse, şehirde iki dairemiz var. Bizimkiler, mübadeleyle gelince devlet onları burada bir Rum evine yerleştiriyor. Ev, dediğime bakma; bildiğin şato. Hem de şehrin göbeğinde. İki akraba aileye on oda, iki salon…

Nenem hep şikâyet ederdi, sandalyeye çıksam bile tavanların tozunu alamıyorum diye. O biçim bir evmiş, ben görmedim. Tabii nenem bir elli, onu da es geçmeyelim. Neyse, bizimkilerde o dönem iş yok; güç yok. Köyden gelmişler, şehir hayatını bilmezler, zaten dedemin çalışmaya niyet de yok. İki aile anlaşıp kat karşılığı müteahhite veriyorlar evi. Ev dediğime bakma, bildiğin şato. Müteahhit de, Rum evini yıkıp koca, on katlı apartman dikiyor. Dönemin gökdeleni, ben on katlı diyorum ama sen öyle anla. Ee, sonra. Sonrası, bizim aileye, iki daire düşüyor; nenem yıkıyor ortalığı tabii. O arsa daha fazla eder hesabı.

Dedemde çıt, yok. Müteahhit mi iç etmiş lan daireleri? Yok be oğlum, diyor Zahir. Müteahhit dört daire vermiş bizimkilere; nenem mevzuya uyanmadan, dedem ikisini satıp kumarda yiyor. Hadi be. Annem ondan; eve iskambildir, okeydir sokmaz. Beni de dedeme benzetirler hep. Hem tip olarak; hem mizaç… Bana da büyük yemin ettirdi, anlıcan. Tamam ulan, diyorum, sen kazandın. Kar, dominoyu. Demek, sen de anasıyla masaya oturanlardansın, he Zahir. Yok be oğlum, diyor, sevmiyorum pişti falan. Domino, piştiden iyidir. Gözlerini yukarı kaldırıp, dominoyu kararken, kaş altından bana bakıyor. İkna olmadığımı anlamış olacak ki, tamam ulan, diyor, pişti de oynarız ama başka zaman.

Yedişerden taşları dağıtıyorum, bahçeye on dört taş. Altı-altı var mı, diye soruyorum Zahir’e. Yok. Beş-beşi yapıştırıyorum masaya. Bir gözüm hâlâ kadın ve çocukta. Zahir taş çekiyor, elinde beş yok. Kadının eteği, bacaklarını bileğine kadar örtüyor, ayaklarını güneşe çıkarmış yerde oturuyor. Zahir ikinci taşı çekiyor. Kadının üzerinde beyaz bir gömlek, salaş… Dizlerine sarılmış; başını kendi omzuna yatırmış oğlunu izliyor. Zahir beş-beşe, bir-beş ekliyor; ben de bir-bir düşüyorum. Zahir bana bakıyor, ben çocuğa. Çocuk küçük kovasını kumla dolduruyor.

Öyle olmaz küçüğüm, önce kuru kumu ıslak kumla karıştırman gerekir. Sonra o harcı kovaya koyacaksın. Kumdan kale yapmanın da bir üslubu var. İstemsiz son dediğimi sesli söylüyorum. Zahir gülüyor. Biz, diyorum, kumdan kale yapmayı mendirekte öğrendik. Az önce, diyor Zahir, kendinden birinci çoğul olarak mı bahsettin? Sen oyununa bak iki saat oldu, düşeceğin bir taş. Bir-üç ekliyor domino kuyruğuna; üç-beşi de ben çıkıyorum. Zahir’i yine beşe kitlediğime göre rahat rahat ahkâm kesebilirim.

Kumdan kale ciddi bir iştir, Zahir’ciğim. Zahir bahçeden taş çekiyor. Mesela su ne kadar kirliyse, kumdan kale de o kadar sağlam olur. Zahir ikinciyi çekiyor. Çekip, önce taşa; sonra bana bakıyor. Bunu bilmen lazım… Eskiden fırtına sonrası açıkta iki üç gemi alabora olur; bir hafta zift vururdu sahile; kum siyaha dönerdi. Zahir çektikçe çekiyor. O kumla ne kale yapılır Zahir, sen bilmezsin tabii. Çek, ulan Zahir, çek. Çocuk başını kaldırıp bana bakıyor. Zahir, diyorum, yine sesli mi söyledim. Daha sessiz abi, insanları rahatsız etmeyelim.

Tırnak aralarımdan ziftli kumu çıkarmaya çalışıyorum. Çocuk, doğrulup masaya bakıyor. Önce masaya, sonra bana ve tekrar masaya; domino taşlarına… Annesi, uykuya dalmış. Şu hafif rüzgârda ne de güzel uyunur di mi, diyor Zahir. Ama sadece gölgede, diyorum, çok güzel uyunur. İyice kurulandığına emin olacaksın. Çocuk meraklı adımlarla yanımıza geliyor. Beni bırak, diyor Zahir, çocukla oyna. Benden daha iyi oynar şüphesiz. Hem her seferinde kazanmaya sıkılmadın mı? O nerden bilecek dominoyu Zahir. İyi ya öğretirsin, tıpkı bana öğrettiğin gibi. Uzun iş, diyorum. Olmadı, pişti oynarsınız, diyor. Olmaz, diyorum, annemin yüzü geliyor aklıma. Çocuk masanın dibinde, bir bana bakıyor bir taşlara… Tam ağzımı açıp, oynamak ister misin abisi, diyecek oluyorum. Annesi sesleniyor.

“Yusuf gel buraya, rahatsız etme abiyi.”

Yusuf, hızlı adımlarla annesinin yanına koşuyor. Aklı burada kalmış olacak ki, annesinin yanına giderken son kez dönüp bakıyor. Anne, diyor Yusuf, o abinin yüzüne ne olmuş? Ehembuhur lekesi oğlum, anne sözü dinlememiş.