Enki’nin Kızı Ninda ve Edubba’daki Düşünceli Yazman

Ninda’nın gözlerine bakabilen sadece Ninhursag’mış.
Ninda’nın gözlerine bakabilen sadece Ninhursag’mış.

Ninhursag’ın doğum sancısı çektiği hasır yataktan bir parça söküp ateşe atmış. Ninhursag’ın soğuk terlerini döktüğü yorgandan bir yün yumağı çıkarıp ateşe atmış. Ninhursag’ın saçlarını dağıttığı yastıktan bir keçi kılı çıkarıp ateşe atmış. Alevler önce bunları sonra yeşil ışığı içine alıp kendiliğinden sönünce ebeleri odaya çağırmış.

-ela gözlerindeki yeşil harelere-

Bir varmış da yeşil yokmuş. Tanrı, Enki’nin memleketinde bu rengi yaratmamış ki Ninda doğunca, masalı beş bin yıl sonra bile anlatılsın.

Enki’nin kenti Eridu, Fırat ile Dicle’nin arasında, ırmakların denize döküldüğü noktadaymış. Enki iyi bir peri padişahıymış. Halkını kutsamak için kanallarda yolculuk eder, onlara yaratılan her şeyin adını bildirirmiş. Bereketin babası, insanlığın koruyucusuymuş. Kızdığında denizlerin ve ırmakların dehşeti olurmuş. Sadece Yeryüzünün Efendisi olmak onu biraz aşağılık kompleksine soksa da işi deliliğe dökermiş. Bol şamatalı alemler düzenler, sarhoş olur, uyuşukluğun dibine vururmuş. Affedersiniz uçkuruna da düşkünmüş biraz. Bu yüzden Sumer ozanları onun şanının ve budalalıklarının şarkısını söylemekten mutluluk duyarmış. Enki savaşmayı pek sevmezmiş. Yine de düşmanını alt edemediği görülmemiş. Çünkü büyü denemeleri ile kurnazlık ondan sorulurmuş. Eridu kentinde böylece yaşayıp gidiyor; saban süren, değirmen çeviren halkına bakıp keyifleniyormuş.

Bazen çevre kentlerden oğulları gelirmiş. Ziyafet sofrası kurulunca, Dilmun’u yöneten Enşag sağında; diğer kentleri yöneten oğulları Abu, Nintula, Ninsutu, Ninkasi, Nazi, Azimua, Ninti solunda otururmuş. Böyle bir akşam Enki’nin karısı Ninhursag ortalıkta görünmemiş. Hiçbir gün ışığının girmediği salon Ninhursag’ın ışığından da yoksunmuş. Enki endişelenip hizmetkarlarını Ninhursag’ı aramaya göndermiş. Ninhursag biraz sonra geldiğinde yüzü sapsarıymış. Bedeni yorgun görünüyormuş. Hiçbir şey demeden Enki’nin karşısındaki yerine oturmuş. Ne söz oyunlarına giriyor, ne bitmek tükenmek bilmeyen isteklerini sıralıyor, ne de önüne konan yemeklere dokunuyormuş.

Ziyafetten sonra oğulları gök kayıklarına binip kentlerine gidince Enki Ninhursag’a bu halinin sebebini sormuş. Ninhursag gebe olduğunu söylemiş. Ülkeyi yönetsinler diye dokuz günde doğurduğu oğullarının aksine bu bir kızmış ve Ninhursag dokuz ay beklemek zorunda kalacakmış. Gün ışığı girmeyen toplantı salonunda tek başına oturup günleri birbirine ekler dururmuş. Enki; Sukkalı İsimud’u çağırıp ırmaklarda kayığıyla geziyor, bataklıklarda başka kadınları kovalıyormuş. Birinci ayın içinde Ninhursag’ın gözüne acayip şeyler görünmeye başlamış. O ana kadar görmediği bilmediği bir renk, her geçen gün yaklaşıyormuş ona. Önceleri gözlerini yakmış baktığı şey. Günler geçtikçe alışmış.

Dokuzuncu ay her sabah uyandığında ayakucunda asılı duran yeşil bir hale varmış. Son güne girildiğinde Enki, Sukkalı İsimud’u gönderip bütün ülkeden ebeler çağırtmış. Odadaki yeşil hale, doğum saati yaklaştıkça büyüyor, belirginleşiyor, dalga dalga yayılıyormuş. Ülkede hiç kimsenin daha önce görmediği bu renk, odaya giren tüm ebelerin gözlerini yakıyor, herkes oradan çıkmak zorunda kalıyormuş. Doğum odasına giremeyen Enki, neler olup bittiğini anlamak için bu sefer gök kayığını yollayıp Eridu’da ne kadar büyücü kadın varsa çağırmış. Ebelerin başına gelen felaket onların da başına gelmiş. Gözleri acıyor, odanın ortasında büyüyüp duran bu renge bakamıyorlarmış.

Enki büyücülerin başı Marduk’a başvurmayı düşünmüş. Dilmun gök kayığıyla bir ekmek yiyimi mesafedeymiş. Marduk hemen çıkıp gelmiş. Böyle bir şeye daha önce şahit olmamakla beraber gizli mağarasındaki kaya yazıtlarından bir benzerini bilirmiş. Herkesi çıkarmış oradan. Hemen bir ateş yakmış odanın ortasında. Soğanı soymuş ve ateşe atmış. Hurmayı soymuş ve ateşe atmış. Ninhursag’ın doğum sancısı çektiği hasır yataktan bir parça söküp ateşe atmış. Ninhursag’ın soğuk terlerini döktüğü yorgandan bir yün yumağı çıkarıp ateşe atmış. Ninhursag’ın saçlarını dağıttığı yastıktan bir keçi kılı çıkarıp ateşe atmış. Ninhursag’ın patlayan doğum kesesinin aktığı döşekten bir kırmızı yün alıp ateşe atmış. Ninhursag’ın başucundan biraz un alıp ateşe atmış.

Alevler önce bunları sonra yeşil ışığı içine alıp kendiliğinden sönünce ebeleri odaya çağırmış. Gizli mağarasındaki kaya yazıtlarında okuduğuna göre, daha önce dünyada olmayan bu renk doğan kızın vücuduna yerleşecek, erkek soyundan bin kişiyi lanetleyecekmiş. Marduk, eline bir perde alıp kapının önünde Enki’yle beraber doğumu beklemeye başlamış.

İçeriden, en bulutsuz yaz gecelerinde Dicle ve Fırat’tan gelen büyülü sesten yüzlerce kat daha güzel bir ses gelmiş önce. Sonra kapı açılmış ve tüm ebeler kaçışmaya başlamış. Marduk odanın ortasındaki bebeği görmüş. Bebek sınırsız ovalar boyunca uzanan buğday başaklarından ve ovada un değirmenlerini çeviren kadınlardan daha güzelmiş. Bakabildiği o kısacık an bu kadarını anlamış sadece. Gözlerine yerleşip kalmış yeşil ışık onu esir almadan, bebeğin yüzüne elindeki perdeyi kapatmış.

Ninda’nın gözlerine bakabilen sadece Ninhursag’mış. Çünkü yaklaşık dokuz ay boyunca odasında duran hale sayesinde yeşil renge alışmış. Ninda’nın bakışları kime değse gözüne öküz boynuzu girmiş gibi oluyor, dünyası kararıyormuş. Enki aksini düşünmeye çalışsa da kızının gözlerinde şeytani bir pırıltı buluyor ve bu pırıltının bütün ülkesini yok edeceğinden korkuyormuş. Lanetin yayılmaması için herkesten gizliyormuş Ninda’yı. O böyle yaptıkça halk arasında Ninda’nın laneti değil güzelliği dilden dile yayılıyormuş.

Ninda da gözlerindeki pırıltının tehlikeli olduğunu öğrenmiş büyüdükçe. Hiç ışık almayan toplantı odasında bir başına oturuyor, şikayet etmeden oyalanacak bir şeyler buluyormuş. Ne zaman insanların arasına karışacak olsa hem peçe takmak hem de başı eğik yürümek zorundaymış. Kısacık bir an bile gözlerine değen gözler güzelliğinden büyüleniyor, ölmek pahasına bile olsa yüzünü uzun uzun görmek istiyormuş. Sanki bütün Enki ülkesi yetmiş yıl kıtlıktan çıkmış da Ninda’nın gözlerinde uzanan buğday başaklarına kavuşmuş gibiymiş. Saçının bir teline bakan, ellerini görmek istiyor; endamını seyreden, gözlerine susuyormuş. Yüzünü daha kimse tam olarak göremese de saklanan şeyin gizemi çoğalıyor, yıllar geçip Ninda serpilip geliştikçe isteyenleri Eridu’dan Dilmun’a yol oluyormuş.

Yıllardır bir lanetin ve güzelliğin ağırlığını taşımak zorunda kalan Enki, kapısında biriken kalabalıktan bezmiş usanmış. “Bu gece herkes dağılsın,” demiş, “Ninda’yla evlenmek isteyenlere yarın şartlarımı açıklayacağım.” O gece bütün ülkede çok az kişi uyumuş. Bazıları Ninda’nın güzelliğini konuşuyor, gözlerinin içinde bir ejderha olsa bile onu bir kez görmeye değeceğini söylüyormuş. Bazıları böyle bir şeye ihtimal bile vermiyor, ortalıkta dolaşan tüm söylentileri kurnaz Enki’nin düzenlediğine inanıyormuş. Bazıları gün ışığının hiç girmediği toplantı salonundan çıkmadığı için yer altı cinlerinin musallat olduğunu konuşuyor, bazıları da ilk çocuğunu doğurunca içindeki bu laneti atacağını düşünüyormuş.

O gece Enki de düşünmüş taşınmış. Heyecandan uyuyamayan halk sabah yorgun ayakları ve kızarmış gözleriyle geldiğinde, alanda koca bir uğultu varmış. Enki meydana çıkınca bütün sesler kesilmiş. Rüzgarın ıslığı bile duyulmaz olmuş. Enki şöyle demiş halkına: “Tanrı bana koca bir ülke, zengin şehirler ve dokuz oğul verdi. Başka bir isteğim de yoktu ondan. Ninda doğana kadar halim keyfim yerindeydi. Kızım iki dünyanın en güzeli ama şeytanlar benimle uğraşmak için daha önce hiç görülmemiş renkte bir ejderha sakladı onun gözlerine. Baktığımda bin dönüm tarladaki bin öküzün boynuzu gözbebeğime aynı anda saplanıyor sanki. Ninda’nın gözlerine kör olmadan bakabilene kızımı verip kırk gün kırk gece düğün edeceğim. Onunla evlenmek isteyene tek şartım budur.”

Ninda gün ışığı almayan toplantı salonunda ilk talibini beklemiş. Bugüne kadar kimseye peçesiz bakamadığı için o da merak ediyormuş çıplak gözle bir insanın neye benzediğini. Yıllardır Ninda’yı görme arzusuyla yanıp tutuşan gençler çoktan toplanmış kapı önüne. Odaya girmeye cesaret edemeyen halk, toplantı salonuna çıkan merdivenlere birikmiş. İlk kişi salona alınmış. Ninda elini başının sol tarafına götürüp peçesini usulca açmış. Daha gözlerini yukarı kaldırmadan yeşil bir pırıltı yayılmış hiç gün ışığı girmeyen toplantı salonuna. Herkes kapının önüne yığılmış olacakları bekliyormuş. Ninda gözlerini ağır ağır yerden kaldırırken güzelliğini uzaktan da olsa görenlerin vücuduna aynı anda yüzlerce zehirli ok saplanmış sanki. Bütün kainat tutulmuş. Ninda’nın gözleri bilinmez bir masal diyarında bin muhteşem güneşi aynı anda doğuruyormuş. Ninda’ya bakan genç müthiş bir narayla gözlerini tutarak yere yığılmış. Ayıldığında artık dünya onun için karanlıkmış. O simsiyah alemin içinde belli belirsiz bir yeşil ışığın çıngıları kalmış.

İki, üç, dört, beş, altı... Sahne defalarca tekrarlanmış. Gün bittiğinde yetmiş kör oğlan varmış Enki’nin kapısında. Enki, bir lanetin günahını taşıyan bu adamları ne yapacağını düşünmeye başlamış. Çünkü gerek kenti Eridu, gerekse diğer oğullarının yönettiği kentler dirlik, düzen ve mutluluk içindeymiş. Toplumun huzurunun bir anda bozulmasını ve karışıklık çıkmasını istemiyormuş. Enki’nin aklına bir fikir gelmiş hemen. Halkı gittikçe artıyor, kışı rahat rahat çıkaracak un stoklarına ihtiyaç duyuluyormuş. Buğday tarlaları yönünden hiç sorun yokmuş fakat değirmenlerde çalıştıracak insan bulmak daima zor oluyormuş.

El değirmenlerinin başında oturanların başı dönüyormuş bir süre sonra. Muhafızlar disiplini sağlamaya çalışsa da verim mutlaka düşüyormuş. Enki, körlerin hepsini değirmenlere göndermiş hemen. Çünkü körlerin başı dönmüyormuş. O gece Sumer tarihinin en çok unu akmış oluklardan. Bir sonraki gece daha çok, ondan sonraki gece daha çok, ondan da sonraki gece daha çok un birikmiş. Zaten Ninda, ekmek demekmiş. Sonraki günlerde, gittikçe daha çok delilik alameti gösteren körler, ayaklarından değirmene zincirlenmiş.

Ülkede gittikçe çığırından çıkan bu durum, Edubba’daki düşünceli yazman Tugdu’nun da kulağına gelmiş. Tugdu düğüm demekmiş ve bu yazman da o karanlık, disiplinli, haşin Sumer okuluna düğümlenenlerdenmiş. Önceleri; ekmek istediğinde, su kabını devirdiğinde, bir harfi yanlış yazdığında, gün ağarmadan değil ağarınca kalktığında, gün batınca değil battıktan sonra yattığında hep dayak yermiş. Sonra ise dünyasını içinde saklamayı öğrenmiş. Yedi kat yerin altında, yedi kat da üstünde olan bu okulda kendini duvarlara eklemlemiş. Eskilerin masallarının yazılı olduğu kil tabletler gibi, bu tabletleri fark ettirmeden saran küf gibi, yüz yaşındaki hocasını ölü bulduğu izbe dehlizler gibi, pis sarı yapışkan bir ışık yayan kirli mumlar gibi, yala benzeyen soğuk yemekler gibi olmayı öğrenmiş. Renksiz ve neşesiz.

Aykırı tek nokta bırakmamış kendinde. Gün doğumundan azıcık mutlu olacak olsa içine atmış. Bininci kez yeniden yazdığı Tufan’dan heyecan duyacak olsa içine atmış. Kalemine bağlanacak, kağıdını okşayacak, suya düşen yüzünü görüp sevecek, sokakta şarkı söyleyen birini işitip keyiflenecek olsa içine atmış. Sadece bu şekilde mümkünmüş Edubba’daki sert yaşama tahammül edebilmesi. Taş gibi, duvar gibi, ağaç gibi, yazı yazdığı çamur gibi bir şeye dönüşmüş sonunda. Ama içinde kimselerin bilmediği coşkulu bir dünya varmış. Her gece gün batınca yatağına değil o dünyaya gidiyor, önce serin sularından içiyor, sonra rengini bu alemdeki insanların bilmediği otlara uzanıyor, güzel kadınlardan şarkılardan dinliyor, neşeleniyor, neşeleniyormuş. Ninda’nın gözleri Edubba’nın yüksek duvarlarından ve sımsıkı kapalı kapılarından geçip dedikodu olarak yayıldığında içinde sakladığı o dünya için yeni bir renk bulmak istemiş.

Bakalım Ninda’nın gözleri kendi oluşturduğu renkten güzel miymiş? Tugdu, Ummia’nın huzuruna çıkıp izin istemiş. Ummia onu görünce hâlâ okulda olduğuna şaşırmış çünkü yıllardır sesini bile duymamış. Öyle sessiz, öyle sıradan yaşayıp giden bu katibe ne yapacağını hiç sormadan ve süresiz izin vermiş. Yıllardır karanlık okulunda yaşayan Tugdu dışarı çıkmış ama ne güneş onu incitmiş, ne rüzgar onu sevindirmiş, ne de aydınlık ona neşe vermiş. Bu dünya, içinde kurduğu dünyanın yanında cılız ve sönük kalıyormuş. Kentte Edubba’dan yüksek olan tek yere doğru yürümüş. Yürüdüğü yer Enki’nin sarayıymış. Sarayın arkasında kurulan yeni değirmenlere ve orada çalışan ürkütücü adamlara şöyle bir göz atıp içeri girmiş. Ninda’nın gözlerine bakan bininci kişi dışarı çıkalı günler geçmişmiş. Ninda artık hiç güneş almayan toplantı salonunda oturmuyor, sarayın bahçelerinde şen ve cüretkar dolaşıp duruyormuş.

Tugdu’yu toplantı salonuna alıp Ninda’yı çağırmışlar. Enki umudunu çoktan kestiği için sofrasından bile kalkmamış. Ninhursag ise kızı için endişeleniyor, yaşlanınca yapayalnız kalmasını istemediği için dualar ediyormuş. Ninda gözlerini yere indirmeden, peçesi açık, güle oynaya girmiş içeri. Ayak seslerini duyan Tugdu arkasını dönmüş onu görmek için. Ninda’nın yüzü, kendi dünyasına kaçınca üzerine oturduğu otlarla dolu gibiymiş. Kendini orada sandığı için gülümsemiş. Uzun uzun bakmış Ninda’ya. Baktıkça, ilk görüşte yüzünde sandığı yeşiller gitmiş, Ninda’nın gözlerine düğümlenmiş. Ninda da, Tugdu’nun içindeki dünyayı görmüş o gülümserken. Orada kendi gözlerinin rengini tanıyıp sevinmiş.

Sevilince uysallaşmış Ninda’nın gözleri. Sevdikçe de içindeki vahşet gitmiş. O sene kör adamların ektiği tüm tohumlar yeşil başaklar vermiş. Yemyeşil ovaya düğün alayı kurulmuş baharda. Sevda dünyanın rengini değiştirirmiş.