Ervah-ı Ezel

Sayısala kafası hiç basmıyor Özge’nin, özellikle fiziğe.
Sayısala kafası hiç basmıyor Özge’nin, özellikle fiziğe.

Fizikten geçiyorum ve Özge okul açıldığında hiçbir şey olmamış gibi yanıma geliyor. Hiçbir şey olmuyor, ben Tübitak’a proje hazırlıyorum, aa ne ilginç, diyor o kadar, aramızda hiçbir şey olmuyor. Ben de açıkçası bir kez olsun onu sevdiğimi söylemiyorum.

Silvan, romancı olduğu için olsa gerek kısa öykü fikrini çok yanlış anlamış ama o kadar iyi yazıyor ki biz de “bu kadar uzun öyküyü yayımlayamayız kardeşim” diyemiyoruz. Peki okur bu işe ne der? Bilemeyiz, buyrun işte siz işte öykü! (AE)

Özge’ye çıkma teklif etmeyi düşünüyorum. O zamanlar tahtadaki yazıları bu denli iyi göremediğim için bunun hiç de iyi bir fikir olmadığını sezemiyorum. Niyetim ciddi. On yedi yaşındayım. Bu çıkma teklifinden Türkçe’deki karşılığıyla dört yıl sonra, aramızda geçen onca şeyin üzerine Özge bana gelip; dün gece rüyamda seni gördüm, diyor, bana bela okuyordun. Hayret eden bakışlarla nasıl bela, diye soruyorum. Basbaya Allah belanı versin diyordun. Hadi ya, diyorum. Demek kıza malum oluyor...

Tahtadaki yazıları okumayı öğrenmem zaman alıyor. Normalde tahta hep durduğu yerde duruyor hâlbuki. Şeyhimin eşrafından biri, “Bazıları kendini çok kaptırıyor,” diye açıklıyor bu durumu, “O yüzden tahta hatırından çıkıyor. Önüne döndüğünde ise yazılar kargacık burgacık.” Evet, diyorum şeyhimin eşrafından olan kardeşime, Özge arka çaprazımda oturuyor, bu söylediğin doğru!

Özge fizikten geçsin diye sınav kâğıdımı dönüp ona veriyorum. Kendi kâğıdımı yetiştiremeden zil çaldığı için fizikten bütünlemeye kalıyorum. Normalde en kötü yetmiş beşten dört alıp geçerim ama hoca kopya verdiğimi anlıyor. Çünkü bazı soruları benden başka kimse çözemiyor sınıfta, hele Özge hiç. “Yakalayamadım ama bunu bana yapmayacaktın, bütünlemeden de bırakacağım seni,” diyor fizikçi. Bunu soruyorum: İspat edilemeyen suç suç mudur?

Amerikalı bir hatunla tanışıyorum. Gök gözlü, taş gibi. Tövbe estağfurullah. Türkçe’deki karşılığıyla dört yıl sonra. Kadının Mardin’e neden geldiğini anlamam uzun sürüyor. Ben askerliğimi Mardin’de yapıyorum. Bütünlemeye kaldığım yaz Özge hiç de vicdan filan yapmayarak yazlıklarına gidip Mert diye bir çocukla sevgili olduğu için ben sınavlara bir türlü konsantre olamıyorum! Sağdan soldan laf duyuyorum. Yapma diyorum oğlum kendi kendime oturduğum yerden, yapma. Fizikçi acıyor halime. “Ulan zehir gibi kafa var sende” diyor, Akşemseddin’in bir derste 2. Mehmet’e dediği gibi. “Kala kala, o kıza mı kaldın?”Platon’un hiçbir öğrencisine demediği gibi.

Fizikten geçiyorum ve Özge okul açıldığında hiçbir şey olmamış gibi yanıma geliyor. Hiçbir şey olmuyor, ben Tübitak’a proje hazırlıyorum, aa ne ilginç, diyor o kadar, aramızda hiçbir şey olmuyor. Ben de açıkçası bir kez olsun onu sevdiğimi söylemiyorum. Daha doğrusu söyleyemiyorum. Dante-Beatrice gibi. Ama Dante kadar kötü değilim. Bunu soruyorum: Özge benim senden başka sevdiğim mi var?

Karacaoğlan’ın bir mısraından etkilendiğimi varsayıyorum, ama hangisinden? Tanışmamızın altıncı yılında da olsa öyle ya da böyle, sonuç itibariyle Özge’ye sevdiğimi ima etmiş oluyor muyum, oluyorum! O şen şakrak Özge bunu duyunca kara kara düşünmeye başlıyor birden. Şen şakrak diyorum çünkü bizim okul reisi sınıfa girince, “Vefalı türk geldi yine” esprimi her seferinde bir tek o anlıyor. Ketçapsız tost isteyen müdürün siparişini ketçaba boğdurmamı bile komik bulup -lise hanedanlığında taht kavgaları- ayaklarını yere vurarak gülüyor. Türkçeci ikimiz aynı sırada otururken çok konuşuyoruz diye bin bir azarla yerimizi değiştiriyor -tam olarak ne zaman samimi olduk, hiç bilmiyorum- Özge iki arkamdaki sıraya geçip Türkçeci başka tarafa dönünce hiçbir şey olmamış gibi hiş hişt yapıp gülüyor bana.

Ama aynı Özge ben sevdiğimi ima edince kara kara düşündükten birkaç gün sonra gelip seninle sevgili olarak anlaşabilir miyiz bilmiyorum diyor. S.ktir git anlaşma diyemiyorsun. Özge çünkü o. Onun sorusunu makul bir soruymuş gibi düşündüğümü gösteren mimikler yapıyorum. Özge onu gerçekten sevdiğimi anlıyor ve sevgimden korkuyor. En azından kendisi böyle söylüyor Türkçe’deki karşılığıyla altı ay sonra.

Altı ay sonra lise bitiyor ve Öss’ye girmeden önce Özge’ye son kez fikrini sormak için evlerine gittiğimde yine Mert denen dalkavukla birlikte görüyorum onu. Parkta. Ellerinde biralar var. Hiçbir şey söylemeden gidip Mert’in ağzını burnunu kırıyorum. -4. Murat’ın pek çoğuna yaptığı gibi. - Özge’nin yüzüne bile bakmıyorum. Zaten o cıyaklamakla meşgul. Vurma diyorum şu çocuğa kendi kendime oturduğum yerden, vurma ne halleri varsa görsünler. Ama sesimi bir türlü duyuramıyorum.

Özge o akşam arıyor beni ama telefona çıkmıyorum. Bizimkiler Özge’den haberdar, fizikçi “Oğlunuz bu kız için kendini yakacak,” diyene kadar Özge’yle alakalı şakalar kol geziyor bizim evde -gelin hanım, hanım kız gibi gibi-, annem telefona çıkmadığımı görünce beş karış suratla ne o küstünüz mü, diye soruyor. Küstük desem sevineceğini biliyorum, bir şey demiyorum, bu annemle de yüz yüze son konuşmamız oluyor. Ben kimseye sorup etmeden bir sinirle ÖSS’ye girmiyorum o sene. Ne giricem, askere giderim daha iyi diyorum. Bunu öğrenince annem benle doğal olarak küsüyor. Sadece Özge’ye daha sert bir tepki vermek istiyorum ama görünen o ki olan hep bana oluyor. Mecnun’a olduğu gibi.

Fizikçi sınava girmediğimi duyunca geri zekâlı bu çocuk triplerine -ilginçtir- hiç girmeden beni -ailemin de oluruyla- Dokuz Eylül Üniversitesi fizik bölümünde doçent bir arkadaşının yanına gönderiyor. Bu çocuğa bir bak diyor, yanında kalıp çalışsın, ÖSS’ye sok yeter, bunda acayip gelecek var. Özge hakkında tek bildiğim ÖSS’den çakılıp kalıyor, kopya veren olmadığı için muhtemelen. Fizikçi de beni zaten bu yüzden İzmir’e gönderiyor.

Boyuna güneş alan bir dubleks binada oturuyoruz burada. İbn-i Arabî okumaya da burada başlıyorum. Doçent çok enteresan adam, çatı katında boyuna İbn-i Arabî çevirileri yapıyor. Bir akşam bir yerde zamanın dairesel bir yapısı olduğunu okuyunca -ben bunu sonradan öğreniyorum- masanın üstüne çıkıp buldum buldum diye tepiniyor. -Hamamın ortasında Arşimed’in yaptığı gibi.- Masanın üstünde tepinirken o coşkuyla imana geliyor adam. Allah var, kabul ediyorum Allah var diyor. Buldum! Her şey aynı anda oluyor!

Doçentin yüzüne mal mal bakıyorum, çünkü bir dakika önce Özge mesaj atıyor, İzmir’e geldim buluşalım diye. Numaramı nerden bulduğuna dair hiçbir fikir yürütemiyorum. Çünkü bizimkiler benden yana çok umutlu. Tıp tutturmam gibi bir beklentiyle yaşıyorlar. Doçent de yapar bu, diyor benim için. Zaten bu yüzden her şey aynı anda oluyor cümlesine benden bir karşılık bekliyor. Bu yüzden bana sırf Özge’yi olur da ararım mararım diye yeni bir hat alıyorlar. Hal böyleyken Özge bu numarayı nasıl bulmuş olabilir diye ister istemez düşünüyor insan!

Düşünme oğlum diyorum oturduğum yerden kendi kendime ama duyan kim, tutup soluğu Alsancak’ta alıyorum. Özge Alsancak’tayım diye yazıyor çünkü. Doçente söylesem hayatta salmaz, habersiz gidiyorum, son yemeğine giden İsa aleyhisselam gibi.

Özge, o bildiğim ışıl ışıl gündüzler gibi uzayan sarılığın içinde büyüdükçe büyüyen kız, resmen solmuş ve mat bir hal almış görünüyor gözüme. Sensizlik çok zor gibi bir laf ediyor. Tam böyle olmasa da buna yakın bir şey olmalı. Daha başlarken hata kelimesini kullanarak hepsi için özür diliyor. “Sana günaydın demeyi bile özledim, meğer ne çok yerin varmış bende.”

Bu yüzden resmen hayatının karardığını, böyle bir cümle kurduğuna inanamıyorum ama söylüyor. Bakın bunları Özge’den duymak kolay değil. Evlenelim desem evlenecek olduğunu seziyorum. Göz göze geliyoruz. Ama nedense evlilik hakkında konuşmak yerine kıza şeyhimden söz etmeye başlıyorum. Kıza söz etmeye başlıyorum çünkü İzmir’e geldiğimden beri bir şeyh hakkında konuşup durma isteği hâsıl oluyor bende. Bunda doçentin payı var mı bilmiyorum. Ama tanıyıp etmediğim -ismini nerden duydumsa- bir şeyh hakkında sabah akşam konuşuyor, şeyhle yatıp şeyhle kalkıyorum. Özge şeyh lafını duyar duymaz gömleğinden içeri akrep kaçmış gibi davranıyor.

Muhtemelen eğer birlikte olursak giydiği eteğe, rujuna filan karışacağımı düşünüyor. Böyle basit şeyler. Bingo, daha ilk dakikadan karışıyorum! Bana bunu nasıl yaparsın, diye bağırıyor ağlamaklı. Yoldan gelip geçenler yanlış anlıyor doğal olarak. Bağırma sokak ortasında, diye çıkışıyorum kıza, insanlar yanlış anlıyor. Bir yandan da düşünüyorum, Özge’ye şeyhimden bahsetmemin asıl sebebi ne? Eğer evleneceksek -bana evliliği düşündürüp durduran ne?- benimle ilgili bu önemli konuyu bilmesi gerektiğine inandığım için mi yoksa ileride Amerikalı hatunla çıkacağım yolculukta yaşanacakları seziyor olmam mı? Bunu soruyorum: Kim bilebilir ki?

Özge ağız dolusu hakaretlerle Alsancak’ta beni koyup giderken sevgili doçent bu yaptığım disiplinsizliği affetmiyor ve beni ekip o kıza gitmeyecektin, diyerek bana kapıyı gösteriyor. Allah kahretmesin. Böyle diyorum oturduğum yerden kendime. Hem Özge’den hem doçentten oluyorum. Doçentin kapısına şu özür mektubunu yazıp bırakıyorum gitmeden önce: “Sevgili hocam, zamanın daireselliği konusu, zamanın dairesel bir yapısı olduğunu bir an için doğru kabul edelim. Eğer bu dairesel yapıda her şey aynı anda oluyorsa ve ‘şu an’ bu dairede keyfi bir noktaysa -keyfi bir nokta alalım- ve bütün noktalar aynı keyfilikteyse, keyfi olarak alınan iki an, birbirinden bağımsız iki nokta olmakla birlikte, x = f 1(t) ve y = f 2(t) fonksiyonlarında t yok edilirse eğrisel yörüngenin denklemi elde ediliyor ve buradan...” Her satırı hatırlıyorum ve fakat doçent bu yazdıklarıma hiçbir şekilde geri dönmüyor. En azından çocuk söylediklerimi düşünüp çaba sarf etmiş, bile demiyor koca adam. Kayıtsız kalıyor, yazık çok yazık. Bayezid’in Da Vinci’ye yaptığı gibi.

Neden böyle oluyor anlamıyorum, hayat çok garip. Doçent bana tekmeyi vurduktan sonra otogara gidip memlekete bilet alamıyorum. Annemlerin karşısına çıkacak yüzüm yok çünkü. Bu yüzden bu gibi durumlarda genelde yaptığım üzere tecilimi bozdurarak askere yazılıyorum ve bu defa gerçekten gidiyorum. -kim bilir kim gibi?- Saçma da olsa kendi içimde tutarlı davrandığıma inanıyorum. Askere gitmeden önce Özge’nin Burak diye bir çocukla görüştüğünü öğreniyorum. Ama o eski Özge olmadığını duyuyorum hep. Sanki bir yerinde bir kemik kırılmış gibi durduğunu, yürüdüğünü, konuştuğunu duyuyorum. O kemiği kırmaktan dolayı bazen keder bazense sevinç duyuyorum. Bunu soruyorum: İkilemde kalmış kulların hali nicedir?

Çarşı izinlerimi ilk haftalar kullanmıyorum. Çünkü ben başlangıçta Mardin’e geleceğimi -nerden edebilirim ki- hiç hesap etmiyorum. Tecili bozdururken şuralarda bir yerlere giderim herhalde diye kuruyorum. Belki Özge çıkıp gelir, beni yeşiller içinde görür, aramız düzelir; acaba bunca şeyden sonra birbirimizin kaderinde var mıyız diye kendime sorup duruyorum, bu denli ciddi sorular işte, ama adamlar ne yapıyor, beni Mardin’e gönderiyor!

Özge Mardin’e gelemiyor. Aksi gibi gelmek istediğine dair hiçbir işaret de alamıyorum. Güneşli havalara baktıkça Burak’ladır şimdi diye kendime bilenerek, sinirlenerek hayata küsüyorum. Annem de bana ikinci defa -askere gittiğimi öğrenerek- işte bu sıralarda küsüyor. Ama yine de dayanamıyor, arıyor ana yüreği. Özge’yi ara sıra gördüğünü söylüyor. Görmez olayım, diyor. Özge puanlarına bakmış, mühendislik tutturuyor. Mühendislikte yapamaz o, diyorum, bir kere fiziği kötü! Annem Allah senin belanı versin, diyor kızgınlıkla. Biraz susuyoruz, sakinleşiyor o zaman. Bir çocukla görüşüyor diye ben yalan söylettim kıza diyor. Unutsun bizimki seni, biriyle görüştüğünü söyle arkadaşlarına, nasılsa kulağına gider dedim diyor.

Oralarda bir de bunu aklıma takıp üzülüyorsam eğer üzülmemem gerektiğini belirtiyor annem. Kimle görüşüyorum diyeyim gibi şapşal bir soru soruyor hatta Özge. Annem Burak diye bir isim sallıyor. Hâlbuki Burak annemin benden önce düşük yaparak doğuramadığı oğlunun ismi. Yıllar geçse de hâlâ üzülüyor ona. Ben bu ismi sağdan soldan duyduğumda hiç kıllanmıyorum. Hâlbuki ‘benim annem bu ismi çok sever Özge, diye arasam kızı, belki sesi titreyecek, kendini ele verecek. Ama ben ne yapıyorum, tek kalemde siliyorum. Çünkü annem beni düşünüyor sağ olsun, onun sayesinde kendimi değerli bir ölü gibi hissediyorum. Altın kemerle boğulan şehzadeler gibi.

Telefonu kapatınca sinirle çarşı iznime çıkıyor ve şu Amerikalı hatunla tanışıyorum -ki adı Yvonne- Kadın Mardin’de İngilizce bilen onca rehber arasında şaka gibi beni buluyor ve onu bir otele götürmemi istiyor. Türkçe’deki karşılığıyla üç saat sonra sıkı bir deniz piyadesi olduğunu öğreniyorum bu hatunun. Yine Türkçe’deki karşılığıyla bir yıl önce Irak’ta görev yaparken yaptıklarından dolayı vicdan azabı duymaya başladığını ve istifa ettiğini dinliyorum. Kadınlara ve çocuklara yapılanları hatırladıkça ve bunlara mani olmadığını düşündükçe, kendini kahretmesini tamamen anlıyorum. Kadın Irak’a geçip birkaç Amerikan piyadesi öldürmeyi amaçlıyor.

Ruhunun ancak böyle huzur bulabileceğine inanıyor. Bense Türkçe’deki karşılığıyla bir yıl önce bu kadının en az bir tabur Amerikan piyadesi tarafından tecavüze uğradığı hissine kapılıyor ve bunun intikamını almaya geldiğini sezinliyorum. Bunu söylediğimde kadın yüzle giden araba farına çarpmış serçeden beter oluyor birden. O piçleri geberteceğim, diye bağırmaya başlıyor! Tutuyorum kadını, zar zor tutuyor ve sakinleşmesi için ona Özge’yi anlatmaya başlıyorum. Hayır, önce şeyhimi sonra Özge’yi. Giderek sakinleşiyor. Hayatını daha da karartmasının önüne geçiyorum sanırım. Fakat İngilizcem bazı kavramları çevirmeye yetmiyor. Bunu soruyorum: What does it mean mutmain in English?

Yvonne Mardin’deki bir camide müslüman olmaya karar verip sonra da beni alarak Ankara’ya gidiyor. Türkçe’deki karşılığıyla bir hafta sonra. Neden Ankara, çünkü Özge Ankara’da okuyor. Ben ise oturduğum yerden kendime sakın çıkma, diyorum, Mardin il sınırlarının dışına çıkma. Ama her zamanki gibi dinletemiyorum kendimi.

Kendimi en son ne zaman duyup dinlediğimi anımsayabiliyorum. Güneşli bir İzmir mevsiminde şeyhin adını ilk andığım gün. O kadar çok anıyorum ki duymam kaçınılmaz oluyor. Yvonne’yle Ankara’ya gidiyorum. Yol boyunca rüyamda doçentle İbn-i Arabî’yi konuşuyoruz. Rüyamda, gerçekte yaşadıklarımızla birebir aynı şeyler vuku buluyor. Bunu soruyorum: Olmaz olmaz deme olmaz olmaz ne demek?

Doçentle tanıştığımız ilk gün, elimde valiz, selamun aleyküm, diyorum ve evine geldiğim adamla ilk ayrıldığımız nokta doçentin tanrıtanımazlığı oluyor. Derin bir sessizliğin ardından, “Hoş geldin!” Aynı anda başka bir yerde doçentin tanrıtanımazlığının arkasında karısının ölümü olduğunu anlıyorum. Ölümü derken intiharı. Doçent ve karısı Türkçe’deki karşılığıyla iki ay sonra -onca tüp bebek tedavisinin ardından nihayet- bebeklerini kucaklarına almayı beklerken kadın aniden, ortada gözle görünür herhangi bir sebep yokken canına kıyıyor. Doçent hiçbir sebep süremiyor öne. Keşke diyor her sabah kalktığında dönebilsem o güne, belki bir şeyler değişir. İşte İbn-i Arabî’den feyizle bulduğu “varlığın eş zamanlılık teorisi” -tezine bu ismi vermişti- Doçenti bu yüzden imana getiriyor. Bir umut ışığı oluveriyor onun için. Rüyamın en can alıcı anında eğer biricik karısı şuan intihar ediyorsa onu durdurmak teoriye göre mümkün görünüyor! Dediğim gibi, bunlar doçentle aramızda geçenlerin birebir kopyası. Rüya içinde bir dizi dejavu gibi.

Yvonne Diyarbakır’ı geçerken, insanı canından bezdiren doğu otobüslerinin koltuk televizyonunu bir türlü açmayı beceremediği için -herkes gibi- sıkıntıdan bana salça oluyor, Özge’yi sorup duruyor. O kadar çok soruyor ki gözlerimi açmak zorunda kalıyorum. “İlk nasıl tanışmıştınız?”

Ben Özge’yle ilk fen laboratuarında tanışıyorum. Elektriklenme deneyi yaptığım topuzum yanlışlıkla Özge’nin eteğini kaldırıyor ve Özge bana sağlam bir tokat aşk ediyor! Bütün sınıf hayvan gibi gülüyor buna, sanırsın daha önce kimseyi tokat yerken görmemişler, kalkıp bir ikisine sağlam dalabilirim ama Özge’den gözlerimi alamıyorum. O kadar sarı ki, ister istemez gözlerin kısılıyor. İşte böyle tanışıyoruz biz Özge’yle. Özür bile dileyemiyorum ve Özge arkasına bakmadan gidiyor. Orta birdeyiz. Okulda ilk defa görüyorum onu, zaten o da annesinin tayini sebebiyle okula yeni yazılıyor o gün. Babasıyla annesi boşanıyorlar, Türkçe’deki karşılığıyla üç ay önce ve annesi ülkenin en batısına getiriyor onu.

Derin konuları sevmiyor Özge. Babası için muhafazakâr diyor ve muhafazakârlıktan hiç haz etmiyor. Aslında kastettiği bildiğin dindarlık, bunu görebiliyorsun. Ama babasından mı kaçmak istiyor Allah’tan mı, bunu çözmek öyle kolay değil. Annesi de onun gibi düşünüyor olmalı ki yeni bir yaşam kurmak için Özge’yle birlikte ülkenin en batısına geliyor. -Önüne bir dolu kaderi katarak bir nevi Cengiz Han gibi. Bir nevi de değil.

Ülkenin en batısında bir gün Özge gelip yanıma oturuyor ve naber profesör diye göz kırpıyor. O gün okuldan kaçıyoruz birlikte. Özge’ye gülmek çok yakışıyor. Tek sigara satan marketin birinden iki dal alıp içiyoruz. İlk ve son sigaralarımız bunlar, öksüre öksüre. Özge’ye öksürmek de çok yakışıyor. Sonra hiç ayrılmıyoruz. Arkadaş olarak yani. Evlere gelip gidiyoruz, ders çalıştırıyorum ona. Annesi acayip rahat, istersen kal diyor. Aklımdan geçmiyor değil ama babam sevmiyor böyle şeyleri. Ben de işi şakaya vurup evlenmeden olmaz diyorum. Analı-kızlı gülüyorlar.

Sayısala kafası hiç basmıyor Özge’nin, özellikle fiziğe. Buna rağmen alan seçimleri gelince sayısalı seçiyor. Gözlerime inanamıyorum. Yollarımız ayrılıyor sanıyorum o güne kadar çünkü ben. Neden, diye sorduğumda geçiştiriyor o. Ama aslında burası çok önemli, Özge kendini ispat etmeye çalışıyor. Evet, babasına karşı. Babasının gözünde sözelin, eşit ağırlığın bir anlamı yok, Özge o yüzden sayısalı seçiyor. Sensiz de başarabiliyoruz demek için! Tabi benim gibi bir can simidi olduğunu da göz ardı etmiyor muhtemelen, kim olsa etmez. Lise 1, Lise 2, her yazılı onun istemesine gerek kalmadan kopya veriyorum Özge’ye.

Çünkü kâğıda boş boş bakmasına kıyamıyorum. Sınavdan çıkınca çenesinde çok şirin bir gülücük toplayarak nazlı bir omuz atıyor bana. Onu öyle görünce uçup gidiyor yaşadığım bütün stres. Bir tek fizik hariç. Fizikte cevapları versem de yanlış geçiriyor kız, bunun önüne geçemiyoruz, ille kâğıtları değişmemiz lazım. Düz beyin diyorum bazen ona. O da kızarak senin gibi inek değilim ya diyor. Uzatmıyorum. Bunu soruyorum: Büyük aşklar ne tür bir kavgayla başlar Özge?

Bu tür kapalı soruları kesinlikle anlamıyor kız. Ya da tam tersi, anlıyor ama anlamazlıktan geliyor. Bir iki defa sevgilisi oluyor Özge’nin. Benle tanıştırmaya getiriyor hatta. -Neden yapıyor bunu, bilerek mi? Onla açık açık konuşmaya karar veriyorum- Sevgili dediğim de, bahçede yanımızda dolaşıyor en fazla. Ama yine de ani bir öksürük tutuyor beni, Özge çocuğa gülünce, sigara içtiğimiz ilk günkü gibi. Şimdi düşünüyorum da bütün bunları anlatırken, o kadar da matah bir şey yokmuş gülüşünde, insan vurulmak için kendini bilerek silahın önüne atıyor...

Yvonne inanmıyor bu son söylediğime. Arayıp sormadığı için ona kızgın olmama yoruyor. Kaderin bizi bir şekilde buluşturacağına inanıyor, nasıl ikimiz Mardin’de buluşuyor ve Yvonne ihtida ediyorsa, Özge’yle beni de bir vesile buluşturacak, Yvonne eski bir asker kesinliğiyle söylüyor bunu.

Doğru da çıkıyor. Özge mühendislik fakültesi önünde beni görür görmez bir an bile düşünmeden kollarıma atılıyor. Sanki geleceğimden haberdar, aylardır bugünü bekliyor gibi. Yvonne’yi tanıştırmamla kıskanması bir oluyor. Tek başına eve çıkmış, size evimi göstereyim hadi, diyor. Ne Alsancak ne de sonrasıyla ilgili bir şey konuşmuyoruz. Sanki aramıza hiç mesafe girmemiş, hiçbir şey olmamış gibi. Yolda giderken kendiliğinden elimi tutuyor. Biz orta birde direkt kavga ederek tanışmıştık biliyor musun Yvonne, ben ona tokat atmıştım, diyor Özge. Yolun ortasında güle katıla o günleri anlatıyor. Tabii İngilizce olarak.

Sarı rengin verdiği olanca canlılık -Ankara’nın griliğine inat- yine üzerinde, nasıl sıcak, çok eski günlerdeki gibi. Gel gör ki bende bir huzursuzluk baş gösteriyor. İçimde. Özge’nin elinden bir bahaneyle çekiyorum elimi. Yvonne mi bunun sebebi? Belki. Belki değil kesinlikle. Bunu biliyor ama ikisine de söyleyemiyorum. Ama çok dipte bir yerden, görünen o ki onla karşılaşmamız Özge’ye duyduğum hisleri kökünden sarsıyor. Yvonne’yi ilk gördüğüm an, tanıştığımız günden beri gözlerimi Özge’den ilk kez alıyorum ve neyin ne olduğunu, nerde olduğumu idrak ediyorum nihayet!

Çok büyük bir ervah grubu, arı kovanlarından çıkan sesleri andıran büyük bir uğultu eşliğinde ilk yaratıldığımız gün geçtiğimiz yerden -ki orası meydandır- arşın halk katını geçip gidiyor. Tevhide gelen ruhlar bunlar, biliyorum. Tevhide her yeni gelenler -her defasında yeni gelenler- Türkçe’deki karşılığıyla haftada bir gün -ki o gün Cuma’dır- bulundukları yerden ani bir davetle fırlayarak makama doğru seyrediyorlar. Ben bu baş döndürücü arı uğultusundan istemsiz ürperirken tevhide gelenler arasında Yvonne’ye gözüm takılıyor. Daha doğrusu şeyhimin ervahı yanı başımda “Şu hatuna bak!” diye bağırıyor ve öyle bakıyorum. Yvonne’ye bakmak için Özge’den, tanıştığımız günden beri ilk kez bu kadar keskin alıyorum gözlerimi ve Yvonne bahanesiyle etrafa göz gezdirme fırsatı buluyorum.

Bu aralıkta görüyorum koca tahtayı işte! İlk etapta kargacık burgacık bütün yazılar ama bakmaktan kendimi alamıyorum. Tahta dediğim, meydanın ortasında her şeyin yazılı olduğu ulu levha. Ben buna Yunus Emre ismiyle maruf ulu bir ervah yüzünden tahta diyorum. O cezbeye geldiği had safhada birkaç kez “Bir tahta yaratmışsın” diye haykırıyor ve hatta bunla başlayan bir şiir söylüyor, benim de hatırımda ordan kalıyor. Zaten hatırımızdan başka bir şeyimiz yok. Burada -ki burası ezelî âlem- bütün ervahların dünyadaki kalıplarına duyurmak için gönderdikleri -ki orası anî âlem- ne kadar kelime varsa -iletim ervahın gücüne kalmış- bütün halk katına yayılarak gidiyor ve herkes yerine göre bir diğerinin sırrına, fikrine, yazgısına an gelip muttali olabiliyor.

Zaman anî âleme özgü olduğu gibi orada tanıştığım doçentin üzerine çalıştığı şu teoremin çıkış noktası tamamen doğru, zaman dairesel yapıda, her şey aynı anda oluyor, geçmiş ve gelecek diye bir şey yok ve fakat eksik, her şey kendi anında müstakil olarak olmaya devam ediyor! Doçentin onca zaman bunu gözden kaçırmasının tek sebebi, gözünün ölmüş karısından başka bir şey görmüyor olması... Sadece bir ruha o kadar odaklanmış ki -adam Allahû Teâlâ’yı dahi karısında arıyor- böylesi genel bir ilkeyi görmesinin imkânı yok! Benim Özge’den dolayı ânı kaybetmem gibi doçent de kendini kaybediyor. Bundan Türkçe’deki karşılığıyla bir buçuk ay sonra, ondan anî âlemde bir mail alıyorum.

“Sevgili kardeşim,” diyor mailinde, “sana dönemedim çünkü aylardır yazdıkların üzerine çalışıyorum. Yanlış anlama, ürettiğin formülden hiçbir şey çıkmaz ama bana başka bir fikir verdi: Her şey aynı anda oluyor evet ama bir şey daha var; her şey müstakil olarak olmaya devam ediyor. Dur, beni hemen yargılama. Kafayı yemiş gibi davrandığımın farkındayım ama devam ediyor sanki. Öyle olsa ne şok edici olurdu değil mi?” Evet, ne demezsin! Buradan hareketle an sabiti adını verdiği bir sabit bulduğunu ve yeni bir koordinat sistemi kurmaya çalıştığını, bitirir bitirmez bana haber vereceğini söylüyor. Oysaki ben yapacağına inanmıyorum çünkü bunu Türkçe’deki karşılığıyla kırk yedi yıl sonra Avustralya göçmeni bir bilim adamı buluyor ve muhtemelen ölü karısına kafayı takmış biri değil.

Peygamberler, krallar, kitaplar, bütün büyük aşklar, savaşlar, Cengiz Han’ın Batı seferine deh deyişi, İsa aleyhisselamın son yemeği, Dante’nin Beatrice’in adını öğrenişi, 2. Mehmet’in bir fıkıh dersinde hocasından duyduğu bir iltifat vesaire an âleminde yaşanmış ve yaşanacak olan ne varsa her şey bir anda olup biterken bütün kelimeler ve bütün kipler ezeli âlemde ervahlarımızın -ki nurdan bir bellek haricinde an âlemindeki görüntülerimize benziyoruz- dört yanından geçip gidiyor ve herkes bu hafıza üzere kendine yön vermeye çalışıyor. Elektriğin icadıyla dünya dillerinde bunu açıklamak daha basit hale geliyor ama gerek yok.

Kimi ruhlar halk oldukları andan itibaren güçlü; fakat tahtadan -levhadan yani- gözünü bir an kaçırmak onlarda da biz zayıflar kadar her şeyi berbat edebiliyor. Örneğin ben, Özge’ye o kadar dalıyorum ki tahtanın varlığını bile unutuyorum ve doğal olarak tahtayı fark eder etmez ani âlemde durmadan kafamda dönüp duran şu soruya bakmak istiyorum: Uğruna bu kadar paralandığım Özge, benim kaderimde var mı? Bir gün gerçekten kavuşacak ve birbirimizin helali olacak mıyız? Hızlıca bu sorunun cevabını arıyorum ve Özge oturduğum yerin tam arka çaprazında oturuyor. Gözümü ondan kaçırmaya çalışıyorum çünkü eğer cevap olumsuzsa bir daha yeniden aynı şeyleri yaşamak istemiyorum.

Annemin babamla, doğacak olan ikinci oğullarının -ki o Burak- hayalini kurduğu günleri okuyorum ilk. Babam TSK’da komando olarak görev yapıyor o yıllarda. Sonra Burak’ın annemin rahminden düştüğünü okuyorum. Sonra babam bir şarapnel parçasıyla gazi oluyor. Yine de bizi asker oğullarım benim diye büyütüyor. Zeytin ağaçlarından müteşekkil arka bahçede dede yadigârı tüfekle atış talimi yaptığımız günleri, fişeğin o kadar süratle nasıl olup da gidip bir şişeyi patlatmasına duyduğum hayreti, hız-mesafe filan derken fiziğe merak salışımı okuyorum. Fiziği seviyorum ama bir yandan da asker olmak istiyorum. Er bile olsam yeter, asker olacağım ben okumayacağım, diyorum. Bunu okuyorum. Abim de Çeçenistan’a mücahit olarak gitmeyi kafasına koyuyor.

Böyle olunca annem babama evde silahı, askerlik mevzusunu filan yasaklıyor. Boşanma noktasına geliyorlar. Babam annemi ikna etmek için abimi imam hatipten alıp meslek yüksek okuluna yazdırıyor. Aman gitme gülüm iki çocukla ben ne yaparım, diyor. Annem kalıyor, bana bak diyor bana, abin araya saldı kendini, sen tıp tutturacaksın, doktor olacaksın yoksa hakkımı helal etmem, diyor. Bunları da okuyorum ama bir türlü Özge konusuna gelemiyorum. Bu sırada Özge oturduğu yerde ismimi anmaya başlıyor. Aralıksız, bin defa filan tekrar ediyor herhalde. Bunu beni dünyada kendisine çekmek için yapıyor. Hâlbuki benim ismimi anıp durmayı bıraksa kendisi de daha kıymetli isimler duyabilecek.

Allahû Teâlâ mütemadiyen sadık kullarının isimlerini anıyor -ki onların şahı Resulullah’tır elfu elfi salâtin ve elfu elfi selam ve bu isimler halk katında mütemadiyen yankılanıyor. Ben şeyhin ismini böyle bir defasında duyuyorum ve belleğime koyuyorum mesela. Onu anî âlemde sebepsiz anmamın sebebi bu! Oysa Özge ne için anıyor beni? Gerçekten sevdiği için mi, Yvonne’den kıskandığı için mi? Kulaklarım çın çın, bakmamak için kendimi zor tutuyorum. Bir gözüm tahtada bir gözüm Özge’de, anî âlem zaten tek bir andan ibaret olduğu için orada zannettiğimizin aksine asıl kıyamet -hayat kavgası manasında- burada kopuyor...

Özge şu fani dünyamızda ona esas âlemde tek gözle baktığımı sanki hissediyor gibi, her şeyiyle bana teslim olmuş gibi davranıyor. Gardırobunu düzenliyor, bu dekolteler bana göre değil diyor, ona çok yakışan kırmızı ruju dışarı çıkarken sürmüyor. Oturduğum yerden bakma diyorum iki gözünle, sakın bakma. Eskiye nazaran duyuyor gibiyim artık kendimi, yine de tam güvenmiyorum. Komutandan, buraya gelirken Türkçe’deki karşılığıyla bir haftalık izin alıyorum ama tam geri döneceğim akşam Özge bavulumu hazırlarken bana bunu soruyor: Gitmekten başka bir ihtimal yok mu?

Yok aslında. Ama Özge’nin gözlerini süzgün görmeye dayanamıyor -Yvonne de tam bir Amerika karşıtı anti militarist olup çıkmış, gitme diyerek Özge’nin safında yer alıyor- ve ben bir ihtimal daha yaratıyorum, o da kaçağa düşmek. Çünkü tahtada bir türlü Özge bahsine gelemiyor ve Özge’den bütünüyle vazgeçemiyorum! Özge de gün ışığı gibi beni kendine çekiyor, yalan yok. Tanıdık bir öğrenci evinde kendime yer ayarlıyorum. Türkçe’deki karşılığıyla tam bir buçuk ay böyle Özge’yle Ankara’nın -gidilebilecek her yerine -çok da yok- giderek- altını üstüne getiriyoruz. Bir öğle sürpriz olsun diye ders çıkışında fakülteye gitmek geliyor Yvonne’nin aklına. Olabilir diyorum, gidelim. Koridorda Özge’yi bekliyoruz kırk dakika. Tam çıkacağı sularda gözüme ilan panosundaki notlar takılıyor.

Tekstil 1. sınıf, Özge, Özge, işte burda, Dif. Geo. ve Dif. Denk. notları açıklanmış, onlara bakıyorum ve bir gariplik çarpıyor gözüme. Biri sıfırken diğeri doksan! Bu esnada Özge yüzünde güller açarak yanımıza seğirtiyor. Hiçbir şey söylemiyorum ona. Öylece bakıyorum yüzüne, o sarının bütün ihtişamıyla yayıldığı yüzüne, iki gözümle bakıyorum. Dif. Denk. notu için kimle kırıştırıyorsun diye soracağım, dilimin ucuna kadar geliyor ama ya birbirimizin kaderinde varsak, o zaman bir daha yüzüne nasıl bakarım diye susuyorum. İyi misin, diye soruyor Özge. İyiyim yok bir şey, diyorum. Üçümüz Kızılay’a inip tabldot yiyoruz. Yemekte doçentten bir mesaj geliyor. Acilen İzmir’e gelmelisin, her şeyi çözdüm diyor! Numarasını siliyorum.

Üstüne Yvonne bundan Türkçe’deki karşılığıyla iki ay kadar sonra Mevlana Türbesi diye Konya’ya gidip geri yanımıza beynine tükürdüğümün bir DAEŞ sempatizanı olarak dönmüyor mu? Hayır, diyor bana. O ayet mücahitleri destekliyor bak, sen İslam’ı yanlış yorumluyorsun. Ya Yvonne... Aradığım kişiye ulaşamıyor, onun numarasını da siliyorum. Bütün bunlar olup biterken tahtada Özge’ye dair hiçbir şey okuyamamaya ısrarla devam ediyorum. Birlikte saati gece ediyor, şen şakrak geziyoruz. Ders çalıştırıyorum ona. Ama içimde hep bir kuruntuyla.

Finaller yaklaşıyor. Finaller yaklaşırken karşımda basit bir integral almak için bile soruyla canhıraş boğuşan Özge’ye daha fazla dayanamıyor, daha fazla dayanamayarak sormaya karar veriyorum. Özge senin bu Dif. Denk notların, diyorum. Evet, diyor. Yapamıyor, konuyu başka yere bağlıyorum. Özge’ye sormak yerine sınıfındaki elemanları gözlüyorum, Dif. Dengi iyi olanları. Acaba bunlardan biri miydi, diyorum. Bu arada askerliği yakmış, her yerde inzibat var mı, çevirme oluyor mu diye tedirginliğin dik alasıyla geziniyorum. Bu yine de dert değil, Özge bin türlü gelecek planıyla, ailelere bizden bahsetmek gibi konularla beni diri tutuyor. Ama tam finallerin biteceği gün, Özge son sınavına girecekken annemin kalp krizi geçirdiğini öğreniyor ve hemen annemi son kez görmek için ülkenin en batısına giden bir otobüse atlıyorum!

Fakat kadere bak, daha Ankara çıkışında kimlik kontrolünde -ne kadar ama annem komiserim, desem de- beni aşağı indiriyorlar. Geceyi karakolda geçiriyorum. İşte tam o esnada uyku ile uyanıklık arasında kadere bakıyorum, tahtaya yani. Bunu anî âlemdeki kalıbımdan dahi duyarcasına dev harflerle yazılmış Özge’nin ismini okuyorum! Hep orada mıydı, yeni mi yazıldı, bunu bunca zaman nasıl oluyor da göremiyorum, olacak iş değil. Tahtada Özge’nin Dif. Denk hocası olacak herifle evlendiğini okuyorum, Türkçe’deki karşılığıyla üç yıl sonra.

Resmen hayatımın imtihanı oluyor kız... Beni şu hayatta biraz olsun sevdi mi yoksa yine kullanmak için mi kanıma girdi, sormuyorum hiç, bu sorunun cevabını bile bilmek istemiyorum. Arşın halk katında oturduğum yerde birden ardıma dönüp Özge’nin ervahına Allah senin belanı versin Özge, diyorum. Allah senin belanı versin, demek hocanın kendi veriyor kopyayı!

Ertesi gün Özge bendeki değişimden habersiz postalandığım nizamiyeye kadar gelerek her zamanki sıcaklığıyla moral vermeye çalışıp, laf arasında bana gece gördüğü ilginç rüyayı anlatıyor. Çok korktum biliyor musun, diyor gülümseyerek, sanki gerçek gibiydi, bana bela okuyup duruyordun. Hadi ya deyip susuyorum, demek seni korkuttum ha, hiçbir şey söylemiyorum. Ne yaparsa yapsın Özge’yi üzmek istemiyorum. Bir türlü. Bundan sonra telefonlarına çıkmıyor, aramıyorum onu. Bana bundan sonra yapacak tek şey kalıyor, o da burada -eli kalem tutan- bir ervahın şu hüsranı görüp ilham alarak bu olanları anî âlemde yazmasını beklemek. Yazı çizi işine kafam basmıyor hiç.