Evet Kazandım

Sezai Karakoç
Sezai Karakoç

Öyleyse Sezai Karakoç şiirleri, zindandaki en sadık ve uzun süreli arkadaşımdı. İşte Sezai Karakoç o gece ve ondan sonraki gecelerde imdadıma yetişti. Yeryüzünde nefes alıp verirken, yürürken, otururken, beklerken, ararken, severken, nefret ederken, dayak yerken, intikam alırken, günah işlerken, tövbe ederken, yaptığımız, yapacağımız her ne ise onu yaparken anlamlandırmak için imgelere ihtiyaç duyarız.

2007 yılının Ağustos ayıydı. Tarihi iyi hatırlıyorum çünkü evleneli daha on beş gün olmuştu. Hapishanenin demir kapıları ben içlerinden -elimde iki koca valizle- geçtikçe ardım sıra kapanıyordu. Doğal olarak. O sırada ne hissediyordum: Öfkeli miydim? Yenik? Üzgün? Neşeli? Coşkulu? Mağrur? Düşünceli? Kalbi kırık? Bıkkın? Hepsi diyebilirim, hiçbiri de. Hayat, başımızdan geçerken, (üstümüzden desek de olur) çoğu zaman bir şey hissetmeye vakit bırakmıyor. Kitaplardaki gibi tadını çıkara çıkara hissetmek, yaşamla değil de kelimelerle alakalı gibi geliyor bana oldum olası.

Doğrusu ikinci kez hapse giriyordum ve o sırada bir şey hissetmek yerine içimde tahliye gününe ayarlı işlemeye başlayan saatin tiktaklarını dinlemeyi tercih ediyordum. Doğal olarak. 2007 yılının Ağustos ayının bilmem kaçıncı günü kapılar ardım sıra kapanırken dinliyor ve ileriye doğru adım atıyordum. Sonuçta bu da bir ilerleme biçimi ha? Hani şu uzun ve sonu gelmez sokakları temizlerken Michael Ende’nin Çöpçü Beppo’sunun yaptığı gibi. “Bir adım bir nefes bir süpürge, bir adım bir nefes bir süpürge.” Donmuş zamanın içinde küçük kısa kesik kesik solumalarla paniğe/dehşete kapılmadan... Bu konuda en az Beppo kadar tecrübeliydim nihayetinde.

Cezaevi müdürünün odasına öylece girdim, elimdeki valizlerle. Önceki gelişimden tanışıyorduk. Selamlaşma ve ilk prosedürler faslını hızlı geçtik.

Elimdeki valizleri fark edip; “Hangisi?” diye sordu.

Büyük olanı gösterdim: “Bu.”

Koltuğunda geriye doğru yaslandı: “Bir iki güne geri alırsın.”

Tam ben itiraz etmek için ağzımı açarken hatırlarmış gibi yaparak; “İyi iyi seç birini hadi,” diye ekledi. Sesine bir tutam şefkat, bir tutam hayret, saygı, hakaret ve alay katmıştı. Bu edaya çalışmıştı, biliyordum. Zira ikimiz de birbirimize karşı tecrübeli sayılırdık.

Ben kitap yüklü valizi açarken o da koridordaki gardiyana bağırdı:

“Oğlum, Yasak Yayınlar Listesi’ni getirin.”

Müdür kendi kendine gülüyordu, esasen ben de.

Geçen yıl geldiğimde bütün kitaplarımı -kontrol süreci bitene kadar- alıkoymalarına itiraz etmiş, ilk gece için kitaplarımdan en azından birini bana vermelerini istemiştim. Beklemedikleri bir ısrar ve telaşla istemiş olmalıyım ki, karşılıklı olarak epey gerilmiştik.

Valizi açtım, Necip Fazıl’ın Cinnet Mustatili? Aliya, Özgürlüğe Kaçışım? Kafka, Günlükler? Tanpınar, Huzur? Göstermelik bir tereddüttü aslında, gelmeden önce kararımı vermiştim. Gün Doğmadan’ı çıkarıp müdürün masasına koydum. Kitabın adı, yasak yayın listesinde yoksa ilk sayfasına “Yasak yayın listesinde Yoktur. Görülmüştür,” diye yazacaktı. Yazdı da.

Hapishanede ilk gece en zorudur, karanlık dört yandan üzerinize çullanır, özgürlüğünüzle birlikte uykuyu da dışarı bırakmışsınız gibi yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durursunuz. O deliksiz karanlıkta işime sadece şiir yarardı. İş bu yüzden Gün Doğmadan.

Öyleyse Sezai Karakoç şiirleri, zindandaki en sadık ve uzun süreli arkadaşımdı. Arkadaşlığın böylesi ise kolay kolay unutulmaz diyerek söze başlama hakkını... Evet kazandım.

Ya Bulutlar Benden

İlk gece, koğuşun bir sineklik telini andıran tel penceresinden hava boşluğuna bakarken... Haha olmadı, penceredeki şey, sineklik teli değildi, andırmıyordu da. Çünkü sineklik teli dışarıdan içeriye böcek girmesin diye yapılır, bu tel kafes ise içerideki böcekler, böcekten farksız mahkumlar dışarıya çıkmasın diye... Hava boşluğuna bakarken kitabın ikinci şiirinden şu dizeleri mırıldandım;

Ben geldim geleli açmadı gökler;

Ya ben bulutları anlamıyorum,

Ya bulutlar benden bir şeyler bekler

26 yaşımdaydım ve doğrusu o an itibarıyla ne bulutları, ne dünyada yaşayabilmeyi, ne insanları, ne de bulutların benden ne beklediğini anlayabiliyordum. Aklım ermeye başladığından beri kafamın üstünde irice bir soru işaretiyle dolaşıyormuşum gibi hissediyordum. Burada mı olmalıyım? Bunu mu yapmalıyım? Ne düşünmeliyim? Ne söylemeliyim? Nereye yönelmeliyim? Şu içimde akıp duran ırmağın suları nereye? Tükenmeyen çoğalan çoğalan çağlayan çağlayan ama bir türlü yatağını bulamayan bu çağıltıyla ne yapmalıyım? İşte Sezai Karakoç o gece ve ondan sonraki gecelerde imdadıma yetişti. Yeryüzünde nefes alıp verirken, yürürken, otururken, beklerken, ararken, severken, nefret ederken, dayak yerken, intikam alırken, günah işlerken, tövbe ederken, yaptığımız, yapacağımız her ne ise onu yaparken anlamlandırmak için imgelere ihtiyaç duyarız.

Sadece imgelere değil, bir bakış açısına, içimizde çağlayan o nehre bir ses vermeye de. Büyük şiir, büyük şair, sanatçı bize bunu verir. Bu sesi. Elbette daha önce de hem başka şairlerden hem Karakoç’tan şiirler okumuştum, hatta daha önce de başka şairlerin/sanatçıların sesine tutulduğum olmuştu. Ama o gece beni o zamana kadar inşa eden şiirin sesi değişti işte. Benim için Karakoç, o ilk geceden sonra bu sesin sahibiydi. Ne zaman zora düşsem onun dizeleri dudaklarımdan inci taneleri gibi dökülmeye başladı. Sevdiğim kadının elleri, bir nar çiçeğini eziyor gibi, denizin dibinde geziyor gibiydi artık, kaderin bütün garip tecellileri bir “yanlış tren” hikayesiydi; “yanlış trenden indin, seni şehrin aynasından geçirdiler”, annemin ölümü “bahçenin en yalnız köşesinde, elimde siyah bir çubuk, ağzımda küçük bir leke”yle karşılanabilirdi ancak.

Bakın kelime hazinesi gibi bir şeyden bahsetmiyorum, hele ezber gücünden kesinlikle. Sezai Karakoç imgeleri, dizeleri sonraki hayatım boyunca yaşarken ve yazarken öyle birdenbire ortaya çıktılar ki, çıkana kadar onların orada olduğunu bile fark etmiyordum. Her defasında yıllar önce kaybettiğim bir eşyayı bulmuş gibi tepki veriyordum: “Aa bu, burda mıymış?” Sanırım, o ilk gece, Sezai Karakoç’la yeniden doğdum deme hakkını... Evet kazandım.

Bir Beslenme Kaynağı Olarak Şiir

Bir noktadan sonra benim için soru şuydu: Bir hikayeci, bir şiirden, şairden nasıl, ne ölçüde etkilenir? Kabul edelim ki imgeler imparatorluğunun görkemli savaşçıları daima şairler olmuştur. Dünyayı, imgelerle anlamak, anlatmak, kurmak şairlere başkalarından biraz daha fazla yakışır. Karakoç’un deyişiyle, kainatı bakışıyla toz zerresine kadar un ufak edip sonra kendi imgeleriyle yeniden kurmak... (Sahi, onun “Edebiyat Yazıları”nı artık ne kadar az okuyup birbirimize tavsiye ediyoruz?) Yine onun sözleriyle söyleyecek olursak; büyük bir şiirle karşılaşan insanın, bir daha artık eskisi gibi olamayacak oluşunun sebebi de işte budur.

İlk gece ve ondan sonraki ve ondan sonraki geceler, şiirin beni değiştirmesine, yol göstermesine (belki de sakinleştirmesine) izin verdim. Biliyorum, her yazarın kendiyle, dünyayla, diğer sanat formlarıyla, eserle kurduğu ilişki başka ve şahsidir. Ama yıllar sonra, genç bir öykücüye; şiir okuyup okumadığını sorduğumda “Pek okumam,” cevabını alınca, bunu dehşetle karşılamamın sebebi, şiirin hikaye anlatanlar için bir kılavuzdan, rehberden çok daha fazla oluşunun kaçınılmazlığına iman ediyor oluşumdur. Bizim için şiir, dünyayı görme, anlama, parçalayıp yeniden birleştirme eylemini en yoğun ve doğru şekilde... Haha olmadı. İşte tanımlamaya çalıştığın her seferinde elinden kayıp giden o şey, içinden akan ırmakları hem çağlatan hem de onun seni boğmasına engel olan... Yarım kaldı, bence bu noktada cümleyi yarım bırakma hakkını... Evet kazandım.

Son Söz Yerine

Şimdi 37 yaşımdayım. O soru işareti küçüldü mü? Bulutların benden ne istediğine dair bir fikrim var mı? Dünyanın benden ne beklediğine dair bildiğim, anladığım bir şey? Ne düşünmeliyim? Nereye yönelmeliyim? Ne sormalıyım? Ne söylemeliyim? Elbette soru işareti de benle birlikte büyüdü. Ne şair, şiirler, ne Sezai Karakoç bana cevap verdiler. İyi de aradığımız ne zaman bir cevap oldu ki zaten. Ne Sezai, ne yeryüzünden geçip giden diğer büyük sanatçılar ne de başka yaşama ustaları kendisinden sonrakilere cevaplar vaad etti... Sükunet? Evet. Gayret? Evet. Huzur? Evet. Çaba? Evet. Yeni telaşlar, yeni ve daha büyük dertler, daha büyük sorular? Evet. Sezai Karakoç’tan, bu yolun cevaplar yolu olmadığını, küçük kafeslerin, telle kapatılmış pencerelerin düşünmemiz gereken en son şey olduğunu öğrendiğimi... Bir ulu hoca ve öğretmen ve şair olarak onun hiç olmazsa “bunu bana öğrettiğini” söyleme hakkını... Evet kazandım.