Fantastiğin Kıyısında Bir Öykü Evreni

Handan Acar Yıldız
Handan Acar Yıldız

Handan Acar Yıldız’ın Açık Unutulmuş Mikrofon’undaki gelecek tasavvurları, muğlak ile muallaklık arasında yer alan, fantazyanın kıyısına yerleşmiş öyküleri de bu noktadan okunmaya açık. Bu yazımda Açık Unutulmuş Mikrofon’un dört öyküsünden yola çıkarak bir okuma gerçekleştireceğim.

Eleştirmene Tutulmuş Mikrofon

Modern Türk edebiyatına dair en temel eksiklerimizden birisi de eleştirirken nereden okuduğumuza bir yorum getiremememiz. Salt yazarlara değil, eleştirmenlere de bir eleştiri yapmamız gerekiyor. Tim Parks’ın Ben Buradan Okuyorum kitabından geçen sayıdaki yazımda söz etmiş, siz nereden okuyorsunuz diye sormuştum. Uzun zamandır bu köşede, yeni çıkan öykü kitapları hakkında söz söylemeye çalışıyorum. Öykü görüşüm hakkında tüm yazılarda, birbirini tamamlar minvalde görüşler mevcutken, son yazıdaki “Edebiyat ve Evrensellik” kavramının yalnızca evrensellik boyutunda ele alınmaya başlaması günlük okumalarımızın, günlük bakışımızın ve belleğimizin daha dar zamanlara odaklanmasının sonucu olsa gerek. Oysa evrende her şey birbirini tamamlamaya çalışarak mutlak olana ulaşmak ister.

AÇIK UNUTULMUŞ MIKROFON HANDAN ACAR YILDIZ - KETEBE YAYINLARI
AÇIK UNUTULMUŞ MIKROFON HANDAN ACAR YILDIZ - KETEBE YAYINLARI

Edebiyat ve evrensellik gibi tartışmalarımızın yanı sıra dikkat çekmek istediğimiz bir diğer sorun da -burada özellikle Ahmet Melih Karauğuz’un bu noktada bizi daima aydınlatmasını hatırlatmak istiyorum- edebiyatımızda gelecek tasavvurunun tam kurulamaması, öykümüzün bu yönde bir gelişimi tam sağlayamaması idi. Özellikle Adam Johnson’un George Orwell Arkadaşımdı kitabını merkeze alarak “Nirvana” öyküsünden çağının sorunlarıyla gelecek tasavvuru kurmasını ve bunu evrensel boyutta tartışabilmesini birçok yerde dillendirmeye çalışmıştık. Bu noktada zaman geçtikçe öykümüz kendi açılımını sağlamaya başladı; Doğan Kitap’tan birçok değerli yazarın öykülerinin yer aldığı İstanbul 2099 bunun en güzel örneklerinden birisi oldu. Handan Acar Yıldız’ın Açık Unutulmuş Mikrofon’undaki gelecek tasavvurları, muğlak ile muallaklık arasında yer alan, fantazyanın kıyısına yerleşmiş öyküleri de bu noktadan okunmaya açık. Bu yazımda Açık Unutulmuş Mikrofon’un dört öyküsünden yola çıkarak bir okuma gerçekleştireceğim.

Fantastiğin Kıyısında Bir Öykü Evreni

Hep dile getirdiğimiz üzere öykü, sağlam atmosferiyle okuru girdabına alan, toplumsal ve dini meseleleri; hukuki, siyasi, edebi, psikolojik sorunları dikte etmeden tartışan, en mükemmel türlerden birisidir. Handan Acar Yıldız, kurduğu atmosferlerde son derece başarılı bir yazar. Leit motifleri iyi bir şekilde kullanarak okuru her daim diri tutuyor, dağılmıyor. Özellikle uzun öykülerinde ince bir işçilik görülüyor ve öykü dili kurgusunu daima desteklemekte. Handan Acar Yıldız’ın bu kitabında dikkatleri üzerine toplayan asıl öyküler ise gelecek kurgusu yaptığı, evrensel sorunlara temas ettiği

“Esaret Tutkusu”, “Ölüme Çare”, “Güvercin Lokantası”, “Kanyon Halkı” öyküleri. Bu öyküler gelecek tasavvuru sunması bakımından oldukça değerli ve evrenselliğe adım atabilen metinler. Geçmişi sırtında taşıyor, bugünde ilerleyip geleceğe doğru yol alıyor. Zamanını aşan metinler diyebiliriz. “Esaret Tutkusu” özgürlüğün, kadın ve erkek sorunlarının ele alındığı, Kerbela ve Roma dönemini merkez alarak yaratılan atmosferiyle okuru geçmişle bugün arasında bir yere konumlandırıp tüm zamanlarda okunduğunda her okurun kendini bulabileceği bir öykü. Kölelik-özgürlük çatışmasının kurguya sağlam bir şekilde yedirilmesiyle öne çıkıyor. Yazarın öykü dili de atmosferi destekler nitelikte.

  • Generaller çayın suyundan içmeyegörsünler, lezzetiyle zehirlenir ve yaşadığımız kenti işgale kalkışırlardı. Bu kadar çok işgale uğramak bizi halkların en onurlusu yapmıştı. Rehavete kapılma seçeneğimiz yoktu. Yadırgamıyorduk, savuşturuyorduk belayı. Yine de tarihte iki kez toplu intihara kalkıştık. Ben ikisinde de ölemedim. İkinci ölemeyeşimin hikâyesini anlatacağım size. Yaşamaktan daha uzun sürdü.

Kendi elleriyle cenneti cehenneme çeviren, yanmış et kokularının yayıldığı ateş çemberinin etrafında bulunan, kuşatılan bir halkın hikâyesi bu. Kölelik, özgürlük, savaş kavramlarıyla insanın dünya üzerinde bitmek bilmeyen mücadelesinin dışavurumu. Handan Acar Yıldız, ölüm temi üzerine ince ince kurgulamış “Esaret Tutkusu”nu. Her ne kadar, özgürlük savunulsa da esaretin, savaşın hep ilgi çekici bir tarafı vardır. Handan Acar Yıldız, kölelik kavramından yola çıkarak esaretin tutkusunu başarılı bir biçimde irdeliyor.

“Ölüme Çare” öyküsü gene ölüm temi üzerinden yükseliyor, ilk cümlenin başarısı okuru öykü atmosferine direkt çekmekte. Yıllardır kimsenin gelip gitmediği, diriler bir yana ölülerin bile terk etmek istediği eski mezarlık o sabah insanlarla dolup taşmıştı. Genellikle Latin Amerika edebiyatında gördüğümüz enfes bir atmosfer. Daha önce mezarlığın önünden bile geçmemiş birçok insanın, mezar taşlarına tutunarak dünyanın en karamsar kitaplarını ölülere okuması üzerinden ilerleyen, ölülerin isyanını bastırmak üzerine kurgulanmış. Uğultunun, mezarlığın, kasvetin, yaşam savaşının ve ölümün öyküsü.

  • Dün gece mezarlardan yükselen o ses, ölülerin isyanı olarak yorumlandı. Halk hortlamalarından korkuyor. Biz de toplumun bilinçli kesimi olarak konuya el attık. Dünyada yaşayanlar için bile yeterince yer ve kaynak bulunmazken ölülerin geri gelmesi felaket olur. En büyük yazarların, özellikle de ödül almışların, dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğuna dair en karamsar eserlerini ölülere okuyoruz ki tekrar geri gelmek istemesinler.

Yaşam-ölüm çatışması üzerinden kurulan, fantazyanın kıyısındaki bu öykü kendi içinde edebiyat tartışmaları yapmasıyla da Handan Acar Yıldız’ın kurduğu en başarılı öykülerden biri oluyor. Yazarların ölümsüz eser bırakma çabalarını, karamsarlıklarını, dünyadaki biten kaynak sorunlarını, insanoğlunun ölümsüzlüğe ulaşma arzusunu ve devlet otoritesini tek bir öykü üzerinden başarılı bir biçimde irdelemek, yazarın öykülerinin çıtasını epey yükseltmiş durumda. Bence uzun yıllar unutulmayacak öykülerden. Hatta çevrildiğinde dünya üzerinde hemen hemen her coğrafyada etki bırakacağından eminim. Çünkü yazarın metnin içine yerleştirdiği her unsur, şu an dünya üzerinde karşılığını buluyor. Sadece ülkemize değinmekle kalmıyor, sınırları kolaylıkla aşıyor.

“Güvercin Lokantası” teknoloji, modernite ekseninde gelişen bir öykü. Teknolojiyle beraber yeniden inşa edilen binaların, yapay denizlerin, tarihi yapıların bile kolaylıkla bir restoranda yeniden canlandırılmasının, daha çok kazanmanın ve harcamanın, modernite ve kapitalizm uğruna ölen işçilerin ve yitip giden insanların öyküsü.

  • Çağdaş mimaride son teknoloji olan yapay denizin kenarına, İskenderiye Kütüphanesi şeklinde, bembeyaz mermerden inşa edilen restoranın açılısını bu sloganla yaptılar. Metropolün en lüks restoranının tarihteki mimarisine uygun olabilmesi için hem araştırmalara hem de işçiliğe büyük para harcamışlardı. O kadar emek harcamışlardı ki buraya, ölen işçi sayısı neredeyse antik çağdakine yaklaştı.

Sadece güvercin etinin satıldığı lüks bir restoranın, yediği güvercin etinin lezzetiyle ilgili güzel şiirler yazanlardan hesap alınmayacağına dair reklam vermesiyle tüm elitlerin bir anda şiire yöneldiğini işleyen öykü; kapitalizmin gücünü, insanları nasıl yönettiğini, istediği değeri ön plana çıkartıp istediği değeri geri plana itmesiyle toplumsal meseleleri irdeliyor. Yazar, bu kurgusu üzerinden topluma ciddi bir eleştiri getirmekte. Bu eleştiri hem modernite hem de edebiyat dünyası üzerinden okunabilir, bu yüzden de öykü son derece çarpıcı ve değerli. Mekânların oluşma şekli, sistemler, insan değerinin yitirirken kapitalizmin her daim öne çıkması bakımından bir gelecek tasavvuru sunmakta. Bunu yaparken hiçbir şeyi dikte etmiyor, öykü atmosferinin gücüyle okuru kolayca içine çekiyor.

“Kanyon Halkı” kendi yok oluşuna doğru ilerleyen insanlığın bu yok oluşa giderken hâlâ kendi içinde tartışması, cezalandırılması, kendi kavminde ötekileştirilmesi ve yalnızlığa terk edilmesi üzerinden kurgulanan başarılı öykülerden. İki dağın arasındaki bir kanyon halkının sürüklenmelerini, yaşantılarını, günden güne azalarak yok olmalarını konu edinerek, insanın kendi ve halkıyla yüzleşmesini ortaya koyuyor. Ontolojik sorunları ortaya koyması bakımından da son derece değerli. Sadece bir varoluş mücadelesi değil ölüm ve ceza ekseninde yitip gitmenin, yok oluşun da öyküsü. Kurgu atmosferi etkileyici; kanyon halkının kıyamet gününü andıran bir telaşla yürümesi dünyanın sonuna yaklaşmanın, hazin sonu bekleyişin bir endişesini taşımakta. Birbirlerinin ensesine bakarak yürüyerek, kendi sonlarına ilerleyen bir halkın durumunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu halk birbirleriyle konuşmayan, ne kadar yürüyeceklerini bilmeyen, insaniyetlerini yitirmeye başlamış bir insan topluluğu... İki kişinin birbirine çarpması anında ölüm gerçeğiyle yüzleşmesi, karamsar öykü atmosferini daha travmatik bir havaya bürümekte ve bir kara senaryoyu ortaya koymakta.

Bu kara öngörüde kanyon halkının birbiriyle konuşmaması, yürümek ve birbirine çarpmamak uğruna tüm iletişimlerinin kopması, dağın yarığında günden güne kalabalıklaşmasıyla doğanın artık yetmemesi ve çoğalmalarının böylelikle durması, tarihlerinin artmaktan ziyade azalmaya doğru evrilmesi yer alıyor. Suyun bitmesiyle aylarca yıkanmamanın, kirin, kirlenmişliğin, gözbebeklerinden silinmeye başlayan yaşam belirtilerinin öyküye etkisi büyük. Yazar bu kanyonda yaşayan halka dair her ayrıntıyı ince ince düşünmüş ve işlemiş. Yürümekle kutsanmış/cezalandırılmış bir halkın, zaman içinde yürümeyi unutması, birbirine çarparak başlayan ölüm olgusu ve yolun getirdiği irinlere, sivilcilere, kötülüklere bakmaya dayanamayan kahramanın, kavmi tarafından cezalandırılması bu kara atmosferde okuru her daim diri tutuyor. Yazarın bu kara kurguda, çocuğundan yaşlısına, yalnızından çiftine kadar herkesi kurgusuna yerleştirmesi, okurun, kanyon halkını daha yakından tanımasına ve onlarla yaşamasına sebep oluyor. Uzun süre akıllardan çıkmayacak bir yaratı.

  • Gözüm hep sakat adamın kafasında, daha da kötüsü kafasındaki sivilcelerdeydi. Bu işkenceye artık dayanamadım. İltihaplı bir kafayı daha kaç yıl izlemek zorunda kalacaktım? Sonunda cezamı göze aldım. Geldiğin yolu dönmek dahi, irinli bir kafatasını izlemekten iyiydi. Karşı yönden gelen kişiye ne kadar zamandır yürüdüğünü sordum.

-Kayıt Dışı- Son Söz

Toplam 24 öyküden oluşan kitap 12’şerden 2 bölüme ayrılmış. İkinci bölümde kısa soluklu öyküler yer alırken ilk bölüm daha uzun soluklu ve daha derin öykülerden oluşuyor. Elbette ki öykünün ne kadar uzun, ne kadar kısa olacağı yazarın bileceği iş lâkin Handan Acar Yıldız, ilk bölümde yer alan öykülerinde daha çok derinleşiyor, atmosferleriyle okuru girdabına çekerek etkilemeyi başarıyor. Özellikle yukarıda sözünü ettiğimiz öykülerde oldukça vurucu. Kısa öykülerinde yer yer aforizmalardan kurtulamıyor. Bu da bence Açık Unutulmuş Mikrofon’un aksayan taraflarından. Bir de tabii ki hep sözünü ettiğim meselelerden birisi daha var. O da 24 öykünün yer alması. Sayının bu kadar kabarık olması kitaplardaki etkiyi kırabiliyor. Handan Acar Yıldız, omurgaya yerleştirdiği sağlam öykülerle bu durumu aşmış olsa da bu bir handikap.

Öykülerinde sosyal meselelere değinmekten korkmaması, kurgularının tutarlı ve güçlü olması, öykü dilinin kurgularını desteklemesi, anı ya da hatıra havasından ziyade öykünün sınırlarında kalmasıyla usta bir yazar olduğunu kabul ettiriyor. Titiz, ne yazacağını, neyi anlatıp neyi anlatmayacağını bilen bir yanı var. Çağının tanığı, geleceğinse farkında bir yazar. Hayata kırgınlığı olsa da sonuna kadar yaşam mücadelesi veren kahramanları, her daim mücadelenin içinde. Kara bir atmosferde temkinli ama kararlı adımlarla yürüyorlar. Ölümün nefesini her daim ensesinde hissedenlerin varoluş mücadelesi... Açık Unutulmuş Mikrofon’daki birçok öykü övgülere fazlasıyla lâyık. Okuru bol olsun.