FrpNet’e sorduk

Türk fantastik edebiyatını iki kısımda inceleyecek olursak ilk kısım Cumhuriyet sonrası ve 2000’li yıllar arasındaki dönem; ikinci kısım ise 2000’li yıllar sonrası modern dönem olarak ayırabiliriz.
Türk fantastik edebiyatını iki kısımda inceleyecek olursak ilk kısım Cumhuriyet sonrası ve 2000’li yıllar arasındaki dönem; ikinci kısım ise 2000’li yıllar sonrası modern dönem olarak ayırabiliriz.

Karakterler bizim içimizden yaratılmıştır. İstanbul’un arka sokağında görebileceğiniz satıcılardan biri ya da paşa dedeniz olabilir. Bu içtenlik sayesinde Türk kültürüne yakın, eski efsanelerden ve ateş başı masallarından dans ederek karşımıza çıkan karakterleri benimsemek haliyle okurun da kolayına kaçıyor.

Yerli ve milli bir fantastik mümkün müdür, mümkünse olanakları nelerdir?

Türk söylencelerinde, yakılan ateş başında anlatılan hikâyelerin çoğunda fantastik ögelerle karşılaşmaktayız. Bu fantastik ögeler genellikle olağanüstü güçlere sahip savaşçılar ya da çocukları uyutmak için anlatılan masallardaki kötü canavarlar olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu’ya yakından baktığımızda fantazyanın, korku masallarının içine işlediğini görüyoruz.

Örneğin, “Bir dudağı yerde bir dudağı gökte” betimlemesiyle devleştirmeyle karşılaşıyoruz. Uyumayan çocukları korkutmak için anlatılan masaldaki bu dev o kadar büyüktür ki tek bir lokmada çocuğu yutabilmektedir. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si içerisindeki olayların, mekanların abartılarak anlatılması, Dede Korkut’un masallarındaki güçlü kahraman gibi örnekleri ele aldığımızda Anadolu topraklarında çoktan yerleşmiş bir fantazyanın varlığından bahsedebiliriz.

Öte yandan bu hikâyelerin pişme süreci yurtdışında gördüğümüz örneklerden çok daha geç zamanda olmuştur. Geçmişe baktığımızda yerli eserlerin mevcut olması, ilerleyen dönemlere ilham kaynağı olmayı başarmıştır.

Giritli Ali Aziz Efendi’nin 1797 yılında tamamladığı düşünülen Muhayyelat-ı Aziz Efendi isimli eserde cinlerden, ifrtilerden, büyülerden ve değişik canavarlardan bahsedilmektedir. Yine aynı yazarın Simyacı’nın Sırrı isimli romanında, servetini tüccarlıkla kazanan Hacı Lebib isimli karakterin, simya, astroloji gibi ökült içeriklerle ilgilenmesinden bahsedilir.

Bu asırdan sonra ne yazık ki yerli fantazya olarak belirtilebilecek çok fazla eser ortaya konulamamıştır. Çıkan eserlerin çoğu ya batının etkisi altında yazılmış ya da elle tutulur bir içeriğe sahip olmayan kopyalardan ibaret kalmıştır.

Yakın dönem içerisine baktığımızda, şahsıma göre milli fantazya olarak benimseyebileceğimiz yazarların başında İhsan Oktay Anar’ın çalışmaları aklıma geliyor. Puslu Kıtalar Atlası, Amat ya da Suskunlar içerisinde bize hitap eden fantastik ögelerin titizlikle harmanlandığını görebiliriz.

Karakterler bizim içimizden yaratılmıştır. İstanbul’un arka sokağında görebileceğiniz satıcılardan biri ya da paşa dedeniz olabilir. Bu içtenlik sayesinde Türk kültürüne yakın, eski efsanelerden ve ateş başı masallarından dans ederek karşımıza çıkan karakterleri benimsemek haliyle okurun da kolayına kaçıyor.

Türk fantastik edebiyatını iki kısımda inceleyecek olursak ilk kısım Cumhuriyet sonrası ve 2000’li yıllar arasındaki dönem; ikinci kısım ise 2000’li yıllar sonrası modern dönem olarak ayırabiliriz.

İlk dönem içerisindeki yazarlar korku temasını daha fazla kullanmışlardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Mithat Efendi, Sabahattin Ali ve Peyami Safa gibi Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinin eserlerinde bu korku-fantazya temasını rahatlıkla görebiliriz.

90’lı yıllarla birlikte ülkemizde de yoğun rağbet görmeye başlayan rol yapma oyunlarının etkisiyle birlikte bu tarz romanlarda artış gözlemlenmiştir. Aslında var olmayan bir diyarda geçen, fantastik yaratıkların ve ırkların hikâyelerini anlatan, iyi ve kötünün karşılaşmasını merkez noktasına koyan çalışmalar da bir hayli fazladır.

Barış Müstecaplıoğlu’nun Perg Efsaneleri serisi bu alanda öncü olarak kabul edilebilir. Erbuğ Kaya’nın Giddar serisi, Orkun Uçar’ın Habis üçlemesi gibi seriler örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca Göktuğ Canbaba’nın Tılsım-ı Kudret eseri ve Özgür Özol’un Ilgana gibi eserleri de fantazyanın alt türleri için güzel örneklerdir.

Bunların hepsini bir araya topladığımızda milli fantazya altyapımızın oldukça kuvvetli olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ama Türkiye’deki okur kitlenin daha çok çeviri eserler ya da popüler kültür ögelerine yönelmelerinden dolayı yazarların üzerinde bir çekince olduğu da doğrudur. Buna karşılık Türk Fantastik Edebiyatı gün geçtikçe pişmeye ve büyümeye devam ediyor.

Ortaya çıkan eserler batı kopyası olmaktan uzaklaştıkça, Türk okurun daha hâkim olduğu alanlara yaklaştıkça bu eserlerin daha fazla yazılacağından şüphem yok. Yakın çevresi ile harman bir kültür oluşturmuş Türkiye coğrafyasının altını kazdıkça ne gibi fantastik ögelerin fışkaracağını hayal etmek bile başlı başına bir milli fantazya çalışması ortaya çıkartıyor.

Frp’den edebiyat çıkar mı, çıkarsa batıdaki örneklerini taklitten öteye gidebilir mi?

Fantastik rol yapma oyunları için Dungeons and Dragons’ın basılma tarihi bir milat olarak kabul edilir. Dave Arneson ve Gary Gygax’ın kendi bodrumlarında, kendi çabalarıyla 1974 yılında basmaya başladıkları bu sistem, geleceğin rol yapma oyunlarına da yön verecektir.

Ufak bir bodrum katında başlayan bu macera bugün çoklu platformda yayın yapmaya devam eden bir marka haline geldi. Bu süreç içerisinde sorulması gereken en önemli sorulardan biri de; fantastik romanlar mı FRP kültürünü ön plana çıkardı, yoksa FRP kültürü mü fantastik romanları yaygınlaştırdı?

Buna cevabım iki alanın da birbirinden fazlasıyla beslenmesi olacaktır. 70’li yıllarda başlayan bu yolculuk 80’li yıllarda yükselişe geçmiş, 90’lı yıllarda ise doygunluk zamanına ulaşmıştır. Şu aralar modern fantastik edebiyatın yeniden yükselişe geçtiğini görüyoruz. Bu seferki çağın en önemli öncüsü beyaz perde. Ama geçmişe baktığımızda danışıklı bir dövüşün süre geldiğini görürüz.

Yukarıda bahsettiğim sistem, yani Dungeons and Dragons sadece oyuncuların bir araya gelip oynadıkları canlanan bir dünya olarak düşünülmemişti. Oyuncular masadan uzaklaştığında romanların büyülü dünyasına atılabiliyordu. Yani dinamik bir evren yaratılmıştı. DnD dünyası sadece sayılarla ve istatiksel bilgilerle dolu olan sistem kitaplarından oluşmuyor; romanlarla paralellik gösteren ve nefes alan bir dünya haline gelmiş oluyordu.

Margaret Weis ve Tracy Hickman’ın hazırladığı Ejderha Mızrağı serisi, FRP’den kitap çıkar mı sorunsalına verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Raistlin ve Caramon Majere kardeşler ilk kez Mart 1984 tarihinde Dragon Magazine dergisinde “The Test of the Twins” hikâyesiyle karşımıza çıktılar. Bu ikizler aynı yılın sonlarında Güz Alacakaranlığı Ejderhaları isimli romanda yeniden karşımıza çıktılar

Weis ve Hickman ikilisinin oynattıkları masaüstü rol yapma oyunlarından ortaya çıkan bu ikiz karakterler, bugün artık klasikler arasına girmiş bir fantastik evrenin merkezinde bulunuyorlardı.

İşin özüne baktığımızda FRP oyunlarından, edebi nitelik taşıyan bir eser çıkartmak oldukça zor. Diğer yandan çok beğenilen fantastik bir seriyi, örneğin Yüzüklerin Efendisi, belli kurallar çerçevesinde sistemleştirip oynatmak bir hayli basit.

Hal böyle olunca ülkemizde de benzer örneklerin çıkması kaçınılmaz olacaktı. Göktuğ Canbaba’nın ilk uzun roman çalışması olan Ozan’ın Şarkısı, yazarın uzun soluklu rol yapma oyunlarından birinden uyarlanmıştı.

Göktuğ Canbaba’nın bu çalışmasının ötesinde birebir yaşanan olayları aktarmaktan ziyade, ilham kaynağı alınarak ortaya çıkartılmış eserler pek tabii kaleme alınabilir. Yine de batının etkisi altında ortaya çıkacağı kesindir.

Bunun en büyük sebebi ise Türkiye’den çıkma, bu topraklara özgü bir fantastik evrenin ve buna bağlı bir sistemin hazırlanmamış olmaması. Oyun yöneticiler ve oyuncular, hali hazırda sunulmuş olan evrenlerin üzerlerine koyarak ya da esinlenerek hatlarını çizdikleri dünyaları yıllar içerisinde bizlere sundular ama ortaya orijinal bir çalışmanın çıktığını söylemek çok zor.