Gökyüzüne Nalları Dikmek

Mantar ilk koyduğumuz yerde duruyordu. Metin de sadece tuvalete gitmek için masadan kalkıyordu.
Mantar ilk koyduğumuz yerde duruyordu. Metin de sadece tuvalete gitmek için masadan kalkıyordu.

Çevirdiği kitapları kimse okumuyordu. Ona kaç kere çevirmenliğin tam olarak böyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Beni dinlemedi. Bir gün eve kocaman kara bir mantarla geldi. Güçlükle taşıyordu. Salona geçtik, mantarı masaya yatırdık.

Metin’le aynı mahallede büyüdük. Aynı erik ağacına daldık, aynı sırada oturduk, aynı kıza âşık olduk ve aynı üniversiteden atıldık. Sonra Metin delirdi, ama ben hayatıma devam ettim.

Birbiriyle aynı hayatı yaşayan iki insanın kaderi nasıl bu kadar farklı olabilirdi? Üniversitede birlikte eve çıkmış, oradan atılınca da aynı evde yaşamaya devam etmiştik. İkimiz de çok okuyor ve yazıyorduk. Ne olursa… Kütüphanemiz ortaktı. O bir de nereden öğrendiyse dil öğrenmiş, çevirmenlik yapıyordu. Yani bana söylediği buydu. İlk anda İngilizce ya da Almanca, belki de Fransızca öğrendiğini düşünmüştüm. Arapçaya ya da Farsçaya bile tavdım. Öyle değilmiş.

Çevirdiği kitapları kimse okumuyordu. Ona kaç kere çevirmenliğin tam olarak böyle bir şey olmadığını anlatmaya çalıştım. Beni dinlemedi. Bir gün eve kocaman kara bir mantarla geldi. Güçlükle taşıyordu. Salona geçtik, mantarı masaya yatırdık.

“Bu ne lan?”

“Mantar abi, dinlesene.”

Dinledim, gerçek bir mantar gibi susuyordu.

Alık alık baktığımı görünce sordu: “Abi duymuyor musun anlattıklarını?”

Duymuyordum. Sonra Metin bir defter alıp yazmaya başladı. Yazısı gayet güzeldi. Fakat yazdıklarını okumak imkânsızdı. Başka bir dilde yazıyor, duruyor, dinliyor, bazen karalıyor ve tekrar yazıyordu.

Bana mantarın anlattıklarını yazdığını söyledi. Önce temize çekecek, sonra da bu nadide eseri güzel Türkçemize kazandıracaktı. Mantarı nereden bulduğunu sorduğumda güldü:

“Yayıncım verdi.”

Ben de güldüm ve bunu naif bir şaka olarak kabul ettim. Belki de bir tepki… Üniversite sonrası hayatın ucuzluğuna karşı dik bir duruş.

İşlerin öyle olmadığını Metin’in sayfalarca aldığı notlardan, sigara üstüne yaktığı sigaralardan anladım. Mantar ilk koyduğumuz yerde duruyordu. Metin de sadece tuvalete gitmek için masadan kalkıyordu.

Yemekleri mutfakta yemeye başladım. Metin hazırladığım sandviçlerin hiçbirine dokunmadı. Ne yediğini bilmiyordum. Sadece çok kahve içiyordu. Birinci haftanın sonunda onu ve kan çanağı gözlerini karşıma aldım, kendimi uzun bir konuşmaya hazırladım. Hepsini tek nefeste dökecek, yüz yıllık dostumu kokuşmuş bir mantara kaptırmamak için elimden gelenin en iyisini yapacaktım.

Mantar sahiden de kötü kokuyordu. Aldığım nefes beni öksürtünce Metin’e fırsat doğdu ve, “Abi buldum!” dedi.

“Neyi buldun oğlum, kendinde değilsin kaç gündür. Sokucam sana da mantarına da, kafa mı yaptı lan sende?”

“Ne kafası oğlum dinlesene bi beni.”

Dinledim.

Metin daha önce kuşlar, kediler, kütükler, iskambil kâğıtları ve bir çakıl taşının anlattıklarını dilimize kazandırmıştı. Ama hepsi anlık hikayelerdi. Belki birkaç satırlık haiku ya da çok çok kısa birer öykü.

(Mesela kütüğün öyküsü şöyle bitiyordu: ZIVVVVV FIRRRRRRRH FOPPPPPPPP!)

Bu mantar ise bir destandı. Yeni yayıncısı ona bu eseri verirken ne kadar değerli bir parça olduğunu saatlerce anlatmıştı. Çeviri, bütün yazın dünyasını değiştirecekti. Metin’e çok güveniyorlardı.

Metin’e ben de güvenirim. Ama anlattıklarının tek bir kelimesine bile inanmadım.

Dediğine göre hafif yağmurlu bir günmüş. Dağların eteği ve kuzular. Yere serili bir çoban abası, burgulu kısa bir asa ve köpek. Bir kaniş. Her şey çok yanlış anlaşılmış. Ama hayvan kuzularla iyi anlaşıyor. Sırf havlayıp etrafta koşturarak bile kuzuları güldürebiliyor. Gülen kuzular daha çok acıkıyor, otlar hızla tükeniyor. Kuzular semiriyor.

Mantar da işte oradaymış. Bulutların arasından sızan güneşle kurulanmaya çalışıyormuş. Yanında arkadaşları da varmış ve ailesi. Kaniş bir süre mantarı koklamış, sonra hapşırarak oradan uzaklaşmış. Tin tin sekerken arada arkasına bakıp mantarın onu takip edip etmediğini kontrol etmiş.

Mantar yanındakilere zavallı köpeği gösterip eğlenmiş. Hayvan giderek uzaklaşınca yeniden yanına gelsin istemiş ama sesini duyuramamış. Ona, sözcüklerin ötesine geçemezse asla ulaşamayacağını düşünmüş. Şapkası hafifçe titreşmiş, yakasının hemen altında koyu yeşil bir sıvı peyda olmuş. Bu bir ilkmiş ve yanındaki diğer mantarlar şaşkınlıkla hapşırıvermiş.

Çıkan hafif esinti sıvıyı çimenlere düşürmüş. Ansız bir kuzu meleyerek o çimeni midesine göndermiş. Hayvanın gözleri saniyesinde büyümüş. Arka ayakları üstünde havaya kalkmış ve tekrar melemiş. Diğer kuzular (ve mantarlar) kuzunun tekrar dört ayak üstüne inmesini beklemiş ama kuzu inmemiş. Havadaki ayaklarını iki yana sallayarak melemeye devam etmiş. Kahraman çoban köpeğinin olay mahalline varmasıyla oradan topuklaması bir olmuş.

Çobanın asası usulca yere devrilmiş ve çoban da şu taraflara doğru seğiren kuzular sürüden uzaklaşmasın diye o taraflara doğru koşmaya başlamış.

İki ayağının üstünde doğrulmuş kuzu ise artık böğrüne vurarak melemekten ötesini yapıyor, acı acı çığlıklar fırlatıyormuş gökyüzüne. Ve sonra koca bir yaban arısı gelmiş. Ardından başkaları da. Kuzunun etrafında öyle bir dans tutturmuşlar ki bu tür arıların yekvücut hareket etmesi dünyanın bir çeşit kapatıyoruz, yok pahasına satışlar! deme şekliymiş.

Kuzu da kavalyesiyle dans etmiş, sanki sonunun geldiğinin gayet farkındaymış da hayatının final sahnesinde boğazını paralamak yerine biraz kalça sallamanın daha iyi olacağına karar vermiş. Bir arı sürüsüyle dans etmek ona bunca vakit yaşadığı hayatın gereksizliğini hatırlatmış. Başkomutan arı danstan sıkıldığında, sürüsünden ayrılıp inişe geçmiş. Kuzunun vura vura yünlerini seyrelttiği göğsüne saplanıp kalmış. Kısa zamanda diğerleri de arının etrafındaki alana ateş etmeye başlamış. İğneler havada uçuşmuş. Kuzunun göğsü üstüne saplanan arılardan iman dolu bir kalkana dönmüş. Hayvan yine de dört ayağı üstüne inmemiş. Zırhı kapı olup aralandığında, tüm bunların ardını görebilecek tek canlı, dakikalar önce bir köpeği yanına çağırmak için sözcüklerin ötesine geçen o mantarmış.

Ailesi ve arkadaşları, sıvı çimenlere değdikten saniyeler sonra Şapka Devrimi bahanesiyle özlerini terk etmiş.

Mantar artık yalnızmış ve kapının ardında sözcüklerin ötesi varmış. Bir eşik, sonrası ise hep boşluk. Eşikten sonsuza kadar, hep boşluk. Kuzu sırt üstü yere devrilmiş. Hayatının son anlarını ayakta, sonunu ise dört ayağı gökyüzüne değerken geçirmiş.

İçinden boşluk dökülürken.

Metin’in bahsettiği “destan” da boşluktan hemen sonra başlıyormuş. Kuzular, köpekler ve çobanlar sadece pastoral bir uvertürmüş. Orasını henüz anlayamadığını söyleyip geceyi birlikte mantarı dinleyerek geçirmeyi teklif etti.

Teşekkür edip odama çıktım. Mantar ölü gibi yatıyordu. Metin ölü gibi onun yanı başındaydı. Ben de ölü gibi uyumak istedim. Öyle kolay olmadı. Dolabımın karanlığından kuzu sesleri, yatağımın altındaki ülkeden köpek havlamaları duydum. Nazik ve cılız köpekler. Sanki gözlerimi yumsam kulaklarımı kemirmeye gelecekler. Kuzu kupkuru bir dille yüzümü yalayacak, dişlerinin arasından dev arılar fırlayacak.

Sonsuz boşluk fikri beni fena tutmuştu.

Tuvalete kalktığımda Metin’i kontrol etmek için salona uğradım. Meyve bıçağıyla mantarın yakasını çiziyordu. Elleri yemyeşil ve parlaktı. Bana döndü. Bıçağın ucundaki yeşili misafire meyve ikram eder gibi uzattı.

Gökyüzüne nalları dikmek ister miymişim?

Tek şartı içimi biraz boşaltmammış. Vızıldayarak kahkaha attı.

  • Efsane üçlemelerden Ejderha Mızrağı’nı soranları, sahaflara yönlendirmeye alışmıştık ki Temmuz ayında İthaki yeni baskı yaptı. Haberiniz var değil mi? (AA)
  • Ha bu arada meraklısı için İthaki, Drizzt Do’Urden’in maceralarıyla devam ediyor. (AA)