Gönül Yonar ile söyleşi

Çizim: Meltem Zöngör
Çizim: Meltem Zöngör

İlk yazma işi birçok yazar gibi bende de kurgusal metinlerle başladı. Fakat sonra anladım ki ben o alanın adamı değilim. Bitip tükenmez öyküler yazdım. Uyanıp, işi ehline bırakmam uzun sürmedi. Son Yaratılış Mitolojileri’ni çalışırken evet dedim ben bu hikayelerin öznesiyim yüklemi değil.

Öncelikle merhaba Gönül Hanım. Nasılsınız?

Teşekkürler, hayat koşturmacası bitmiyor. Siz de iyisiniz, iyi görünüyorsunuz en azından.

Ben de iyiyim teşekkür ederim. Tamam, söyleşi başladı ama pat diye ağır sorularla, ağdalı cümlelerle giriş yapmayalım. En başta bu, bir okur olarak beni rahatsız eder. Söyleşiye yeni başlamışken, cümlelere boğulmadan sizi tanımayı ve sevmeyi tercih ederim. Ötüken Yayınları’ndan çıkmış iki “harikulade” çalışmanız var: Türk Edebiyatında Fantastiğin Kökenleri ve Yaratılış Mitolojileri… Şimdi ben bu iki kitabın öncesine atlamak istiyor ve soruyorum, yazma serüveniniz nasıl başladı? Bir de, daha önce öykü ve benzeri -kurgusal- çalışmalarınız oldu mu?

Bu başlangıcı ben de sevdim. Hayat yeterince sıkıcı zaten öyle değil mi? Bir de tutkuyla bağlandığımız ve ilgilendiğimizde haz aldığımız şeyleri insanlara anlatırken neden sıkıcı olalım ki? Anlaştık, sıkıcılık yok.

Yazma serüvenimin nasıl başladığına dair size verebileceğim orijinal bir cevabım yok maalesef. Ama şunu söyleyebilirim, bu iki kitabın yazılması fikri, çok kısa süren öykü kurgulama serüvenimle örtüşmüyor. Daha çok, 2000’den sonra yazmaya başladığım eleştiri alanıyla örtüştüğünü söyleyebilirim. İlk yazma işi birçok yazar gibi bende de kurgusal metinlerle başladı. Fakat sonra anladım ki ben o alanın adamı değilim. Bitip tükenmez öyküler yazdım Yedi İklim dergisinde. Daha çok kendimden yola çıkan, kendine yol bulamayan ve çaresiz eve geri dönen öykülerdi bunlar. Uyanıp, işi ehline bırakmam uzun sürmedi. Son Yaratılış Mitolojileri’ni çalışırken evet dedim ben bu hikayelerin öznesiyim yüklemi değil. Şimdi bulunduğum alandan memnunum ve hakkını verme çabam sürüyor.

Neden özellikle fantastik ve mit üzerine çalışmayı tercih ettiniz?

Dinler tarihine olan merakım sanırım. Edebiyattan vazgeçemezdim, ama dinler tarihinin insanı kışkırtan verileri karşısında da sessiz kalmak istemedim. Fakat okumalarım arttıkça, alanın ne kadar netameli konuları içerdiğini de fark ettim. Tam bana göre bir şeydi bu! Mevcut kabuller, kalıplaşmış inançlar, sorgulanmaksızın kabul edilen yargılar… Hepsini dinler tarihi verileri altüst ediyordu. Mitler, bu ele avuca sığmaz alanın temel dinamiği. İkinci kitabı çalışırken o ilk yaratılışı anlatan metinleri okuduğumda kendimden geçtim. İlk insanın altı medeniyette yaratılış öykülerine dokunuyorsunuz, ilk yaratılan hücreye, ilk kadının yaratılışına tufanın bu medeniyetlerde nasıl vuku bulduğuna… Hayret verici benzerlikler karşısında diliniz tutuluyor… Muhteşem bir kaynak bulmuşçasına kana kana içiyorsunuz…

Fantastik konusunda ise sessizliği bozma dürtüm galebe çaldı diyebilirim. Yüzyıllardır süregelen, fantastiğin “uydurma şeyler” olduğu yargısını yıkmak istedim. Fantastik, fena halde metafizik içeren bir muhayyile alanıdır. Ama bu tanım, pozitivist mantalitenin asırlardır tu-kaka ettiği bir tanımdır. Todorov bu konuda birşeyler söyleyeli çok zaman geçmedi ama o da bir yerde gelip tıkandı. Mesela Binbir Gece Masalları’ndaki olağanüstülüklerin bir bölümü için “bu başka bir açıklama gerektirir” mealinde bir söz ile topu taca atar Todorov. Topu saha içinde tutmanın mümkün olduğunu biliyorum, ama bu zahmetli bir şey. Sürekli idmanlı olmanız ve kaleci ile karşı karşıya gelme riskini göze almanız lazım.

Hülasa neden mitler ve fantastik sorusuna, birçok insana göre gereksiz olan merak ve cesaret diyebilirim. Ama birilerinin çıkıp kabul edilmiş kavramları hallaç pamuğuna çevirmesi gerekiyordu.

Fantastik edebiyat deyince ne anlamalıyız? Mitler bunun ne kadar içinde?

Mitler, geçmiş yaşamların temel unsurları olarak kutsal- kutsal dışı sınırlarında dolaşan, insanı anlama doneleridir. “Bizden önce” dediğimizde kapısını ilk çaldığımız ve bizi hoşça karşılayan capcanlı, dipdiri, kımıl kımıl varlıklardır mitler. Varlık diyorum, zira şimdimize bile sirayet eden bir ruhtur mitler. Bizden sonrakilerin bizi anlamada temel malzemesi de bizim mitlerimiz olacak, tabi Tanrı insanlığı toptan bir yıkımla cezalandırmazsa… Böyle bir alanın edebiyatın ilgisini çekmemesi olası değil elbette. Fakat Batı’nın, kavramları nesnel kriterlere göre tanımlaması hastalığından mitler de nasibini aldı. Mitleri kutsal alanın dışına iterek inanılırlık derecesini eksilere çektiler ve hatta sıfırladılar. Yani bir yerde, “fantastik” diyerek oluşturdukları alanın malzemesi olan mitleri de “uydurma” sınıfına dahil ederek, sen sağ ben selamet, bu işi de hallettik havasına girdiler.

Fantastik edebiyat dediğimiz alan mitlerden yararlanan, normalin, olağanın, aklın, mümkünün dışındaki alanları konu edinir. Bizim Muhayyile edebiyatı dediğimiz “harikulade” bir alan fantastik edebiyat. Fakat günümüzde bu alanın bütün harikuledelikleri “uydurma” algısının dışına çıkabilmiş değil. Bir annenin “bırak artık o abuk subuk şeyleri de adam gibi kitaplar oku!” diyerek azarladığı çocuklarının uzak durmasında fayda görülen lüzumsuz bir alan şimdi fantastik maalesef. Tarihsel olarak her dönemde dışlanan, alaya alınan ve cezalandırılan fantastik, günümüzde uydurma sınıfına sokularak, cezalandırmanın başka türlüsüne maruz kalıyor.

Yüzyıllardır süregelen, fantastiğin “uydurma şeyler” olduğu yargısını yıkmak istedim. Fantastik, fena halde metafizik içeren bir muhayyile alanıdır. Ama bu tanım, pozitivist mantalitenin asırlardır tu-kaka ettiği bir tanımdır.

“Mitler, insan doğasının kalıcı ve evrensel köklerine ait yansımalardır,” diyor Campbell; peki bugün için de geçerli mi bu? Eğer öyleyse bugünün mitleri nelerdir?

İyi bir Hıristiyandır Campbell. Radikalizmini Yakındoğu mitlerinin törpülemiş olduğuna inanmak isterim. Onun tanımındaki bilinçli boşluğu Eliade ondan çok önce doldurmuştur bana göre. Eliade mitlerin kutsallığı üzerine uzun açıklamalarına dinler tarihinden yığınla örnek sunar. Evrensel kökler ifadesinde bile bu tahrik edici kutsallığın izlerini görmek mümkün.

Mitleri antik ve modern olarak ayırmak suni bir müdahaledir. Bununla beraber mitler antik döneme ait bir kavram da değildir. Bu bağlamda modern mitlerden bahsetmek mümkün. Ama modern mitler antik mitlerden bazı özellikler bakımından ayrılırlar. Konusu insanın gündelik hayatı ve yaşam biçimleri olan modern mitlerin arzı endam ettiği en yoğun alan reklam sektörüdür diyebiliriz.

Biz öykücülere mitin, efsanelerin bir form olarak öykü ve romandan ziyade hikaye içindeki değerinden bahsedebilir misiniz?

Anlatma esasına dayanan alanlarda mit tam bir hazine sandığıdır aslında. Hazine sandığına ulaşabilmek için aramak, aramaya adanmak gerekir. Baba bir laf ettiğimin farkındayım ama aramaya adanmak gerçekten bir yaşam tarzıdır. Siz öykücülerin bu sözümü en iyi bilen ve yaşayanlar olduğunun farkındayım. Çünkü anlatıcı, hayatını bir hazine avcısı gibi tanzim eder. Elindeki kalem kağıdı ya da not aleti onun hazine dedektörü gibidir. Bulduğu her sinyali algılayacak bir duyarlılık olmazsa, tüm aramaların sonuç vermediği durumlarda yeniden yeni baştan onu yazmaya itecek saik ne olabilir? Ömrünü aramaya adamak! Diğer sebepler olsa olsa kalem ucunun kırılması mesabesindedir.

Günümüzde mitlerin daha çok romanlarda seri şekilde yer aldığını görüyoruz. Roman yazarlarının önünde Tolkien gibi bir örnek varken -ki kendisi romancı değil bir dilbilmciydi- onu şeklen taklit kolay görünüyor. Tolkien’in diktiği bayrağın ivmesine ulaşılamasa da o çevrelerde dolaşanlar bir süre sonra yaratıcılıklarını konuşturmak zorunda kalacaklar. Hikaye ya da öyküde ise mitler daha çok anlam eksenlerinde dönüyorlar. Yani kurulan hikaye, mitin temel taşıyıcısı olmaktan öteye gidemiyor. Halbuki yazar “Bu hikayeyi neden yazıyorum?” diye sormalıdır kendine. Taşıdığı mitsel unsurlarla neyi hedefliyor? Bu mitsel unsurların hikaye içinde anlam uzantıları nelere neden olacak, neleri diskalifiye edecektir? İddiası var mıdır bu mitin yoksa dekor olsun diye mi hikayeye eklemliyoruz? Bu soruları yazar kendisine sorma gereği duymuyor maalesef.

Yazarların mitoloji sözlüklerini ellerinden bırakarak nitelikli okumalara girişmeleri gerekir. Mitoloji sözlükleri size istediğiniz kurgunun kelimelerini verebilir. Yarattığınız kahraman da tek yumrukla dünyanın eksenini doğu yönüne çevirebilir, bu fena halde fantastik olur, ama bunun ötesine geçemez. Kütüphane raflarında fantastik edebiyata malzeme sağlayacak devasa hazine sandıkları var. Fars mitolojisi, Mısır mitolojisi, Hint… anlatılamayacak kadar çok malzeme var. Mitolojinin Yunan’dan start alması artık çok demode oldu. Yepyeni, keşfedilmemiş devasa bir dünya kültür birikimi var. Tabi burada şuna da açıklık getirmek gerekir: Bu eserlere fantastik kurgularımıza malzeme sağlamak için mi ulaşmalıyız? Bu soruya herhangi bir açıklama yapmak istemem, çünkü eminim ki, eline bu eserlerden birini alan ve okumaya başlayan kişi, kitap sayfaları arasında kaybolurken, aslında yapmak istediği şeyin ne kadar basit, deryada zerre olduğunu kısa sürede anlayacaktır. Hazine sandığının başına oturan kişi, sandıktan seçmece yapıp kısa sürede orayı terk eder mi hiç? İlk iş, ya sandığı yüklenip mağarasına kapanacak ya da kendisini sandığa bağlayarak ondan asla ayrılmak istemeyecektir. Kurgu yazarlarının ilk ve en acil yapmaları gereken şey, kalemi bırakmaları ve hazine sandığının başına oturarak okumalar yapmalarıdır. Nasıl bir değer karşısında olduklarını fark ettiklerinde ise onu o kadar ucuz ve hoyratça harcamaya cesaret edemeyeceklerdir.

Söylediğim şeyin zor olduğunun farkındayım. Ama böyle böyle nitelikli yapıtlar ortaya çıkabilir. Yoksa tekdüze, taklit, ruhsuz, kimliksiz bir sürü metin dolaşır etrafta.

Le Guin bilim kurgu yazmak için bilimden anlamak gerekmediğini söyler. Fantastik kurgu yazmak için mit okumuş/çalışmış olmaya gerek var mı?

Le Guin’i gözüm kapalı onaylıyorum. Bilimle bilim-kurgunun ilgisi birine vakıf olmaktan geçmiyor. Hatta aksine birbiriyle ilişkisine bakılmaksızın iki ayrı düzenek üzerinde seyrediyorlar. Bilimkurguda daha çok politik eleştiri dilinin hakimiyeti söz konusudur. Sinema ve teknolojinin desteği ile yol alıyor. Ütopya dilinin de bu yapıtlarda hakim olduğunu görüyoruz.

Fantastikle mitler arasında da böyle bir ilişki var. Yani bir Nazlı Eray fantastiğinde mitleri bulabilmek mümkün değildir. (Yunan tragedyasından örnekler haricinde) Ne ki, bu eksik bir açıklamadır. Fantastik edebiyat, mitler olmaksızın yazılabilir özelliğe sahiptir fakat sürdürülebilirlik için mitlerin dünyasına girmek şarttır. Aksi halde modern hayal opsiyonlarında yorulacak olan yazar, üretici, orijinal ve kökü mazide olan bir birikimden uzak kalacaktır.

Post-modernizm üzerine, dergimizde, gerek çevirilerle gerek arkadaşlarımızın fikir yazılarıyla elimizden geldiğince kafa yormaktayız. Buna ek olarak ilerde Post-Fantastik isminde ikinci bir bölüm belki dergi de düşünüyoruz. Aslında tam bu bağlamda fantastik çalışacak arkadaşlarımız adına, size şu soruyu sormak istiyorum: Post-modernizm, fantastik anlatıya ne gibi olanaklar sağlayabilir?

Bu hem sizin açınızdan hem de Türk fantastik edebiyatı açısından önemli bir haber. Heyecanınıza ortak oldum, çok güzel. Hem de post fantastik! Kulağa harikulade bir tasarım gibi geliyor, bekleyelim görelim bakalım.

Geleneğimizde “mezhebi geniş” tabiri vardır. Postmodern düşünce için bundan daha iyi bir sözcük mutlaka vardır ama mevcut göstergelerden hareketle bu kavramı yakıştırmamak mümkün değil. Mimarideki ilk çıkışına ve her alanda ondan sonraki örneklerine baktığımızda, postmodern düşüncenin; modernist kibrin, kasılmaların, kuralların, biçimlerin tümünü reddettiğini görüyoruz. Edebi alanda ise modern edebiyatın tüm kurallarını altüst etti postmodernizm. Etti etmesine ama ortaya koyduğu şeylerin çoğu zaten geleneksel edebiyatta vardı. Yani postmodern edebiyat, modernden başlayarak geriye doğru tüm insanlık birikimini aşure kazanına almayı başardı. Bu yönü ile başından beri postmodernizmin imkanlarının hem fantastik edebiyat için, hem geleneksel edebiyat için potansiyeller barındırdığını savundum. Metinlerarasılık önemli bir imkan mesela. Uzantısını eski edebiyatta da hissedeceğimiz “miri malı” meselesi yani. Postmodernizmdeki çoğul yapıda kolaj, pastiş, parodi gibi unsurlar hipermetinsel bir düzlem oluşturur. Metinlerin birbirlerinin çok katmanlı anlam yapılarına göndermeler yapması, başta fantastik metinler olmak üzere tüm kurgusal metinlere önemli açılımlar sağlayacaktır. Dahası, geleneksel metinlerin günümüze taşınmasında da önemli bir imkan olacaktır.

Ama modernist mantaliteye sahip yazarlarımızın postmodern yazına mesafeli baktıklarının da farkındayım. Sanki “içine ne koyarsan gider” mantığını ucuz ve kolaycı buluyorlar. Fakat iş hiç de öyle değil. Modern edebiyatta malzemeyi kalıplarına uydurursanız işi çözersiniz, postmodern edebiyatta ise kalıpların yerini zeka alır. Zekice davranmanız, elinizdeki malzemeyi çarçur etmeden bir şey ortaya çıkarmanız, pastişi, kolajı usta işi bir tabloda yerine yerleştirmeniz için elinizdekiler kadar beyninizdekiler de önemlidir.

Mitoloji sözlükleri size istediğiniz kurgunun kelimelerini verebilir. Yarattığınız kahraman da tek yumrukla dünyanın eksenini doğu yönüne çevirebilir, bu fena halde fantastik olur, ama bunun ötesine geçemez.

Çalıştığınız tüm bu mitolojik eserler sözlü kültürün bir ürünü; haliyle yapısı da öyle. Bugünün hikayeleriyle mitleri karşılaştırmak mümkün mü? Hem sözlü kültür - yazılı kültür bağlamında hem de tematik olarak?

Hikaye ile mitleri karşılaştırma gereksinimi sanırım anlatma esasından ileri geliyor. Fakat mitleri hem anlam dünyaları hem uzantıları hem de varacakları yer açısından hikaye ile karşılaştırmak gereksiz. Ayrı iki alandan bahsediyoruz, bileşkelerinin benzer olması onları aynı yola çıkarmaz. Bu bileşkelerden biri işte söylediğiniz temadır ya da sözlü kültür unsurlarıdır. Hikayenin tarihsel, geleneksel modern yüzü, kurgusal düzeneği ve gelişen bir serüveni var. Mitlerde ise durum biraz daha tersinden işliyor. Biz mitlerin sadece kurgusal oluşlarına büyüleniyoruz halbuki mitlerin tarihsel, dini, kültürel, arkeolojik birçok alt hikayesi var. Bir mite dair hikaye, onun kurgusal anlatılarımızda dekor olarak kullanılmasından çok daha önemli ipuçları saklar. Mevzu çok boyutlu, girersek en başta söyleyip de ısrarla kaçınmaya söz verdiğimiz sıkıcılığın kuyusuna düşeriz. Kısaca hikaye ile mit benzerliklerinden çok, birbirlerinin içinde barındırdıkları imkanlara odaklanmak gerekir.

Fantastik anlatıyla yazılmış çok sayıda eser var fakat bu eserlerin edebi niteliği tartışılır. Özellikle bazı fantastik yazarlarının ister istemez Tolkien’in tekrarına düştüğünü gözlemliyoruz. Bu durum yer yer fantastik edebiyata şüpheyle bakmamıza bile sebep oluyor. Peki, bu tıkanmanın sebebi sizce nedir?

Tekrar ve taklitlerin nedeni zoru görünce tabanları yağlamamız. Tembel bir milletiz sözü bize ne zaman yapıştı kaldı bilmiyorum. Biz böyle değildik efeliği de yapmak istemem, yaşım da buna müsait değil zaten.:) Ama tarihe bakıyoruz, Türkler’in sünepe, pısırık, mirasyedi, embesil, hazırcı bir dönemini göremiyoruz. En olumsuz koşullarda bile herşeye direnmesini bilen, gerekirse tek bir kişiden bir ordu çıkaran direngen bir ruha sahip örneklerimiz var. Ya da ilim yolunda gecesini gündüzüne katmış, uzak yakın demeden yol almış alimlerimiz. Kutsalına saygılı, geçmişini, geleneğini hürmetle yad eden, geleceğinden umutlu, inşa süreçlerinde elini taşın altına koyabilen insanlardan bahsediyorum. Demek ki tarihsel örnekler bizi tabiri caizse gaza getirecek cinsten.

Ah modernizm vah modernizim, ne geldiyse başımıza batının bu cenabet düzeni yüzünden geldi edebiyatını da bırakalım.

Şimdimize bakalım; Le Guin’in bir başka bağlam için sarf ettiği bir sözü var. Diyor ki Le Guin “Şimdi mumun yerini değiştirelim!” Şimdi hemen mumun yerini değiştirirsek gölge aktörlerin biçimleri, izleri, anlayışları değişecektir. Gölge aktörler tüm alışkanlıklarımızdır. Bizi durduğumuz yerde yöneten, potansiyelimizi tüketen, zoru görünce tabanları yağlayan alışkanlıklarımız. Bahanelerimizden oluşturduğumuz kocaman bir hapishanedeyiz aslında. “Bahaneler Hapishanesi” diyorum ben buna. Mumun yerini değiştirelim lütfen. Bu kolay bir şey midir? Değil. Mumun yerini değiştirmek, tüm gölge-aydınlık efsanesini altüst etmektir! Cesareti olan öne çıksın…

Ve bu hapishaneden kaçarak geleceğimizi de kurtarabiliriz. Sosyal medya denen canavar, Bahaneler Hapishanesinde gardiyanlık yapıyor. Onun kandırmacalarına günlerimizi saatlerimizi kurban ediyoruz. Bir saatlik bir sosyal medya maratonu bizi okumadan düşünmeden uzaklaştıran ciddi bir kayıp. Bilgi kirliliğinin, didişmelerin, asparagas haberlerin, kıyıcı yok edici gruplaşmaların zihnimizi allak bullak etmesi de cabası. Şimdi böyle bir bombardıman altında kişi okumaya, okuduğunu tartmaya, ondan bir şeyler üretmeye, zihnini duru bir şekilde yeni şeylere hazırlamaya nasıl vakit bulabilecek, bunu nasıl başaracağız?

Kötü bir tablo evet, farkında mıyız emin değilim ama…

İnsanlığın sözlü kültürden yazılı kültüre geçmesi uzun sürmüş, haliyle bu hikaye anlatma biçimlerini de değiştirmiş... Şimdi elektronik/internet çağıyla birlikte yeni bir sözlü kültürden (Ong’un deyimiyle “birincil sözlü kültür”den çok farklı olsa da) bahsediliyor. Peki bu durum, yazılı kültürle birlikte ölmeye başlayan epik kahramanın dönüşüne işaret sayılabilir mi? Ya da şöyle soralım epik anlatı yeniden canlanabilir mi?

Kahraman, insanın olduğu değil ve fakat şiddetle olmak istediğidir. Kahramanlık, insanın ontolojik bir gereksinimi gibi geliyor bana. Mesela dışa dönük kahramanlıkta Oğuz Kağan’ı Er Töştük’ü ya da Manas’ı kendimizle özdeşleştirme eğilimimiz yazın hayatımıza da yansıyor. Ya da içe dönük kahraman tiplerinde Sokrates, Buddha ya da Zerdüşt’ün izlerini kendimize yamamaya çalışıyoruz. Bu durum, hiçbir dönemde son bulmamıştır.

Fakat içinde bulunduğumuz ortamda sözün teknolojileşmesiyle karşı karşıyayız. Siber dünyanın kendi cahillerini kendi bilmişlerini ve kendi entellektüellerini yarattığı düşünülürse ortaya çıkan tabloyu iyimserlikle karşılamak biraz zor. Her türlü ruhi yücelik, iyileşme, ahlaki sağalma ya da psikolojik olgunlaşma kahramanlık mücadelesidir. Böyle bir mücadeleden ne kadar bahsedebiliyoruz?

Bu olumsuz tablo karşısında yazarlar epik kahramanlar yoluyla dünyayı kurtarma girişiminde bulunurlar. Çünkü kahramanlar ihtiyaçtan doğar ve çağrıya kulak verirler. Hani bazı yazarlar derler ya “Yazmazsam çıldırırım!” diye. İşte bu ruh hali kahramana duyulan ihtiyaçtandır ve yazar, çağrının ağırlığı altında yazmaktadır, yazmazsa ölecektir.

Cendere içinde, nefes alamadığımız bir dünya karşısında yapabileceğimiz son şeyi yapıyoruz sanki: Kahramana sesleniyoruz. Büyük anlatıların gölgesinde, bir kahramanın varlığının bizim seslenişimizle hayat bulacağını ve imdadımıza yetişeceğini bekliyoruz. Enteresan bir şekilde, modern insanın bu çaresiz bekleyişinin kutsal metinlerde bir karşılığı da var.

Rasyonel aklımızın öldürdüğü epik kahramanı, yaralı bilincimiz yeniden yaratmak istiyor adeta. Başka çaresi de yok. Buradan hareketle, ileriki dönemlerde epik kahramanlara daha fazla ihtiyaç duyan, daha fazla kahraman yaratan bir yazın dünyası seziyorum.

Ve bir gün bir at ile karşılaştık. Truva atı değildi bu. Batı’nın Doğu’nun tüm kültürel birikimini yoğurup harmanladığı ve endüstriyel anlayışlarla kapitalist ellerde biçimlendiği kültür endüstrisi ile karşı karşıya kaldık.

Doğu’nun hikâye damarı (Binbir Gece Masalları, Heft Peyker vs.) bu kadar kuvvetliyken; fantastik edebiyatın önemli örnekleri neden Batı’da yazıldı? Ve bugün Türk edebiyatında “fantastik damar” neden hala bu kadar cılız?

Nasıl acı verici bir sorudur bu bilemezsiniz. Uzun uzun anlatmayayım çünkü bu çirkin bir hırsızlık hikayesidir. Ev sahibi, değerli eşyalarını muhafaza ettiği evine hırsızın girmesine, ortalığı talan etmesine, her şeyi hallaç pamuğuna çevirmesine mani olamamış, dahası anahtarları kendi eliyle teslim etmesiyle kabahatini suça çevirmiştir. Bu trajik bir teslimiyet hikayesidir. Elindeki hazine sandığını hırsızın önüne cömertçe açan vasılın direnebileceği tüm kalelerden bir bir çekilişidir hasılı.

Öncelikle Batı ile ilgili tesbiti yapmak gerekir. Fransız İhtilali’ne kadar Batı’da epik anlatılar yaygındı. Kilise ile girilen mücadelenin nihai sonucu tüm insanlık pozitivist felsefe ile tanıştı. Bu felsefi anlayış bize “fantastik” sözcüğünü de armağan etti. Hayali tüm kurgular “uydurma” olduğu gibi “aklın hastalıklı halleri” olarak da damgalandı. Bu hususta metafizik alana kayan eser verenlerin ağır bedeller ödedikleri de bir vaka. Fantastik yazarlar “içlerine cin kaçmış” olmakla itham ediliyor, alaya alınıp, aşağılanıp cezalandırılıyorlardı. Eş zamanlı olarak yazın dünyası sert bir rasyonalizm ile yüz değiştirmeye başladı. Bugün uygarlık adına yaşanan kazanımların kökenini oluşturan bu devre, 1960’lara kadar “hayal mahsulü” olan eserleri aşağılamakla ve yok saymakla meşgul oldu. 60’lardan sonra büyülü gerçekçilik akımının özellikle Latin Amerikalı yazarlar tarafından başarıyla yazın dünyasına yansıtılması fantastik edebiyatı yeniden gündeme taşıdı. Batılı yazarların o dönemden günümüze değin verdiği başarılı örnekler tüm dünyaya bir anda yayıldı. Bu yazarlar, dünya edebiyatlarının bu konudaki birikimlerini de inceleyerek eserlerine malzeme yaptılar. Sinema sektörünün ve teknolojik imkanların yazın potansiyelleriyle birleşmesi sonucunda Yüzüklerin Efendisi yaptını, Avatar filmini, FRP oyunlarındaki birçok fantastik kahraman, nesne ve olayı gördük. Asya’nın, Hint’in, İran’ın, Mısır’ın mitolojilerini, kültürel birikimin, sözlü kültür unsurlarını bu yapıt ve filmlerde gördüğümüzde kelimenin tam anlamıyla dumura uğramış olduk. Atı alan üsküdarı geçmişti ve üstelik at bize aitti.

Biz (Doğu) bu arada ne ile uğraşıyordu? Kardeş kavgalarından, taht entrikalarından, kültürel sömürgeleşmeye uzanan uzun ve acı bir modernleşme tarihiyle mücadele ediyorduk. Kendi derdimize düşmüştük ve fena halde kültürel bir erazyonda toprak kaybeder gibi kan kaybediyorduk. Buhara’nın, Semerkand’ın, Cundişapur’un, Şam’ın, Bağdat’ın, Kufe’nin kültürel birikimi ve diğer medeniyetlerle olan etkileşimlerinin destansı tarihinden uzaklaştıkça uzaklaşmıştık.

Ve bir gün bir at ile karşılaştık. Truva atı değildi bu. Batı’nın Doğu’nun tüm kültürel birikimini yoğurup harmanladığı ve endüstriyel anlayışlarla kapitalist ellerde biçimlendiği kültür endüstrisi ile karşı karşıya kaldık. Şimdi yüzyüze geldiğimiz ve tüketmekle vazifeli olduğumuz şey kültür endüstrisinin dişlileri arasında biçimlenmiş herşeydir. Kültür adına herşey artık bu endüstrinin birer malzemesi haline dönüşmüş durumdadır.

Türk edebiyatındaki fantastik damar, modernleşme etkisiyle olumsuz bir süreç geçirmiştir. Özellikle Tanzimat döneminde “koca karı masalları” olarak yaftalanmış, “gelişmemize mani cin-peri safsataları” denilerek bütün bir kültürel birikim dışlanmış ve hatta eğitim şuralarında okullarda çocuk kitaplarından bu masalların kaldırılması teklif edilmiştir. Böyle bir başlangıcın Cumuhuriyet ideolojisi içinde gelişmesini beklemek saflık olur. 90’ların başına kadarki süreç maalesef iç açıcı değil. Resmi ideolojinin cahilce ve farkında olmadan geleneksele ait diyerek dışladığı canım fantastik yok sayılmıştır. 2000’lerden sonra Avrupa ve Amerika ile eş zamanlı bir fantastik roman patlaması Türkiye’de de yaşanıyor. Bunda film endüstrisinin birincil etkisi var. Görsel bir çağdayız ve görüngü yazının ötesine geçmiş durumda. Nicelik olarak tam bir furya söz konusu diyebiliriz. Nitelik için aynı coşkuyu bulmak mümkün değil. Taklit her dönemde olan bir davranış biçimi. Zamanla sel gidecek kum kalacaktır.

Hülasa, Doğu’nun ve Batı’nın fantastik ile macerası aynı değil. Başlangıç, süreçler ve geldiğimiz noktada her iki kültürün farklı bir serüveni var.

Her ikisiyle de ilgilenmiş biri olarak size göre modern dönemde yazılmış bir fantastik (kurgu) kahramanıyla, mitolojik kahraman ontolojik olarak aynı özellikler gösterir mi? Farklıysa bu farklar neler olabilir?

Figüratif özelliklerin aynı olması bizi yanıltmasın. Fantastik kahraman kendi ontolojik duruşunu, onu üreten modern mantaliteye borçludur. Yani yazarın muhayyilesinin bir sonucudur modern dönemin fantastik kahramanı. Üzerindeki özellikler mitsel içeriklere sahip olabilir, ama bu onu mitolojik kahramanla aynılaştırmaz.

Mitolojik kahraman ise, tarihsel kollektif hafızanın bir mahsulü olarak birçok düşünüş, algı, inanç bileşenleri ile kollektif bir bilincin tezahürüdür. Mitolojik kahraman genellikle tanrısal özellikler gösterir. Bu özellikler onu modern fantastik kahramana benzetse de onunla aynılaştırmaz.

Son olarak tabii ki birkaç okuma tavsiyesi almadan sizi bırakmayalım. Biz öykü yazarlarına hazinenizden mutlaka okunması gereken birkaç kitap tavsiyesinde bulunabilir misiniz?

Kült kitap sendromundan kurtulmuş biri olarak fantastik ve mitlerle ilgili ısrarla kaynak kitaplara yönelmeyi acizane tavsiye edeceğim. Bir şekilde suyun başına gitmemiz gerek.

Gelelim listeye; Yaratılış Mitolojileri’ni yazarken çok faydalandığım kitaplar geliyor aklıma. Nimet Yıldırım’ı özellikle Ardavirafname ve Fars Mitoloji Sözlüğü ile masamıza alabiliriz. Jean Paul Roux, erken devir Türk kozmolojisi için Emel Esin ile birlikte iyi gider. Türk destanlarının coşkun anlatımı için Karl Reichl ve Radloff’u öneririm. Graves-Patai’nin İbrani Mitleri kitabı elinizden bırakamayacağınız bir birikim. Hele Kitab-ı Mukaddes’le eş zamanlı okursanız dinler tarihine dair çok aydınlık bilgilere ulaşabilirsiniz. Samuel Henry Hook’u Ortadoğu mitoloji için masamıza aldığımızda Crawford ve Kramer’i Sümerler’i anlamak için hemen yanıbaşına koyabiliriz. Bu okumalara Mircea Eliade’ı okumuş yutmuş bir şekilde başladığımızda zenginleşen dünyamızın sınırlarını biz bile tasavvur edemeyiz.

Doğu’dan ise daha çok kurgu örnekleri verebilirim. İbni Arabi’nin pek bilinmeyen bir eseri var: Dürrü Meknun, olağanüstü bilgilerle karşılaşacaksınız. Firdevsi’nin Şehname’sini söylenmeye bile gerek yok, bir başucu eseri. Babillerin Enuma Eliş’i için Heıder tercih edilebilir. Enuma Eliş harikulade bir yaratılış hikayesi. Anadolu’nun sufi geleneğinden beslenen halk hikayeleri, Alevi Bektaşi anlatıları büyük bir zenginlik. Bu konuda Ahmet Yaşar Ocak ve Muharrem Kaya kaynakçaları mutlaka gözden geçirilmelidir.

Söyleşi için çok teşekkür ediyor, başarılı çalışmalarınızın devamını diliyorum.

Bu keyifli söyleşi için ben teşekkür ederim.