Göze batan fazlalıklar

Fadime Uslu’nun kitabının başarısı, birbirine bağlanan öykülerin kurgulanışı, başvurulan anlatım teknikleri ve bilumum edebi kriter bir tarafa bırakılarak yalnızca metinlerin belirli bir sosyal kesitin psikolojisine ışık tutan bu semptomatik karakteri ile ölçülebilir.
Fadime Uslu’nun kitabının başarısı, birbirine bağlanan öykülerin kurgulanışı, başvurulan anlatım teknikleri ve bilumum edebi kriter bir tarafa bırakılarak yalnızca metinlerin belirli bir sosyal kesitin psikolojisine ışık tutan bu semptomatik karakteri ile ölçülebilir.

Kitabın açılış bölümünde yer alan “Uyku Yılanı” adlı kısa parçada kör bir yılanın rüyaya dalışı ve uyanamayışı tasvir ediliyor. Bu kesif açılış sekansı, okurun yüksek dikkat gerektiren bir tür imgesel anlatıyla karşı karşıya olduğu izlenimine kapılmasına yol açıyor.

“Doğadan bir vahiy bekledimse boşuna”

Yüzen Fazlalıklar’ın arka kapak yazısında Fadime Uslu’nun bu kitabı oluşturan öykülerde “modern” kadınları bir cerrah gibi incelediği belirtilse de, okuyucunun bu metinlerde karşılaşacağı öykü kişileri bu basmakalıp sıfatın belirttiğinin tam aksine, -modernlik zamansal bir ifade ise- yaşadıkları zamana uyum sağlamakta son derece güçlük çeken kimselerdir. Tabiat işaretlerini yorumlamak için her anı teyakkuz halinde geçiren bu gizemci kadınların asıl trajedilerinin ise söz konusu uğraşlarında bir türlü herhangi bir neticeye ulaşamayışları olduğu söylenebilir.

Kitabın açılış bölümünde yer alan “Uyku Yılanı” adlı kısa parçada kör bir yılanın rüyaya dalışı ve uyanamayışı tasvir ediliyor.
Kitabın açılış bölümünde yer alan “Uyku Yılanı” adlı kısa parçada kör bir yılanın rüyaya dalışı ve uyanamayışı tasvir ediliyor.

Her fırsatta gökyüzünü izleyen, bulutlara ve yıldızlara bakan, denize gözlerini diken, envai çeşit kuşun hareketlerine odaklanan, yılanları, keçileri, balıkları, karıncaları, kedileri, ayrıca ağaçları, çiçekleri, bunların yaydığı kokuları olanca ayrıntısıyla algılayan bu kadınlar, etrafta olup bitene bunca dikkat kesilmiş olmalarına karşın bilinmeyeni bilinir kılmaya yaramasını umdukları bu işaretleri anlamlandırmakta güçlük çekerler. Bu biçare kadınların bütün varoluşu, Fadime Uslu’nun paradoksal biçimde “hiç bilinmeyecek olanların belirtisi” şeklinde ifade ettiği doğal hareketliliklerin orta yerine sabitlenmiştir.

Kitabın açılış bölümünde yer alan “Uyku Yılanı” adlı kısa parçada kör bir yılanın rüyaya dalışı ve uyanamayışı tasvir ediliyor. Bu kesif açılış sekansı, okurun yüksek dikkat gerektiren bir tür imgesel anlatıyla karşı karşıya olduğu izlenimine kapılmasına yol açıyor. Fakat hepsinin eninde sonuda bütünleyici bir kurguya bağlanacağı umuduyla birbirini takip eden tabiat tasvirlerini hatırda tutup, işaretler arasındaki muhtemel bağlantıları çözümlemeye çalışsanız da bir müddet sonra ipin ucunu kaçırmanız mukadder. Çünkü hayvanlar ve bitkiler ile öykü kişileri arasındaki sayısız etkileşimin herhangi bir göndergeye bağlamaksızın, “yüzen fazlalıklar” hâlinde metni kat ettiğini söylemek mümkün. Anlatıcı kişilerden Belgin’in bu durumdan yakınarak kendi kendisine yönelttiği “Doğanın bize söyleyecek bir şeyi mi yoktu?” şeklindeki sorusu, neyin neye delalet ettiğini bilme hususunda yazarın da en az okur kadar acziyet içerisinde olduğunu ortaya koyuyor : ignoramus et ignorabimus.

“Yani anlayacağın hepimize bir şey oldu,” der, “Teke” öyküsündeki kadınlardan Nedret, “Bir gün kafayı böyle zırvalarla bozacağımızı söyleselerdi, hadi ordan be yürrrü taş arabası, der geçerdik.” İnsanların ses tonuna ve fizyolojik özelliklerine bakılarak kişiliklerine ilişkin çıkarımlar yapılabileceğini söyleyen lise öğretmenini hatırlayarak bu türden “safsatalar”ın yeniden hortladığını, nereye gitse karşısına “Nuh nebiden kalma inançlar”ın çıktığını söyleyen Nedret’in ve akranı olan diğer orta sınıf kadınlarının rasyonel dünyası, ait olmadıkları bir zamanın hakikati tarafından darmadağın edilmiştir âdeta.

Bütün bu pastoral tasvirler, darmadağın olmuş bir dünyayı bütün halde tutmak için öznenin dış dünyaya dikkat kesilmesinin ve orada hâlâ bir dünyanın mevcut olduğundan emin olmaya çalışmasının birer neticesi gibidir.

Zamanın o katılaşmış ve idealize edilmiş öznelliklerini tuz buz etmesiyle emniyet duygusunu yitiren, dünyanın tekinsiz bir yere dönüştüğü hissini üzerinden atamayan, neredeyse delirmenin eşiğine gelen öykü kişileri bir semboller mabedi olan tabiata yönelirler böylece.Fadime Uslu’nun öykü kişileri sanki felaketten sağ salim kurtulabilmek için Nuh’un gemisine sığınmış ve burada at kestanelerinden kırlangıçlara, lotus çiçeklerinden ıhlamur ve zeytin ağaçlarına, domates fidelerinden cırcır böceklerine, aniden geçip giden baykuşlardan uzaklarda havlayan köpeklere uçsuz bucaksız tabiat unsuru arasında kalakalmıştır. Bütün bu pastoral tasvirler, darmadağın olmuş bir dünyayı bütün halde tutmak için öznenin dış dünyaya dikkat kesilmesinin ve orada hâlâ bir dünyanın mevcut olduğundan emin olmaya çalışmasının birer neticesi gibidir.

Yüzen Fazlalıklar’ı oluşturan öykülerde, dört bir yana ulaşan bir ahtapotun kolları şeklinde betimlenen “kimliksiz ve ürkütücü” TOKİ’lerin, zevksiz şehir tabelalarının, sanattan anlamayanların, “giyim kuşamlarından alt kültürden oldukları belli olan” kimselerin arasında sıkışıp kalmış bir topluluğa mensup bireylerin delilik eşiğindeki haletiruhiyelerine tanıklık ederiz. Gördüğü halüsinasyonları engelleyebilmek için ilaç tedavisi gören Leyla Hanım’da fazlasıyla bariz olan bu nevroz hâli, diğer öykü kişilerinde aktivizme yönelerek, organik tarımla uğraşarak yahut hayvan besleyerek sağaltılmaya çalışılan bir durum olarak görünürlük kazanıyor. Fadime Uslu’nun kitabının başarısı, birbirine bağlanan öykülerin kurgulanışı, başvurulan anlatım teknikleri ve bilumum edebi kriter bir tarafa bırakılarak yalnızca metinlerin belirli bir sosyal kesitin psikolojisine ışık tutan bu semptomatik karakteri ile ölçülebilir.