Hakikat bu coğrafyada yeniden parlayacak mı?

Biz Batı dışı toplumlar esasta bizim olmayan bir serüvene, bir tarih alayına katılmış, daha doğrusu takılmış haldeyiz.
Biz Batı dışı toplumlar esasta bizim olmayan bir serüvene, bir tarih alayına katılmış, daha doğrusu takılmış haldeyiz.

Bunama emareleri gösterip arada bir sabuklayan ihtiyar Avrupa’ya mahsus postmodern şartlanmaları bir an olsun bir kenara bırakalım ve şu soruya cevap vermek üzere kendimize dönelim: Hakikat bu coğrafyada yeniden parlayacak mı?

Öncelikle postmodernliği tarihsel bir süreç olarak modernliğin karşısında konumlanan bir durum değil de işbu modernliğin bağrından çıkma, dolayısıyla onun bir uzantısı, hatta gereği bir durum olarak görüyorum. Bu anlamda postmodernlikteki “post” bir karşıtlığı değil de derin yapılar itibariyle sürekliliği ifade ediyor daha ziyade. Postmodernlik önemini tekleyen modernliği yeni koşullara uyarlama çabasından alıyor tam da. Vadesi gelmekte olan hastanın suni teneffüsle ömrü uzatılıyor bir nevi. Öte yandan postmodernlik, Jameson’ın yerinde tespitiyle “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olmak gibi bir işleve sahip. Kapitalizmin çağdaş durumda aldığı biçim, Aydınlanma Çağı dediğimiz 18. asırdaki haliyle modernliğin kılık veya kisve değiştirmesini, dolayısıyla katılaşıp donuklaşan işbu modernliğin esnetilmesini ve yumuşatılmasını, giderek de seyreltilip sulandırılmasını gerektirmiştir.

Görünüşün aldatıcılığına kapılmayalım.
Görünüşün aldatıcılığına kapılmayalım.

Görünüşün aldatıcılığına kapılmayalım. Ben modernlik ile postmodernlik arasında temelde bir “kırılma” ya da “tersinme” gibi bir durumun söz konusu olmadığını ama Avrupaî derin yapıların zaman içinde farklı tezahürlere bürünmekle birlikte varlığını alttan alta sürdürdüğünü düşünüyorum. Denebilirse, postmodernlik modernliğin alt edilmesi ya da terki olmaktan ziyade onun tarihsel serüveninde alınan bir kavistir, bir dönemeçtir olsa olsa.

Modernlik kendini postmodernlik üzerinden yenilemektedir ki bunda şaşıracak bir şey olmasa gerektir; zira modernlik kelime anlamı itibariyle (eski’ye ya da kadim’e nazaran) “yeni”yi ifade etmektedir. Giderek pörsüyen bu “yeni” ve ona ait tavsayan kavramlar zamanla postmodern bir tadilata, bir gözden ve elden geçirme ameliyesine ihtiyaç duymuştur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, postmodernliğin modernliği çağdaş koşullara uyarlamak suretiyle yenilerken bir yandan da onu temel yapılar itibariyle yinelemesidir. Görünen o ki bazı kavram ve adlandırmalardaki radikal dönüşüme rağmen veya tam da bu dönüşüm sayesinde düşünsel serüveni itibariyle modernlik var kalma çabasını (conatus essendi) hâlihazırda postmodernlik üzerinden sürdürmektedir.

Bu bakımdan alelusul “Modernlik öldü ve yerini postmodernliğe bıraktı” demek safdil bir yaklaşım olacağı gibi, postmodernliğin hâlihazırda modasının geçtiğini söylemek de bir bakıma aceleci bir hüküm olacaktır. Yine de bugün, postmodern rüzgârın ardı kesildi diyemesek de bir tür duraklamanın ya da hız kesmenin vaki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kendi hakikatimizi yeni baştan keşfetmeye memur, hatta mecbur olduğumuzu artık idrak edelim!

Sonuçta, adına postmodernlik dediğimiz kavise/dönemece rağmen ya da tam da bu sayede batılı insanın modernlik kervanı aksıra tıksıra da olsa bir şekilde yoluna devam ediyor görünüyor. Bu çerçevede, can havliyle mi yoksa el çabukluğuyla mı artık ayırt edilemeyecek bir şekilde mütemadiyen “yeni” kavramlar ya da “yeni” kavramsal çerçeveler icat edilip önümüze sürülüyor. Doğrusu, postmodern durumda iş bir nevi “yaptakçılığa” (bricolage) dökülmüş durumda: Ne olsa gidiyor! Bu durumda bir bulanıklıktır ki hüküm sürüyor. Ortalık toz duman. Kavramsal sarahate ve bir tavır almaya olan ihtiyaç her zamankinden fazla.

Bir sürüklenme halindeyiz.
Bir sürüklenme halindeyiz.

Biz Batı dışı toplumlar esasta bizim olmayan bir serüvene, bir tarih alayına katılmış, daha doğrusu takılmış haldeyiz. Bir sürüklenme halindeyiz. Batı kaynaklı yönsüz, kozmopolit bir edebiyatın oyuncul döngüsüne kapılmışız sözgelimi. Oysa bizim Batı’nın hikâyesini evrenselleştirmememiz ama tarihselleştirmemiz yani bağlamına oturtarak anlamamız lâzım.

Bu arada, bir yandan MUTLAK kavramını tu kaka ederken diğer yandan kendini mutlaklaştırmaktan geri durmayan postmodernliğe içkin numaraya dikkat kesilmemiz lâzım. Sonra, bu bizim serüvenimiz mi, keza bizim serüvenimiz bu mu diye durup düşünmemiz lâzım. Modernliği ve postmodernliği biz aynı şekilde mi tecrübe ediyoruz, aynı şekilde mi tecrübe etmeliyiz diye kendimize sormamız lâzım. Ama hepsinden önemlisi, biz kimiz, BİZ diyeceğimiz bir kim-liğe sahip miyiz diye kafa yormamız lâzım...

Bu durup düşünmeler, bu sormalar, bu kafa yormalar boyutlanıp derinlik kazandığındadır ki biz FARK’ı fark edebilir ve BİZE MAHSUS OLANı keşfe yönelebiliriz. Bu durumdadır ki kendi kelime ve kavramlarımızla konuşma ve düşünme olgunluğuna erebilir ve bir kendiliğimiz, dolayısıyla da bir hakikatimiz olduğunu sarahaten keşfedebiliriz.

FARK’ı fark edebilir ve BİZE MAHSUS OLANı keşfe yönelebiliriz.
FARK’ı fark edebilir ve BİZE MAHSUS OLANı keşfe yönelebiliriz.

O zaman postmodern/kozmopolit savrulmaların rüzgârına kapılmadan kendi kafasıyla düşünüp kendi ağzıyla konuşan, dolayısıyla da kendine mahsus bir sahiciliği olan bir edebiyat ve düşünce hayatımız mümkün olabilir. Peki ama bunu sahiden istiyor muyuz ve de bunun için yeterince çaba gösteriyor muyuz?

Batı’nın POST-TRUTH bir aşamaya geçtiği dillerde! Bir sekerat ânının sayıklamalarına mı tanık oluyoruz yoksa? Sonu gelmez dil oyunlarına dalmış bulunan Batı düşünce ve edebiyatında HAKİKAT sahiden öldü belki de! Ama biz kendimize bakalım evvelemirde. Ve kendi hakikatimizi yeni baştan keşfetmeye memur, hatta mecbur olduğumuzu artık idrak edelim!

Bunama emareleri gösterip arada bir sabuklayan ihtiyar Avrupa’ya mahsus postmodern şartlanmaları bir an olsun bir kenara bırakalım ve şu soruya cevap vermek üzere kendimize dönelim: Hakikat bu coğrafyada yeniden parlayacak mı?