Haritada Flu Bir Alan

Haritada gezdiriyorum gözlerimi, tekrar bir sağlama yapıyorum.
Haritada gezdiriyorum gözlerimi, tekrar bir sağlama yapıyorum.

Daha çok bağ ve bahçeden oluşan güney mahallelerine yoğunlaştırıyordum bakışlarımı. Nüfus yoğunluğunun çok az olduğunu bildiğim bu muhit; bilmiyorum matbaadaki bir baskı hatasından mı yoksa güneş ışığının yansımasından mı, haritanın diğer yerlerine göre solgun bir renkte görünüyordu.

Delişmendir bahar,

Annem ölür mesela nisanda.

Galip kafasını eğip harita üzerinde gezdiriyor bakışlarını, duyamayacağım kısık bir sesle bir şeyler mırıldanıyor... Mırıldanıyor ve hiç durmadan bacaklarını sallıyor. Nerede yanlış yapmış olabiliriz? Daha önce en az kırk defa geçtiğimiz Susak sapağından sola dönüyoruz. Tam onuncu kilometrede haritada gösterdiği gibi bizi ilçeye götürmesini umduğumuz o yola giriyoruz. Oldukça dar olan asfalt, önce stabilize bir yola, daha sonra toprak bir yola dönüşüyor. Ardından yol büyük bir arazide son buluyor. Arabadan iniyorum, farların gösterdiği kadarıyla önümüzde uzanan bu geniş düzlüğe bakıyorum. Yanlış yola girmişimdir diye ana yola birkaç kez daha gidip geri geliyorum. Bu esnada kaçırmış olabileceğim yolları da kontrol ediyorum; sonuç yok.

Galip’ten dikkatli bir şekilde haritayı kontrol etmesini istiyorum. Cümlem daha bitmeden unutuyor isteğimi Galip.Galip beni dinlemiyor, tıpkı yirmi beş senedir dinlemediği gibi. Galip, haritada yüksek ve alçak yerleri gösteren kahverengi ve yeşil renkler arasındaki ton uyumsuzluğundan bahsediyor. Sonra aniden çocukken giydiği bir fanilasını anlatmaya başlıyor. Çam ve ardıç ağaçlarına getiriyor muhabbeti. Allah bilir hangi zaman, bilmem hangi yerde gördüğü kahverengi ayakkabısının içine yeşil çorap giymiş bir adamdan açıyor sözü, dünyada kahverengi yeşil kombini ile ilgili bildiği her ne varsa döküyor Galip… Bütün bunları bir dağ başında, gecenin zifiri karanlığında biz de tam yolumuzu kaybetmişken anlatıyor, susmuyor Galip, konuşuyor; çeyrek asırdır yaptığı gibi.

Mesai saati başlamadan, ilçedeki bankaya parayı yetiştirmek zorunda olmasak Galip’in bu saçmalıklarının benim için hiçbir önemi yok… Ama bzie söylenen saatte ve yerde büyük bir meblağın ilgili kişiye teslim edilmesi lazım. Biz Galip’le on küsur yıldır şehir şehir, ilçe ilçe geziyoruz. Nerdeyse hiç kimsenin tercih etmeyeceği bu mesleği severek yapıyoruz. Sonuçta hırsızı var, teröristi var; kazası var, belası var; dur durak bilmeden yaz kış yollarda, yani ne bileyim… Bir ton para taşıyorsun oradan oraya. Milletinki can derdi, yapmaz tabi bu işi. Ama Galip’le benim derdim başka. Şoförler bilir, uzun yolda en çok ihtiyaç duyulan şey konuşan bir arkadaş. Vakit gecenin dibidir mesela, Anadolu’nun bilmem hangi iki şehrinin arasındaki bir yolda gözlerin kapanacak olur, saatte yüz elli kilometre hızla giderken dalıverirsin.

İşte tam o anda refikinin bir şeyler mırıldanması lazım gelir, ağızdan o an çıkacak kelimeler hayat kurtarır… Şoföre konuşacak adam lazım da, ya böylesine ne demeli? Kelimeleri, cümleleri geçtik roman yazıyor bizimkisi. Yeşildi kahverengiydi durmaksızın devam ediyor çeneye. Karanlık zifir gibi çökmüş ortalığa, arabanın farında uçuşan böceklere bakarken şafağın yaklaştığı geliyor aklıma. Galip’in iki eli ile tuttuğu haritayı tam ortasından avuçlayıp, büyük bir hışırtı ile birlikte alıyorum elime. Galip korkup arkasına yaslanıyor bir anda. Birkaç saatimiz kalmış emaneti teslim etmek için, geriliyorum.

Haritada gezdiriyorum gözlerimi, tekrar bir sağlama yapıyorum. Geldiğimiz yön, bulunduğumuz yer, yerleşim birimleri arasındaki mesafeler hepsini hızlı hızlı düşünüyorum. İlçeye varılabilecek bir başka alternatif yol görünmüyor. Gerçek hayatta olmayan bir yol harita üzerinde bir ip gibi süzülüp ilçeye uzanıyor. Otobanları gösteren o kapkalın çizgilere bakıyorum… Duble yollar; bizi şehirlere, ilçelere götüren kalın bir çizgi ile gösterilen yollar ile siyah bir iplik gibi kavisler çizip ana yollara bağlanan köy yolları üzerinde gezdiriyorum bakışlarımı…

***

İşte o günün sabahı çarşıda, şehrin her sokağını en ince ayrıntısına kadar gösteren haritanın üzerinde gezdiriyordum bakışlarımı… Göz ucuyla da Galip’e bakıyordum. Onun çenesinin kapandığı nadir yerlerden biriydi yaşadığımız ilin büyük bir haritasını gösteren tabelanın önü. Şehrin neredeyse bütün mahallelerini gezdik, diyordum. Bilmem kaç yıldır o sokak senin bu sokak benim. Galip yerin dibine girmiş bir halde, yalvarır gözlerle bakıyordu bana. Lise son sınıftaydık. Efsane bir rutin olarak okuldan kaçmıştık. On yedi yaşımın baharıydı... Rüzgar esiyordu ve ben bir bütün halinde vücudumun nefes alıp verdiğini hissediyordum. Gözlerim haritadaydı. İç içe girmiş, birbirleri ile çakışan hatta savaşan yollara bakıyordum. Memleketimi paramparça etmiş yollara...

***

Memleketimi paramparça etmiş yolların üzerinde zarif ve ince parmaklarını gezdiriyordu öğretmenim. Başparmağı başkentin üzerindeyken cici parmağı Batı Karadeniz bölgesi üzerinde duruyordu. Çok hızlı bir şekilde dağları nehirleri geziyordu parmakları. Elinin bölgeden bölgeye, şehirden şehire hızlı bir şekilde yol alması büyülüyordu beni. Siyasi ve fiziki haritaların temel farklılıklarından bahsediyordu. Ben sadece renklerden ibaret olan siyasi haritalardan çok içinde dere tepeyi, sıradağları ve daha pek çok ayrıntıyı barındıran fiziki haritaları seviyordum. Haritanın siyasi olan diğer yüzünü çevirirken alt ve üst kısmındaki ahşap çıtalar çat çat diye kara tahtaya çarptı.

Tam o esnada kapı çalındı. Nasıl biri olduğunu seçemediğim bir karaltı kapının dışında kalmıştı ve Galip sınıfın ortasında beliriverdi. Dün gibi hatırlıyorum; içeri girer girmez ben arka sıradayken, ürkütücü bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu Galip. Öğretmen onun iki omuzundan tutup “Size yeni bir arkadaş,” diyordu yapmacık bir tavırla. “Size” kelimesi alabildiğine saçmaydı, Galip’in hiçbir zaman ama hiçbir zaman benim dışımda bir arkadaşı olmayacaktı.

Galip başka sıralardaki boş yerlere hiç bakmadan, gelip yanıma oturdu. Boynumda bir iple asılı duran silgiyi inceliyordu, kalemliğimin üstündeki köpek resmine atlıyordu bakışları, oradan bir plastik veya karton gibi bir malzemeden yapılmış o semsert önlük yakalığıma geçiyordu. Galip geldiği o ilk gün ders bitene kadar bacağını sallamıştı. Bu bacak sallama alışkanlığı, gene aynı sırayı paylaştığımız ortaokul ve lise yıllarında da devam etti. Aslında Galip şimdiki kadar olmamakla beraber ortaokuldayken de çok konuşurdu. Bizim tabanlara yüklenip şehri gezmelerimiz de o zaman başladı. Her ne vakit bir imkan bulsak gideceğimiz yöne karar veriyorduk sadece.

Aslında Galip’in ne tarafa gittiğimizle çok bir alakası yoktu. O anlatırdı, biz yürürdük. Villalar ile süslenmiş zengin muhitleri gezerdik. Orta direklerin oturduğu apartmanlarla dolu mahalleleri. Seyyar satıcılarla beraber yürürdük, kol kola pazara giden ana kızların yürüyüşlerine paralel… Pazar yerlerini gezerdik biz. Hafta içi öğleden sonraları tam da kış vakti, tam da zemheri. İşte o zemheride bile Galip’in çenesi kapanmazdı gene. Derken akşam olur, sabah olur ve biz tekrar okula.

Ortaokuldayken, sınıfta öğrencilerden biri bir laf etsin, karışmadan edemezdi; öğretmen derste az bir duraklasın hemen bir müdahale… Karı kız meseleleri, kavgalar, dedikodular; nereden bir şey duysa alakası olmadığı halde gider olaya dâhil olur, akıl verir, nasihat eder, yönlendirmeye çalışırdı. Şimdi olduğu gibi Galip’i ilk kez tanımış olanlar tebessüm veya alık alık bakışlarla karşılarlardı onun bu maydanozluklarını. İnsanın özeline böyle münasebetsiz müdahaleler, anca bir delilikten veya aşırı samimiyetten ileri gelebilirdi. Galip’in meselesi ikisi de değildi.

Dersten kaçma teklifimi hiçbir zaman reddetmezdi Galip. Millet harıl harıl sınavlara çalışıp birbiri ile yarışırken biz avarelikte yarışırdık. Ağzımı açıp bir şey sormazdım ona, o konuşmaya başlamak için soru beklemezdi benden. Anlatırdı Galip; V kadro motosikletleri, yeni çıkan vitesli bisikletleri, okulun sokağında bulunan o tümseği, Terzi Mehmet Amca’nın dükkanını, beden öğretmeninin spor ayakkabılarını… Okuldaki kızlar tek yakaladılar mı Galip’i, konuşturup üstüne gülerlerdi. Millet Galip yüzünden çok küfür yemiştir benden. Ben Galip için çok dayak yedim o zamanlar.

Lisede şehir turlarımız artık sistematik bir hal almıştı. İnsanların yaşadığı çeşitli yerleşim birimleri bir tarafa sanayi bölgeleri, artık terk edilmiş olan mahalleler, beldemizin sınırlarını belirleyen şehirlerarası yollar… İlkbahar olsun, sonbahar olsun arşınlardık şehrin caddelerini, birlikte mevsimlere girdik Galip’le. Biz Galip’le yıllardır ve yıllardır o kadar çok insan içine girdik ki… Zengin piçi, garibanı, serserisi… Nasıl bu kadar güzel olduklarına aklımızın ermediği genç kızların arasından geçip mezarlıklara girdik; cami avlularına, çocuk bahçelerine girdik. Yaşımız on yediydi, bizde haytalığın bini bi para, kahvehanelere girdik biz. Şehrin girmediğimiz bir sokağı kalmamıştı neredeyse. Ta ki Galip’in evlerinin bulunduğu o yola girene kadar.

İşte o günün sabahı çarşıda, şehrin her sokağını en ince ayrıntısına kadar gösteren haritanın üzerinde gezdiriyordum bakışlarımı… Göz ucuyla da Galip’e bakıyordum. Onun çenesinin kapandığı nadir yerlerden biriydi yaşadığımız ilin büyük bir haritasını gösteren tabelanın önü. Şehrin neredeyse bütün mahallelerini gezdik, diyordum. Bilmem kaç yıldır o sokak senin bu sokak benim. Galip yerin dibine girmiş bir halde, yalvarır gözlerle bakıyordu bana. Lise son sınıftaydık. Efsane bir rutin olarak okuldan kaçmıştık. On yedi yaşımın baharıydı... Rüzgar esiyordu ve ben bir bütün halinde vücudumun nefes alıp verdiğini hissediyordum. Gözlerim haritadaydı. İç içe girmiş, birbirleri ile çakışan hatta savaşan yollara bakıyordum. Memleketimi paramparça etmiş yollara...

Kaç yıldır Galip’le yaptığımız onca yürüyüşten, gezdiğimiz onca mahalleden sonra bu gezilerimizden herhangi birinin ailesi ile birlikte yaşadığı evin sokağına hiç tesadüf etmemesi geliyordu aklıma. İçimde bir hinlik, gözaltından süzüyordum Galip’i. Galip’in bakışları hâlâ yerdeydi. Şehri her şeyiyle ortaya koyan bu büyük haritayı varlık sebebim gibi görüyordum. Lise sona kadar ömrümüzün geçtiği bu yerin gezmediğimiz bir mahallesinin, girmediğimiz bir sokağının kalıp kalmadığını tekrar tekrar kontrol ederek tespit etmeye çalışıyordum.

Daha çok bağ ve bahçeden oluşan güney mahallelerine yoğunlaştırıyordum bakışlarımı. Nüfus yoğunluğunun çok az olduğunu bildiğim bu muhit; bilmiyorum matbaadaki bir baskı hatasından mı yoksa güneş ışığının yansımasından mı, haritanın diğer yerlerine göre solgun bir renkte görünüyordu. Galip’in benzi soluk, başı eğik ve dostum bu sefer isteksizdi… Ama gene de yıllardır olduğu gibi düştük yollara.

Şehrin daha alçak bir mevkiinde yer alan o güney mahallesinde yürüyorduk. Aylardan mayıstı. Çevremizdeki yüz tane ağaç on bin tane çiçek ile kuşatıyordu etrafımızı. Sıra sıra bahçeli meskenlerin bulunduğu bir sokağı dik kesen o yola daha önce hiç girmediğimize emindim. İlerliyorduk, biz yürüdükçe meskenler seyrekleşiyordu. Şehirde sesinin çınlamadığı sokak, kaldırım taşı, asfaltın kalmadığı dostumdan çıt çıkmıyordu. Yolda giderken Galip’in tanıştığımız ilk günden bu yana yıllarının geçtiği evlerinden hiç bahsetmemiş olması geçiyordu kafamdan. Dünyada bilip bana anlatmadığı her hangi bir şeyi olmayan Galip’in ailesinden hiç konu açmadığını çok sonraları fark etmiştim işte.

Galip’in evlerinin bulunduğu muhite beni şu veya bu nedenle ama bir şekilde getirmediğini yıllar geçtikten sonra anladım. Karşıdan sallana sallana gelen bir karanlık belirdi yolda. Sanki aynadaki bir yansımasıymış gibi dostumun attığı adımlarla senkronize bir şekilde atıyordu adımlarını. Hızla geliyordu. Karanlığın sağ elinde, sağ kolunda ve göbeğinin üstüne yayılmış çok daha koyu karaltılar vardı. Bize iyice yaklaştığında tamamlayamadığı o “Bab…” kelimesi çıktı Galip’in ağzından. Babası olacak o adam hiçbir kelime etmeden yanımızdan geçerken dostum ile benim aramda herhangi bir yere denk gelen bir çizgiye bakarak ilerliyordu anlamsızca.

Allah’ın cezası bahar çileye dönüşüverdi içimde. Yol bir anda topallamaya başladı. Galip önden gidiyordu. Hızlanıp ona yetişmek istemiyordum; sağ ayağında bir aksaklık ortaya çıkmıştı sanki aniden, adımlarını sıklaştırmıştı bu arada. Çok uzak olmayan bir mesafede bahçe duvarları lalettayin bir şekilde yapılmış kireç badanalı bir ev görülüyordu. Evin önündeki küçük çeşme ve onun hemen altına konulan mozaikten yapılmış minik havuzu bir bütün halinde dostumu anımsattı. Briketten yapılma yarım kalmış bahçe duvarları dostumun garibanlığı gibiydi sanki. Evin olmayan dış kapısının o boşluğu dostumun hayatındaki koca boşluk...

Uzaktan müstakil evlerinin kapısı yarım açıktı; tam da oradan dışarı doğru yayılan bir karal tıçıplak gözle görülebiliyordu. Evin giriş kapısının önünde durmuş kıpırdamadan içeri bakarken, Galip’in o güne kadar annesinden hiç bahsetmemesi geldi hatırıma. Ortalığı ışıl ışıl aydınlatan mayıs güneşinden dolayı, dostumun omuzlarının üzerinden baktığım evin o geniş ve büyük sofasında neler olduğunu anlayamadım ilk başta. Gözlerimi iyice kapatıp tekrar açtığımda bir büyük karaltı içinde biraz daha koyu, başka karaltılar belirmeye başladı. Somyanın üzerinde bacakları anormal şekilde duvardan tarafa kaykılmış olarak yatan bir kadın vardı; başörtüsü kafasından sıyrılmış, gözleri sonuna kadar açık bir halde tavana bakıyordu.

Dostumun ağzından tamamlanamamış o “Ann” kelimesi çıktı… Kulağımda bin uğultu, kemiklerim titredi; karaltılar kadının karnında, sağ göğsünde ve boğazında yayılıyor, somya örtüsünden yerdeki halıya damlıyordu. Galip çivi gibi çakılıp kalmıştı yerine. Ben onun tam arkasında duruyordum.