Hatıran yeter

Şarkı bitmeden kendini saldı aşağı. Gözlerimi kapatıp bağırmaya başladım. “EF-SA-NE...”​
Şarkı bitmeden kendini saldı aşağı. Gözlerimi kapatıp bağırmaya başladım. “EF-SA-NE...”​

Kış soğuklarının kanadını güz cücükleri gibi düşüren akyelin estiği bir gece Efsane’yi ocak balkonuna çıkıp iki kolunu göğe kaldırmış gördüm. Dengesini kaybetse düşecekti beşinci kattan. Ben “Dur, Efsane! Delirdin mi? Yazık etme!” diye bağırdıkça Efsane bana bakıp gülümsüyordu. Hatıran yeter, diyordu bir yandan da.

Adı Cengiz’di.

Herkes ona Efsane, derdi. Yanılıp şaşıp biri -bu biri çoğunlukla onu delirtip gülmek için Cengiz derdi- adını anacak olsa dilini dişini sıkar, duvarları yumruklamaya başlardı. Birkaç dakika sonra öfke nöbeti geçer seminer salonunun kapısında 80’lerin çok satan albüm kapaklarından fırlama bir pozla arzı endam ederdi. Yüzünde çocuksu bir gülümseme, uzun sivri yakalı gömleğinin üstten üç düğme açılmış ve İspanyol paça pantolonun altına yumurta topuk ayakkabı çoktan çekilmiş olurdu. İçerde benle birlikte bir iki kişi kalmış olurdu bu zamanlarda. Hep yaptığı gibi bana da söyle ben de bileyim... diye başlardı. Şarkı bittiğinde duvarlara belli bir sırayla asılmış hilal bıyıklı, sarıklı, çelik miğferli Türk büyükleri yine aynı sırayla üst üste divana toplanmış olurdu. Ardından gizli tarikatın ilk toplantısının esrarıyla ışığı kapatır, diğer odalardan birine gider elinde siyah bir valizle gelirdi.

Işık açıldığında bu valizin içinden tabancalar, otomatik tüfekler, el bombaları ve çeşit çeşit bıçaklar, hançerler çıkacakmış gibi korkulu gözlerle bakardık. Bakışlarımızı valizden aldığımızda duvarlar biraz önceki asaletini acıya, hasrete ve aşka bırakmış gibi üstümüze üstümüze gelirdi. Canına okuyacağım diye duvarlardaki Ferdi Tayfur çerçevelerinin her birinden bir poz çalarak elindeki oluklu bıçağı dudağına bir mikrofon gibi yaslar kendinden geçerdi, Efsane. Birkaç şarkı daha okuyup yorulduğunda bir araba sopa yemiş gibi divana uzanır, uyuma taklidi yapmaya başlardık. İçim şekeri düşmüş dedeler gibi geçtiğinde bu sefer rüyadan çıkma bir ses, üstümü kadife bir yorgan olup örtmeye başlardı. Bu efsanenin kendisiydi.

İçim şekeri düşmüş dedeler gibi geçtiğinde bu sefer rüyadan çıkma bir ses, üstümü kadife bir yorgan olup örtmeye başlardı.
İçim şekeri düşmüş dedeler gibi geçtiğinde bu sefer rüyadan çıkma bir ses, üstümü kadife bir yorgan olup örtmeye başlardı.

Çift kasetli YU MA TU’dan çıkan sesle salonda Efsane ve ben kalmış olurduk. Uzun uzun duvara bakardı. Açılmış alnı, kırışmış cildiyle ardında kırık dökük çokça fotoğraf olduğunu anlardım. Birkaç kez sormaya niyetlendimse de soramadım. Derslerine çalış, düzgün adam ol, ailenin kıymetini bil, sigarayı az iç, vatanı her şeyden çok sev, milleti daha çok sev, çekemeyeceğin acıya gülümse, illa bir şarkıcı seveceksen Ferdi’yi sev, herkesçe bilinen öğütleriydi. Caddeden el ayak çekilip karanlık kendini boşa attığı zaman ocağın balkonunda bölüştüğümüz filtresiz sigaralarda bu öğütleri canlı kanlı biriymiş gibi aranır, uzak yıldızlarca delinmiş karanlık uzaklığa göğsümde biriken (bu daha çok Efsane’nin göğsünde birikenlerdi) her şeyi mavi dumana karıştırarak üflerdim. Bu andan sonra çok fazla şey düşünmeden karşı divanda yatan Efsane’nin alazlı siluetine bakarak uyuyakalırdım.

Gündüz görünmezdi. Uyandığımda salon eski düzenini almış olur, çerçevelerdeki hilal bıyıklı, sakallı çehrelerin asabi bakışları altında her yanı dökülen kareli battaniyenin altından utana sıkıla çıkardım. Kalktığım gibi okul ceketini giyer ocaktan çıkardım. Onu gördüğüm ilk gündüzde olmuştu ne olmuşsa. Siyah valizin bir ucundan Efsane tutmuş, bir ucundan orta yaş üstü uzun boylu baba tutmuş ocağın kapısında hırlaşıyorlardı. “Dönmem ulan, dönmem yaşa geniş geniş yeni karınla,” diye koridoru inletiyordu Efsane’nin şarkılaradakine benzemeyen acı sesi. Efsane bağırdıkça babası sol eliyle vuruyor, ağız dolusu küfürler ediyordu. O sırada nerden çıktıysa çıktı Demir Mehmet bitiverdi yanımızda. Gelmesiyle de babaya kafayı geçirmesi bir oldu. Baba yarı doğrulunca tekme mi tokat mı olduğunu bilmediğimiz bir hamleyle merdivenden aşağı yuvarladı. Valizin bağından tutup, “Bir daha gelme ulan it, bizim sana verecek çocuğumuz yok,” dedi. Efsane kötü bir düşü savar gibi sol yanına tükürüp içeri girdi. Baba ağzı burnu ala çaman kan, kalkıp tek tek basarak indi merdiveni.

Televizyon odasına girdiğimde Efsane hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Demir, ağzını açmadan televizyondaki mafya konulu Türk filmine bakıyordu. Arada tüplü televizyondan başını uzatan bir mafya lideri gibi Efsane’ye dönüp, “Boş ver, adam olmayan baba da olamaz,” diye yumruk atar gibi genzinden genzinden patılıyordu. Akşam inince Demir gitti. Alt sınıflardan birkaç kişi o yana bu yana gidip geliyor kimse Efsane’nin yanına yanaşmıyordu. Bir zaman sonra ben de kalktım. Aşağı inip bir solukta Küf Memet’in marketini boyladım. Küf, o saatte benim geleceğimi biliyormuş gibi yumurta kolisinin başındaydı, beni görünce pis pis sırıtmaya başladı. “Her zamankinden mi yeğenim?” dedi, elindeki şeffaf poşete yumurtaları usulca koyarken. “Evet,” dedim, iki adım daha yaklaşıp, “her zamanki artı 1 paket Tekel 2000!” Her zamanki alışveriş; domates, biber, sarımsak, yumurta, 150 gram beyaz peynir, 100 gram siyah zeytin ve üç ekmekti.

İkisi bize biri de Efsane’nin hissikablelvukusunaydı. Hiçbir zaman boşa tetik düşmezdi bu his. Hemen yemeğin üstüne ya da gece yarısı birileri gelirdi ocağa. 5 milyon400 tutmuştu. 400’ü borç defterine yazdırdım. Çıktığımda hava yumuşamış, caddeyi anlamsız bir sessizlik bürümüştü. Köşedeki seyyar tatlıcı dört tekerli arabanın camekânını aydınlatan sarı ampülü söndürmüş gitmeye hazırlanıyordu. İçimden tatlı almak geçtiyse de boş ver, der gibi sağ ayağımı çöp kovasına salladım. Sıyırdı. Yukarı çıkıp Efsane’nin gözünün önüne malzemeleri koydum. Birkaç dakika geçmeden her yandan Ferdi Tayfur’un sesi geliyormuş gibi gözleri ışıdı. “Hadi ülen yapalım bi acılı menemen,” diye ayaklandı, malzemeleri alıp koşar adım mutfağa gitti. Ardından ben de kalktım. Eşyalarını koyduğu karanlık odadan teybi aldım, kutudan rastgele bir kaset seçtim. Bana da Söyle.

Ferdi Bey kaset kapağında gülüyordu.
Ferdi Bey kaset kapağında gülüyordu.

Ferdi Bey kaset kapağında gülüyordu. Bizim yerimize gülüyordu belki de. En çok Efsane’nin yerine gülüyordu. Gülmek en çok Efsane’ye yakışıyordu. O gülerken gülmeye utanıyordum. O ağlarken ağlamaya utanıyordum. Bütün duyguları o hak ediyormuşçasına susuyor yalnızca onu izliyordum. Teybi mutfak tezgâhının üzerine koyup fişini taktım. Kaseti çıkarıp (en sevdiğim şeydi, plastik kaset kaplarını açmak) sağ yuvaya yerleştirdim. “Sen bu işi biliyorsun bizim oğlan,” diye keyiflendi. Elinin altındaki sarımsağı bana bakarak (çat çat çat) doğramaya başladı. Bir yandan da şarkıya ritim tutuyor omuzlarını düşürüp şekilden şekle giriyordu. Bu haliyle televizyonlarda yeni moda olan yemek programlarına davet edilmiş arabesk şarkıcılara benziyordu. Kaset üçüncü şarkıya sardığında unutmak istiyordu. Yavaşlamıştı. Tenceredeki biber ve sarımsakların kızgın yağdaki cızırtısı şarkıya eşlik ediyordu.

Domateslerin kabuğunu soydu önce, sonra ikiye bölüp küp küp doğradı. “Kıs milangazı,” deyip yumurtaları çinko tasa kırdı. “Aile çok önemli,” dedi bir sırrı açık eder gibi, “aile dediysem anne bil sen aileyi, anne yoksa aile tuz buz olur.” Tuzu alıp tencereye bir tutam attı. Domatesi tencereye koyduğunda şarkı değişmişti. Efsane’nin dudakları anne der gibi kıpırdıyordu. An-ne. Duvarda yalnızca kendisine görünen bir anne fotoğrafı vardı belki de. Bakıyor, gülümsüyor, sonra iç geçirip teybin sesini açıyor, tencereyi karıştırıyordu. Cebinden filtre sigara çıkarıp yaktı bana verip “Çatalı al yumurtayı çırp, baki değiliz biz burada öğreneceksin menemen yapmayı. Bir teşkilatçı lider-teşkilat-doktrinden sonra menemen yapmayı bilmeli. Nereye gitsen seninle gelir bu zanaat unutma!” Sözünü bitirdiğinde kendi de sigara yakmıştı. Beni düşün mutlu ol, dedikçe mutfağı inleten ses, Efsane keyifleniyor dişlerini göstermemek için kendini zor tutuyordu. “Korkma sıçrar diye, yumurta bırakmaz kendini, insan değil bu, kin yok haset yok, hırs yok,” deyip teybi susturdu.

Kaseti ters çevirdi.
Kaseti ters çevirdi.

Kaseti ters çevirdi. Tencerenin kapağını kapattı. Sandalyeye oturup boş duvara bakmaya başladı. Alnındaki yarım çizgi bir belirginleşip bir kayboluyor, ben kaçamak bakışlarla bu izde birçok iz arıyordum. Bakışlarını yıllanmış karo taşlarına düşürüp, “Beni eve götürmeye gelmiş, beni ülen Efsane’yi analığın yanına götürecek. Daha anamın kefeni solmadı. Bu ne lanet iştah.” Bir şey diyemedim. O da bir şey dememi beklemiyordu. “Ölürüm de gitmem. Efsane ve menemen varsa sıkıntı yok. İşine baksın herkes sildim ben o adamı,” diyerek ayağa kalktı. Kazanın kapağını açıp tastaki yumurtayı aldı. İlk yumurta çırpma tecrübemi onaylayan bir bakış atıp gülümsedi. Yumurtayı kazanın her yanında gezdirip son damla kalıncaya kadar süzdürdü. “Karıştırmayacaksın, bu işin sırrı bu, karıştırırsan ne domatesin tadını alırsın ne de yumurtanın. O kadar ülen!” deyip milangazın altını kapattı. “Kendi ısısıyla pişecek, kendi ateşiyle yanmayandan hayır bekleme ha!” diye alın çizgisini belirginleştirip sol kaşını kaldırdı. Sonra da mimiklerinin çalışıp çalışmadığından emin bir başrol gibi (Cüneyt Arkın’ın gençliğine benzettim o an) ansızın gülmeye başladı.

Çayları doldurup ben de ardından gittim. Sehpaya gazeteyi sermiş, zeytin ve peyniri poşetten çıkarmış, ekmeği ikiye bölmüştü. Karşısına oturunca derin bir nefes alıp, “Mesele menemen değil,” dedi zeytinden bir tane ağzına atıp (meselenin zeytin olduğunu düşündüm) bunu anlamış gibi gülümsedi, “mesele ekmek, yani ekmeği bölüşmek,” dedi, sonra beni utandırmamak için tekrar güldü. Yemek bittiğinde cama düşen kar tanelerini fark ettik. İkimiz de yılın ilk karını görmenin telaşıyla üzerimize bir şey almadan balkona çıktık. “Yok, böyle olmayacak hadi inelim aşağıya,” diye apar topar içeri girdi. “Kazan burada kalsın, bir nasiplisi gelir muhakkak,” deyip koridora çıktık. Üstümüze ceketleri alıp aşağı indik. Kapıda Yarım’la karşılaştık. Selamlaşıp ayrıldık. Yarım, ayağını sürüyerek yukarı çıktı. Biz caddeye çıktık.

İlk kez kar görüyor gibi kollarını yukarı açıp uzunca bir süre öylece durdu.
İlk kez kar görüyor gibi kollarını yukarı açıp uzunca bir süre öylece durdu.

Kar tutmuştu. Efsane, ilk kez kar görüyor gibi kollarını yukarı açıp uzunca bir süre öylece durdu. Sonra koşar adım yürümeye başladı. Ardından koşuyordum nerdeyse. Seyyar tatlıcı gitmişti. Merkez Pastanesi’nin önüne geldiğimizde zınk diye durdu. İki tane halka tatlı alıp birini bana verdi. Konuşmuyordu. Şimdi ilk karın, belki de çıtır çıtır sıcak tatlının tadını çıkarmak için yavaş adımlarla yürüyordu. Ben her ikisinin de tadını bilmiyormuş gibi paytak paytak atıyordum ayaklarımı.

Cadde bitip lastikçilerin hizasına geldiğimizde liseye çıkan ara sokağa tırmanmaya başladık. Adımlarımız daha temkinliydi, kar tutmuştu. İki katlı karanlık bir inşaatın içine girdik. Merdivenleri bulup yukarı çıktık. Buraya daha önce de geldiği (belki her gün) belli oluyordu. Bir an Ferdi’yi, şarkıları, babayı ve menemeni unutup bunun Efsane’ye verilmiş gizli bir vazife olduğunu düşündüm. Çıtı çıkmıyordu. Onu ilk kez bu kadar sessiz görüyordum. Yüzünü görmediğim için de cesaret bulup soru soramıyordum. Karanlığın içinde karşıdaki beş katlı apartmanı seyrediyorduk sadece. Efsane sigarasını avucunun içine siperleyip içiyor ben de onun gibi yapmaya çalışıyordum. Karşı apartmanın üçüncü katında ışıklar işaret gibi (belki ben öyle anladım) iki kez yanıp söndü. “Sorma bir şey,” dedi fısıldar gibi, “burada gördüklerin de burada kalsın!” Ayağa kalktı. Ben de ayaklandım, başımı salladım. Görmediği için, “Tamam,” dedim usulca. Karanlık merdiveni indik. Alt katta bir müddet bekledikten sonra "sen git ben arkandan yetişirim,” dedi. Efsane’yi karanlığın içinde bırakıp kar tutmuş yokuşu kaya kaya indim.

Caddeyi boyladığımda içimdeki tedirginlik kaybolmuştu. Dükkânların ışıkları sönmüş, reklam tabelalarının renk renk neon ışıkları yanıyordu. İlk karın üstünde geçenlerde BİLİM TEKNİK’te gördüğüm kuzey ışıklarına benziyordu şimdi ilk karın üstündeki rengarenk ışıklar. Soldaki birahanenin üst kat ışıkları yanıyordu. Belli belirsiz bir inilti halinde birahanenin hafif müziği caddeye dağılan polis mavisine sonra kırmızısına karıştı. Birkaç dakika sonra ne dedikleri anlaşılmayan sarhoşların ağız dalaşıyla sessizlik dağıldı. Böğürmeler ve ardından gelen cılk mide ve gırtlak sesleriyle şimdi cadde kusmuğa bulanmıştı. Adımlarımı sıkılaştırıp Küf’ün önüne geldiğimde içimi, bir inilti gibi kuvvetli bir korku sardı. Ya Efsane bir delilik yaparsa? O ev kimindi? Son zamanlarda duvar diplerinde konuşulan ama bir türlü meydana çıkmayan örgütçülerin mi? Babanın mı? Efsane’nin sevdiği kızın mı? Saat gece yarısını geçmişti. Kime ne diyebilir, nereye gidebilirdim? Efsane karanlığın içinde ne planlıyordu?

Efsane o gece ve ondan sonraki gecelerde gelmedi. Ben de kimseye bir şey sormadım. Çünkü bundan önceleri de birkaç hafta gidip gelmediği olurdu. Böyle zamanlarda Efsane’nin Adana’ya, Diyarbakır’a İskenderun’a hatta Lazkiye’ye gizli göreve gittiği konuşulur, büyüklerce tasdik edilir, süre uzadıkça artık Efsane’nin falanca sol örgütün içine sızdığı gelişinin yıllar sürebileceği ballandıra ballandıra anlatılırdı. Bütün bu konuşulanları koridordan dinlemiş gibi ılık bir akşam Efsane bütün neşesiyle gelirdi, bütün hüznüyle ve bütün yorgunluklarıyla girerdi kapıdan, daha doğrusu kendisi girmeden sesi dağılırdı her yana. İçerdekiler hüzün mü neşe mi olduğu pek de belli olmayan bir duyguyla karşılarlardı onu.

Kurtuldum, derdi çoğu gelişinde. Öyle içten, öyle masum ve öylesine berraktı ki sesi, kurtulduğu bir sevgiliden, kötü alışkanlıktan daha başka bir şey olmalı diye düşünürdüm. Kurtulduğu her idiyse ona lanetler ederdim. O pek de oralı olmaz elindeki poşetlerle mutfağa geçer bol acılı menemenini yapmaya başlardı. Menemeni yedikten sonra takunyaları giyer abdest alırdı. Yatsı namazı için mescide girer bir zaman çıkmazdı dışarı. Şarkıdaki gibi ibadet başlatırdı. Çizgilerden oluşan Giriş-Gelişme-Sonuç şablonu gibiydi onun için Ferdi Tayfur şarkıları. Ne derse, tamam, neye kabulse kabul, neyi redse red.

İki aydan fazla bir zaman Efsane’yi bekledim geceleri.
İki aydan fazla bir zaman Efsane’yi bekledim geceleri.

İki aydan fazla bir zaman Efsane’yi bekledim geceleri. Gelmedi. O gelmedikçe kendimi Efsane’nin yerine koyuyor, çok da içime işlemeyen şarkıları onun gibi dinleyip onun gibi söylemeye çalışıyordum. Gecenin ikisinde (sigaram varsa) YU MA TU’yu seminer salonuna getiriyor koyduğum bir kasetle bekliyordum onu. Belki de içimde yeni bir Efsane büyütüyordum. O büyüdükçe gerçek Efsane’den de umudu kesiyor, yalnızca okul yolundayken onu karanlığın içinde bıraktığım inşaatın hizasına geldiğimde duraklıyor ve soru işaretlerini hiçbir yere gitmeyen bir tren katarı gibi arka arkaya takıyordum. Okula vardığımda veya ocağa geldiğimde ne tren ne efsane ne de yol kalıyordu ardımda/aklımda.

Kış soğuklarının kanadını güz cücükleri gibi düşüren akyelin estiği bir gece Efsane’yi ocak balkonuna çıkıp iki kolunu göğe kaldırmış gördüm. Dengesini kaybetse düşecekti beşinci kattan. Seyyar tatlıcı hayret içinde bakıyordu yukarı. Ben “Dur, Efsane! Delirdin mi? Yazık etme!” diye bağırdıkça Efsane duymamış gibi başını göğe boy veriyor gibi kaldırıyor, sonra bana bakıp gülümsüyordu. Hatıran yeter, diyordu bir yandan da. Şarkı bitmeden kendini saldı aşağı. Gözlerimi kapatıp bağırmaya başladım. “EF-SA-NE...”

O şarkıya devam ediyordu, bir gün gitsen bile...

Demir, kollarını sıkı sıkı sarmış bayram çocuğu gibi kucağında tutuyordu Efsane’yi. Dönmüştü işte, karanlığın içinden çıkıp gelmiş ve kendine has neşesiyle yine bizi selamlıyordu.

“Hatıran yeter...”