Hayat Sevgilim Olur musun?

Hikâye anlatıcısı, olayları az, olanları az, düşünceleri apaz, ama deneyimleri, hisleri çok aktarır.

Hayat dokunur, hayat ki o en usta anlatıcıdır. Anlatıcıların anlatıcısıdır, “Hayat sevgilim olur musun?” dedirtir şaire. Ama onu yazamazsınız. Çünkü hikaye anlatıcısı, her şey olabilir ama ne anı koleksiyonsucusu ne anı toplayıcısı ne de anı anlatıcısıdır.

İnişli çıkışlı hayatı boyunca ikisi müstear isimle olmak üzere toplam üç kez Oscar ödülü almış Amerikalı senarist Dalton Trumbo’nun hayatını anlatan Trumbo filminin bir yerlerinde (Dalton Trumbo rolünü Breaking Bad’deki Walter White rolünden tanıdığımız Bryan Cranston canlandırıyor) Otto Preminger (Avusturya asıllı Amerikalı yönetmen ve yapımcı) önündeki senaryodan birkaç sayfayı okuduktan sonra “Bu sahneler dahiyane değil, bunları yeniden yazmalısın” diyerek Trumbo’nun önüne fırlatır. Trumbo, sigarasından birkaç fırt çektikten sonra şöyle der:

“Bak Otto, bir senaryonun her sahnesini dahiyane yazamazsın. Böyle bir filmi kimse izlemek istemez.”

Otto hiç istifini bozmadan cevap verir, “Sen bana her sahnesi dahiyane bir senaryo getir, ben onu herkesin izleyeceği büyük bir filme dönüştüreceğim.”

Bu yazıya 26 Ekim 2018 yılında saat 23.00 sularında başladım. Yani doğduğum günden tamı tamına otuz yedi yıl sonra. Bir muhasebe yazısı yazmak niyetinde değilim, itiraflara, savunmalara vaktim yok. Nostaljiyle oldum olası aram hoş olmadı. Büyük sözler etmeyi düşünebilirdim, bunu istediğim zamanlar oluyor, olmuyor değil lakin cümlenin sonuna gülmeden varamıyorum. Bir yandan Farid Feryad dinleyip bir yandan da hayatım ve eserlerim hakkında düşünmeye çalışıyorum. Peh, hayatı ve eserleriymiş! Bakmayın görünmediğine, hüzün elbisesi, doğar doğmaz öyle büyülü bir biçimde biçilmiş ki üzerimize artık ne zaman giysek cuk oturuyor, hem de daha az önce çıkarmış gibi. Hiç unutmam, Bozcaada’da bir kahvede sabahlayıp dertleştiğimiz bir gecenin sonunda Güven (Adıgüzel) “E senin hayatın hikayelerinden fantastikmiş be olum!” demişti.

Oğuz Atay diyor ya (galiba Tutunamayanlar’da), “Beyler, oyun oynamıyoruz burada, acı çekiyoruz!” Öykülerimde görünüp kaybolan neşeden, şakalardan, komikliklerden, biçimsel oyunlardan, hak ettiğinden fazla bir vurguyla bahsedenlere bazen böyle demek istiyorum. Ne gülüyorsunuz kardeşim, siz gülün diye yazılmadı onlar, gülerek yazılmadı; tamam belki birazı... Ama kahkahalar atarak değil; Sadri Alışık gülüşüyle; hani Sadri Alışık’ın kameraya öldürücü bir kederle bakıp parmakları arasındaki sigarayı hafifçe titreterek gülümseyişi var ya. Ekranı dolduran sigara dumanı arasından kopup etrafınızı saran; tam sersemlemişken sizi iki kaşınızın arasından vuran gülümseme gibi olmayan ama lügatte başka kelime bulamadığımız için kederli bir gülümseme diyebildiğimiz o şeyi kast ediyorum. O ne karanlıktır, o nasıl bir laciverttir! Demem o ki; oyun oynamıyoruz ulan! Acı çekiyoruz, acı çekiyoruz.

Bu yazıya bir yandan Ferid Feryad dinleyip bir yandan da hayatım ve eserlerim hakkında düşünerek tamı tamına 26 Ekim 2018 yılı saat 23.00 sularında başladım. Eserlerimi bilmem ama bu yazı hayatım hakkında olmalı diyerek. Bir sanatçının etkilendiği elbette bir sürü isim vardır, bütün bu “Kim Var İmiş...” yazılarının amacı bu atlası çıkarmak tabii. Ama en çok en gizli etkileyicidir hayat. Amansızca dönüştürür, bir dokunuşta üslup sahibi eder ol-acak olanı. Flaubert’in yazar için yaptığı tanımı “bir yazarın eserlerinde hayatının yeri ve önemi” bahsi için de pekala kullanabiliriz. Şöyle der Gustave Efendi: “Metindeki yazar iş üstündeki Tanrı gibidir, etkisini hisseder ama onu göremezsiniz.” Ya da böyle bir şeydi.

Hayat, dokunur! Kederle, incelikle, acıyla, kahkahayla, tutkuyla, açlıkla, aşkla, coşkuyla, dupduru, sevgiyle, boyun eğmez bir imanla, krizlerle, nefretle, yorgun, ümitli, kale gibi, karanlık ve aydınlık, füze gibi, dipdiri, umutsuz, jet gibi, acı, tatlı, cesaret dolu, zeplin gibi, sevimsiz, korkak, sırlı, sempatik, cinnet halinde, serseri, hafifçe, tank gibi, sersefil, tumturaklı, müflis, cömert, derli toplu, buz gibi, eli açık bir soğukkanlılıkla, sabırla, telaşla, üzüntüyle, ölümle, dirimle, yaralarla, merhemlerle, ateşle, buzla, güneşle, yıldızlarla, kınından çıkmış kılıç gibi, sersemce, ateşle, aynalı odalar gibi, sinsilikle, yayından çıkmış ok gibi, sebepsizce, azimle, hırsla, sebepsizce, önü alınamaz bir gürz darbesi gibi, anlamsızca, kayayı delen incir gibi, masalsı, Hayber’in kapısı gibi, boş, bomboş, gergin bir yay gibi, deli dolu, kederle evet kederle, hüzünle, şaha kalkmış at gibi, hakikatle, hakikaten, hüzünle, coşkuyla, rüya gibi, gerçekten, büyülü, göğe yaslanmış bir dağ gibi, coşkuyla, sertçe, göğe yükselen fasülye sırığı gibi, adaletle, uçsuz bucaksız ormanlar gibi, muammalarla dolu, coşkuyla, usulca, sular seller gibi, COŞKUYLA, COŞKUYLA COŞKUYLA dokunur.

Hayat dokunur, hayat ki o en usta anlatıcıdır. Anlatıcıların anlatıcısıdır, “Hayat sevgilim olur musun?” dedirtir şaire. Ama onu yazamazsınız. Çünkü hikaye anlatıcısı, her şey olabilir ama ne anı koleksiyonsucusu ne anı toplayıcısı ne de anı anlatıcısıdır. Hikâye anlatıcısı, olayları az, olanları az, düşünceleri apaz, ama deneyimleri, hisleri çok aktarır. “Ben” demez. Ben derken bile ben demez. Der ise ihanet etmiştir. Hikâyeye, deneyime, aktarıma, kendinden öncekilere, geleneğe ihanet etmiştir. İşte o zaman hayat, anlatıcıya verdiği sahicilik hediyesini tek celsede geri alır. Hikâye anlatıcısı gözdür, görmelidir, kim ise onun gibi görmelidir. Gördüğünü yazmalıdır. Gördüğünü, hissetmeli, gördüğü olmalı, nihayet olduğu gibi yazmalıdır. Onun hayatla münasebeti budur. Hayır fotokopi makinası değil, hayır fotoğraf makinası hiç değil, realist ressamlar gibi değil, yazar, öykücü, hikâye anlatıcısı hayatın sokaklarında çırılçıplak dolaşır, sırtında bir kamerayla, not defteriyle vs. değil; pür göz olarak, hisseden bir göz olarak dolaşır, gördüklerini, alıp göğsüne yerleştirir, orada bulduğu boşluklarda muhafaza eder -ki bunun için çok büyük bir kalbe ihtiyacı vardır-, bu hissi anne kanguru gibi bir kesede taşır taşır ve artık taşıyamaz hâle gelene kadar o yükle gezmenin yolunu bulur. Sonunda gördüğü gibi olup, olduğu gibi yazan anlatıcı... Hayat sevgilim olur musun?

Bu yazıyı 26 Ekim 2018 yılında saat 23 sularında “Hayatımın yazdıklarıyla ne alakası var, olmalı mı?” diye düşünürken yazmak istedim, arada uyuyakaldım, parmaklarım klavyede birkaç harfin üzerinde yapışık uyuyakaldığım gecelerde olduğu gibi yine. Çünkü günlük 3 saatten fazla uyuyamıyordum, firardayken, aranıyorken, yazmaktan, hikayelerden başka bir şey düşünmüyorken uyku sürem daha da az değil miydi? Hiç uyumadan nasıl durabiliriz diyorduk Abdullah’la. Abdullah, taburelerde on beşer dakikalık kısa uykuları biriktirerek geceleri kurtarabileceğimizi savunuyordu; bir ara kazanacağız sandık ama uyku kazandı, hayat kazandı. Hayat sevgilim olur musun?

Bu yazıyı bitirirken 26 Ekim 2018 dünde kaldı. Hayat, dünde kalanla ilgilenir mi? Hayat dünde kalandan başka nedir ki? Dünde kalanla gelecekte olacak olan arasındaki gerilimli sonsuz “şimdi”den başka? Hayat bazılarını hüzünle bazılarını imkanlarla, bazılarını kederle, sevgiyle, belalarla, güçlüklerle, kolaylıklarla terbiye eder. Yazabilmek için her ne ile imtihan edilirse edilsin o imtihandan geçer not almalıdır anlatıcı; işte o zaman mümkün dünyaların en iyisinde mümkün öykülerin en iyisini yazma fırsatı önüne çıkar. Buraya kadar tam 25 kere “hayat” demişim, hayat bazen kendinden başka bir şey hakkında düşündürmeyendir; anlatıcı bu zindandan çıkabildiği oranda anlatıcıdır. Hikâyeci ne kendi ne de başkalarının hayatına laboratuvar faresi muamelesi yapmalıdır. Dedik ya o test etmez, hisseder.

Bu yazıyı 26 Ekim 2018 yılının sonlarına doğru yazmak istedim; planlarıma göre yazı, bir süre önce izlediğim bir filmin bir süredir düşündüğüm sahnesinden bir alıntıyla başlayıp büyük Türk şairinin dizeleriyle bitecekti. Çünkü Trumbo haklıydı, hayat bazen öyle olduğunu düşünsek de tek bir duygudan ibaret değildir, sadece ağlamaktan, gözyaşından, kahkahadan, sadece öfkeden vb. yapılmamıştır. Hayat bunların hepsidir ve hiçbiri. Bunların yalnızca biriyle doldurmaya çalıştığımız hikâye eksik olacaktır. Zaten Otto da o senaryoyla söz verdiği şeyi yapamadı. Trumbo haklıydı, çünkü hayat anlaşılmazdır. Onu bunca büyülü yapan şey tam budur.

“ve sen boynunu öperken beni sarhoş bir okyanusla titreten hayat sevgilim olur musun?”