Hayatı, kendimi sevmem için edebiyata yakın durmalıyım

Günay Çetao Kızılırmak
Günay Çetao Kızılırmak

Bu sıralar üzerinde çalıştığınız, yeni bitirdiğiniz, yeni başladığınız metin ve yazarlardan bahseder misiniz? Her çeviri yeni bir deneyimdir, her yeni günün olduğu gibi. Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi yeni bir bilgi var mı?

Bir keresinde, yolun başındayken, yaptığım bir çeviriyi birine sesli okumuştum. Bir kısa öykü çevirisiydi bu ve okurken sesim titriyordu. Okuma bittiğinde dinleyicimin etkilenmediğini gördüm. Öyküyü gereğinden fazla duygusal bulduğunu söylemişti galiba ve çay suyu koymak için mutfağa gitmişti. Belli etmemekle birlikte üzüldüğümü hatırlıyorum. Beğenmediği öyküydü ama üzerine alınan bendim. Sonradan tersi de geldi başıma. Çevirmekten pek de mutlu olmadığım bir kitap yayımlandıktan sonra epey beğenildi. Beğenisini dile getirenlere "oysa ben çevirirken çok sıkıldım" diyemedim çünkü kendimi işin içinden sıyıramıyor, kitap karşısında herhangi biri, alakasız biri olmayı başaramıyordum. Çevirdiğimiz biraz bizim oluyor ve aslında hiç de bizim değil. Böyle ara halleri, duyguları, cereyanda durmayı, insanlık hallerinin çevirmenlik boyutlarını düşünmeyi seviyorum.

Abbas Kiyarüstemi'nin Aslı Gibidir adlı filminde karakterler tartışır. Aslı kadar iyi, aslından daha iyi kopyalar olabilir mi? Bir şeyin illaki orijinalini görmüş (okumuş vs.) olmayı neden isteriz? Kopya neden hep hor görülür? Çeviri de bir kopya sayılabilir (ki değil) ve bazı çevirilerin aslı kadar iyi olduğu söylendiğinde iltifat edildiği düşünülür. Veya aslından daha iyi çevirinin sadakatsizliğinden dem vurulur. Bense senelerce orijinali önceledikten sonra şimdilerde kopyanın kötü çağrışımlarından bıktığımı hissediyorum. Mesleki yorgunluk belki. "Hep benzemeye çalıştı ve yeterince benzeyemeyişinin verdiği vicdan yüküyle öldü." mü yazacaklar mezar taşlarımıza? Çeviriyi salt kopya gibi düşünenlerle ilgili şöyle bir tespitim de var: hem iyi bir taklitçi olmanı bekler, hem de yaptığının altı üstü bir şeyin taklidi olduğunu ima ederler. Asıl ve kopya konusunu burada kapıyor ve sıradaki konuya geçiyorum:

Neden kitap çeviriyoruz? Cevap biraz şu: zevkli bir iş olduğundan. Mesela derslerden resim ya da beden eğitimi gibi, yemeklerden kızartma ve karpuz, insanlardan Münir Özkul ve Adile Naşit. Bu böyledir gerçekten. Ama yapanlar bilir: zaman zaman oldukça bunaltıcı da bir iştir çeviri. Birçoğumuz kendimizi işkence masasına yatırılmış gibi hissediyoruz uzun ve zorlu metinlerin sonlarına doğru. Rusçada bir ifade var çerez sebya propustit diye. Anlamı, bir şeyi şahsen tecrübe ederek kavramak. Kelime kelime çevrilirse: içinden, ruhundan geçirmek. Her bir metni tam olarak içimizden geçire geçire kavrıyoruz aslında. Yani çeviri aktarmanın da öncesinde bir anlama yöntemi. Anlama sürecindeki biri de muhakkak yanılır. Çevirilerdeki çoğu hata bence bundan kaynaklanıyor. Bununla birlikte çeviri kolektif bir iş, senin kavrarkenki heyecan ve yanılgılarını yine görünmez biri, yani editör toparlar (iyi bir yayıneviyle çalışacak kadar şanslıysan). Ona da zaman zaman alınırsın. Sürekli öğrenci sırasında sen - hiç büyümeyen çocuk, denetleyenlere, eleştirenlere kızmamak gerektiğini elbet bilirsin.

Üniversitede okurken dönem başlarında, alınacak dersler, sonra o derslerde işlenecek kitaplar açıklandığında nasıl heyecanlanırdım. Yeni doğmuşum gibi bir his. Kitapların içine düşünce, o kadar sürede o kadar bilgiyi öğütmenin imkansızlığı ve yabancı öğrenci olmanın sersemliği yüzünden kendimi tamamen başka bir uca savrulmuş hissederdim: hiçbir şey bilmek istemiyorum, adımı bile! Çeviri de biraz böyle. Başlarken bir şenlik, devam ettikçe ter ve yorgunluk, bitirirken yabancılaşma. Bittikten sonra eşe dosta verilen çevirmen kopyaları, bir miktar telif ve "çevirdiği eserler" listesinde yeni bir kitap adı. Sanırım yazarların bahsettiği "bitirdiği kitapla vedalaşma" durumu bizde de var. Kitaplaşmış bir çevirimi okuduğum nadirdir. Bazen onu coşkuyla okumuş bir okurdan esinlenerek bazı parçalara kısaca geri dönerim. Geri döndüğüm metni tanımakta zorlanırım. "Hafızam bu mu?" diye kendi kendime alınırım bu kez ve bazı kusurlar fark ettiğimde tadım kaçar ve yine uzaklaşmak isterim.

Ben iki ülkeli bir hayat sürdüm, sürüyorum. İşin aslı dil dışında pek bir şey öğrenemedim. Mesela yüzmeyi otuz yaşımdan sonra öğrendim, bisiklete binemiyorum. Biraz geçim kaynağı, biraz da anlam ve doyum ararken bu işi buldum. Fena gitmedi. Karın doyurmadığı gerçek ama parasız zamanlarda bazı teliflerin çok iş gördüğü de olur. Yeter ki o telifi bekliyor olmayın. Bu arada kitap çevirisi dışında da hayatımı çeviriden kazanıyorum. Yani bir dili etraflıca öğrenmek aslında iyidir. Öğretmeni olursunuz, çevirmeni olursunuz, iletişim için kullanırsınız, kötü kopyaları değil de orijinalleri okursunuz... Bu yüzden "önerir misin?" diyenlere "önermem" diyemem ben bu işleri. Kimseye "kitap çevir" diyemeyeceğim gibi. Genel olarak bir şeyi tavsiye etmenin (filmdi, şarkıydı, herhangi bir şeyi...) hayal kırıklığı ve yeni alınganlıklar getirdiğini düşünüyorum.

Ve minnettarlık... Bir köşede sessizce oturup bir iş görmenin hazzını herkes az çok bilir. Biraz malzeme ve alet verin, sonra bir kenarda unutun beni - sessizce, saatlerce ortalıkta görünmeden çalışırım. Bu güzel bir şey. Hayatı, kendimi sevmem için edebiyata yakın durmalıyım, yoksa çok sıkılıyorum. Bu güzel bir şey. Bir şeyleri anlaşılır kılıyor ya da aksine hepten anlaşılmaz hale getirip hiç değilse öfkeyle karışık merak uyandırıyorum. Bu güzel bir şey. Hiçbir şey kimsenin değil, yazı yazarın değil, çeviri çevirmenin değil, edebiyat hepimizin. Bu güzel bir şey. Bazı çevirilerim çok sevildi, bana ulaşan, "eline sağlık" diyen çok insan oldu, arkadaşlar buldum bu yolda. Bu güzel bir şey. Şu hayatta pek konuşacağım yokken epeyce konuştum, bu yazıda olduğu gibi. Bu güzel bir şey mi bilmiyorum. Ama işte böyle oldu.