Hayâl-i Zıl

Uzun seneler kâgir evde uğraştığı büyüler, efsunlar hep bugün içindi.
Uzun seneler kâgir evde uğraştığı büyüler, efsunlar hep bugün içindi.

Haklıydı İbrahim Usta. Lami bir kuklaya evrilmişti. Uzun yıllar talim ettiği kara büyünün menfi bir sonucuydu bu. Lami de git gide kukla olduğunun farkındaydı ama çare bulamamıştı. Asırlardır içinde beslediği kini buna büyük bir maniydi. İbrahim Usta çubukları sırtına, dizlerine ve dirseklerine saplayınca, Lamî kenetleniverdi.

Evvelâ resmeylemiş resmeyleyen resmi zilâl,

Perde kurdum, şem’a yaktım gösterem zıllü hayâl.

Fanî dünya kesretine aldanıp etme cidal,

Kâinatın sırrını bilsin deyu ebvabı hâl.

Mukaddime:

Şehrin garp yakasında kırmızı serpuşlu, kırçıl sakallı, ince bıyıklı bir adam belirdi. Ayağındaki iskarpinlere bakılırsa buralı değildi. Panayır yerinden geçip, deve kervanlarıyla Horasan’dan, Hindistan’dan gelmiş baharatların etrafına toplanmış feraceli taife-i nisanın yanından geçti. Küşteri Meydanı’na gelince bir kenara oturup soluklandı. Kırbasında kalan birkaç damla suyu kafasına dikti. Potura benzeyen libası yıpranmış, kir pas içinde kalmıştı. Yarım kulaç boyunda, bir endaze eninde, samur derisi hurcunu karıştırmaya başladı. İçinden yaldızlı bir torba çıkarıp etrafına bakındı. Tezgâhlara seyirdi gözleri. Renkli macunlar, kokulu baharatlar, Kıpti çalgıcılar, ağzından ateş püskürten cambazlar arasından bir dükkâna sabitledi bakışlarını.

Başında ışkırlak olan kır saçlı bir adamı izliyordu. Suratına müstehzi bir ifade yerleşti ihtiyarı görünce. Doğrulup yanına gitti. Limon ağacına sırtını yaslayıp ihtiyara dikti gözlerini. Elindeki deri parçalarıyla iştigal eden adam bir müddet fark etmedi izlendiğini. Sonra nedense kafasını kaldırıp baktı. İnsan sarrafı olan ihtiyar karşısındakinin acâyib-üş-şeklini görerek onun kalantor, zırtapoz ve mastor biri olduğu zehabına kapıldı. İnce bıyıklı adam baş kesip patı çaktı. “Efendim,” dedi. “Bende-i bîçârenize Şantan Lami derler. Sizin de Hayalbaz İbrahim Usta olduğunuzu biliyorum” deyip durakladı. İhtiyar onaylar gibi başını salladı. Lami: “Teşrif-i teşerrüfünüzden müteşerrif oldum,” deyip şuh bir kahkaha attı fakat İbrahim Usta bu kelime oyununa gülmedi.

Lami boğazını temizleyip sözüne devam etti: “Efendim buraya gelmemdeki maksat hayalî olmaktır. Beni imtihan etmenizi rica edeceğim.”İbrahim Usta sağlam pabuca benzemeyen bu adama peştamal kuşandırmaya pek hevesli değildi; lakin geri çevirmek de olmazdı. Bu yüzden, sıkı bir imtihandan geçirmeyi kabul etti. İlkin doğaçlama bir tuluat yapmasını istedi. Lami, torbasından beyaz deve derisinden Karagöz ve Hacivat’ı çıkarıp bir oyun sergiledi. Oyuna başlamak için çaldığı nârekenin gerginliği çok iyi ayarlanmış olacak ki İbrahim Usta çıkan sesten memnun kaldı. Oyunun muhâvere kısmına geçmeden def eşliğinde çok güzel bir semai terennüm etti. Seslendirme işinde de gayet maharetli olduğu belliydi. Beberuhi’den Cazu’ya, Kekeme’den Fahişe’ye binbir çeşit ses tasviri yapmıştı.

Nefesi kuvvetli kalsın diye göğsünü üşütmekten kaçınır, tütünden, ağızda ve gırtlakta yapışma yapacağı için şekerli içeceklerden uzak dururdu. Üstüne üstlük İbrahim Usta’nın daha önce hiç görmediği kuklalar, duymadığı oyunlar da teşhir etti. Efkârlı efkârlı sivri sakalını sıvazlamaya başladı İbrahim Usta. “Oyunun güzelmiş,” dedi. “Ancak imalatın nasıl merak içerisindeyim,” dedikten sonra önündeki ıhlamur kütüğünde duran deri parçalarını ve kuklaları şekillendirmede kullanılan nevregân bıçağını adamın eline tutuşturdu. Lami biraz duraksadı. Dalgın dalgın kütüğün önüne geçti. Bıçağı üstten çekiçle vurarak deriyi delmeye ve kesmeye çalışsa da eli bu işe pek yatkın değildi.

Lami biraz kekeleyerek, “Efendim, aslında bu tarz kukla imalatı yapmaktansa nev-i icad maharetiyle işimi kolaylaştırmaktayım. Hem masrafsız hem de az zahmetli oluyor. Ayrıca, bilirsiniz ki deri, sürülen boyayı hemen içine çektiği için değiştirmek mümkün değildir. Defaatle kukla yapmak lazım gelir. Hâlbuki benim göstermeliğimde böyle marazlar olmaz. Havagazı yakmadan, şem’a mumu kullanmadan gölgeleri şavklandırabiliyorum. Altı aylık mahiyesini peşin verdiğim Temakus’un salonunda bir açılış yapmak niyetindeyim. Dilerseniz icadımın azametini size orada göstereyim.”İbrahim Usta bu teklife sıcak bakmadı. İcat ne kadar suhulet getirirse getirsin, Hayalî dediğin hamallık, çıraklık ve yardaklık mesleklerini icra etmeden usta olamazdı. Bu sebepten el öptürmeyi ve peştamal kuşandırmayı reddetti. Aralarında uzun bir münakaşa başladı. Bazen sesleri yükseliyor, eşraftan esnaflar pürdikkat kesiliyor, bazen de kısa sessizlikler oluyordu. Lami pes eder gibi oldu.

Her ne kadar öfkelendiğini belli etmemeye çalışsa da kıpkırmızı kesilmişti. Ruhsat alamazsa, buralarda gölge oynatamazdı. Yine de müstehzi ifadesini takınmayı unutmadı. “Ama efendim duydunuz, parayı peşin verdim. Oyunumda da bir kusur yok. Hem yeni icad, gölgeyi de perdeyi de bambaşka bir mertebeye yükseltecek. Yedi düvel bizi konuşacak.”İbrahim Usta bir perde gazali okudu:

Temâşâ-yi hayâl erbabına özge temâşâdır.

Meali ehline ma’lûm olur sırr-ı muammadır

Ne anlar câhil-i nâdân olan sırr-ı muammadan

Bakar zâhir gözüyle sanki mir’at-i mücellâdır.

Lami sinirinden dudaklarını ısırıyordu. Uzun süredir tasarladığı plan, ahmak bir bunaktan ruhsat alamadığı için zirüzeber olacaktı. Canhıraş bir vaziyette oradan ayrıldı.

Fasıl:

Rivayet ederler ki, Bahçekapısı’nda sarı badanalı, kâgir bir evde esrarengiz bir adam yaşarmış. Kimileri onu müneccim, kimileri hendese, müsellesat ve sair ulûm ü fünûnda erbab, kimileri de bir sihirbaz olarak bilirmiş. Aslında evine girip sağ çıkan kimse olmamış bugüne kadar. İçeride ne yaptığı büyük bir sır olduğundan kimse hakikati tam olarak bilmezmiş. Yalnız evden gelen acayip sesler, çığlıklar, pencerelerinden sızan ziyalar nedeniyle bu ev pek tekinsiz bulunurmuş. Cezayir işi ciğer kırmızısı fesleriyle volta atan, yüzünde ustura yaraları, bellerinde kasaturalarla dolaşan külhanbeyleri dahi bu evden ürkmekteymiş.

Dede Efendi’nin rivayeti doğruysa işler hakikaten de merakı mucip imiş. Yalansa günahı boynuna, şöyle anlatırdı: Haramzade bir çilingir hem evin sırrını çözmek, hem de ceplerini doldurmak hevesiyle yanıp tutuşuyordu. Bir gece, yatsı namazından çıkan cemaat çoktan dağıldıktan sonra, sokaklar boşalıp, köpek ulumalarından başka seda gelmeyince bu çilingir tekinsiz evin yolunu tuttu. Etrafı kolaçan etti. Erketeye yatsın diye yanına çırağını da almıştı. Evin üst katında zayıf bir şavk belli belirsiz yanıp sönüyordu. İşini sadece alt katta halledip hızlı davranması iktiza edecekti. Kapının epey eskidiğini, maymuncuğa bile ihtiyaç olmadığını anladı ancak eski kapılar gıcırdardı. Hemen yanında getirdiği zeytinyağını bakır bir imbik yardımıyla menteşelere damlattı.

Mekanik kilidi biraz kurcalayınca kapı açılıverdi. İçeriye gölge gibi sızıverdi. Evin ahşap döşemleri gevrek gevrek gıcırdarken, yukarıdan gürültülü bir patlama sesi geldi. Çilingir de heyecandan havaya zıplayıp yedi şamdanlı ahizeye çarptı kafasını. Karanlığın içinde el yordamıyla bir köşeye pustu. Barut fıçısı mı patladı diye düşünürken, yukarıdan şuh kadın kahkahaları işitmeye başladı. Bu nasıl bir şeytan işiydi. Muhakkak cinlerin, perilerin zapt ettiği uğursuz bir eve girmişti. Üç beş dirhem altın için hayatını riske atmaya değer miydi hiç. Şimdi de def ve ud sesleri geliyordu. Her ne kadar canı tatlı olsa da buraya kadar gelmişken bu işin aslını öğrenmeden dönmek olmaz dedi ve parmak uçlarına basarak üst kata çıktı. Kapı aralığından gelen seslere kulak kesildi; yanıp sönen bir mum var sanki içeride diye düşündü. İp cambazı gibi teyakkuzda yürüdü.

Baktı aralıktan. Odanın duvarında bakır renginde bir ejderha kükrer gibi ses çıkarıyordu. Burnundan dumanlar tüttürerek sağa sola Rum ateşi gibi kızgın kömür, kükürt ve zift saçıyordu. Çilingirin dili damağı kurudu. Meşrebince bildiği bütün duaları ediyor, nereden bulaştım bu belaya diye inim inim inliyordu. Saçları birden kırlaştı. Kapkara suratlı bir adam gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Çığlık yerine bir nefes koyuverdi. Takati kalmamıştı ki kaçabilsin. Adamın kavuğu da kendi gibi karaydı. Çilingirin üzerine doğru yürüdü; ancak hareketleri bir garipti. Mandallara tutturulmuş çamaşırlar gibiydi kolları. Boşta sallanıp duruyordu. Kafası bir sağa bir sola yıkılıyordu. Sanırsın ki adamı iplerle görünmez bir el çekiyor da öyle hareket ediyor. Çilingir mukavemet gösteremedi. Ne yapabilirdi ki? Ertesi gün mahallenin meydanında bir meşe ağacına asılı buldular cesedini.

Bizatihi ağzından dinlemedim ama işin ahirini anlatan Süleyman Efendi’ye göre, durumdan işkillenen ahali yeniçeri ağasına haber salmış, çünkü katilin bu efsunlu evin sahibi olduğuna hükmetmişler. Aman bir tabur askersiz sakın ola gelmeyin, içeriden yırtıcı hayvan nidaları duyuluyor demişler. Pos bıyıklı yeniçeri ağası, cesametini ve azametini ispatlamanın derdine düştüğünden, fırsat bu fırsat deyip tek başına gitmeye karar vermiş. Doğru kâgir eve vasıl olmuş. Ahşap kapıyı güm güm diye döverken, paslı menteşeler kendiliğinden gıcırdayarak dönüvermiş. Pos bıyıklarını buran yeniçeri ağası bir eli yatağanının kabzasında içeri dalmış. Evin etrafında toplanan kopiller, koca karılar, işsiz güçsüz taifesi merak içerisinde olacakları beklemekteymiş. Bir süre hiçbir ses duyulmamış. Dışarıdakiler önce telaşlanmaya başlamışlar. Ah vah etmişler. Biz söylemiştik, buraya askersiz tedbirsiz girilmez, demişler.

Yeniçeri ağasının katledildiğini düşünmeye başlamışlar ancak akşam ezanının okunmasından kısa bir süre sonra pos bıyıklı yiğit, yüzünde gülistanlar açmış bir şekilde dışarı çıkmış. Onu bu kadar ferahnak bir hâlde gören ahali hemen yeniçerinin başına toplanmış. Gözlerinin etrafı kızarmış, afyonîler gibi bakmaya başlayan ağa, siz ne kadar ahmak, ne kadar eblemçüş insanlarsınız diye çıkışmış. Kimse bir anlam verememiş. İçeride kendi hâlinde, merdümgiriz bir hatuncağız oturur. Mafsalları ağrıdığı ve basur illetine tutulduğu için de gece gündüz ağlaşır. Şuncacık gürültüyü kaldıramadıysanız komşuluk hakkından bihabersiniz diye çıkışmış. Herkesin aklı allak bullak olmuş. Halk bu işe pek inanmasa da yeniçeriyi celallendirmenin hayırlı netice vermeyeceğini düşünerek sükût etmişler.

Bitiş:

Lami mezkûr olaydan epey sonra çıkageldi. Ulaklar göndermişti dört bir yana. Herkesi şehrin meydanına davet ediyordu seyirlik oyunu için. İbrahim Usta’ya da haber saldı. Onu da çatır çatır çatlatacaktı. Lakin izin almamıştı. Kanuna mugayir iş yapıyordu, ruhsatı yoktu. Ferman belliydi: “Herhangi lisan ve herhangi tarz ve usulde olursa olsun Memalik-i Mahrûse-i hazret-i Padişah’ide bilâ-ruhsat hayal misillü lu’biyat ve lehviyyat icra etmek katiyen” memnu idi. İbrahim Usta yeniçerilere ve subaşına malumat gönderdi. Kendisi de meydanda olacaktı elbet. Lami hazırlıklarını yapmıştı. Ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz arşın bir perde gerdirmişti meydana. Meraklı halk birer ikişer toplanmaya başladı. Daha önce hiç bu kadar büyük bir seyirlik görmemişlerdi. Önce bir def sesi duyuldu.

Sonra “Pîrimiz Şeyh Küşterî talim etmiş perdede...” diye söze başlandı. Perdenin karşısındaki küçük bir kutuda parıldayan göz gibi bir halka vardı. Ara ara aydınlanıp sönüyordu feri. Birdenbire perdede birtakım şekiller belirdi. Kavuklu iki dev adam şen şakrak perdeye girdi. Halk şaşkınlık nidalarıyla ağzı açık bir şekilde izlemeye başladı. Korksalar mı gülseler mi bilemediler. Perdedeki gölgeler aynı insan gibi ses çıkarıyordu. Hayalînin ustalığına verdiler. Aniden kocaman bir canavar belirdi perdede. İnsanlar bunu da gerçek mi değil mi ayırt edemediler; derken perde yırtıldı. Yanıbaşında Lami müstehzi sırıtmasıyla halka bakıyordu. Yırtılan bezin arkasından tepegözler, şahmaranlar, cazular, cinnîler, yılanlar, çiyanlar çıkmaya başladı. Halk ne olduğunu anlayamadı.

Bu da neyin nesiydi. Tepegözler ağızlarından ateş saçmaya başlayınca bir vaveyla koptu. İnsanlar sağa sola kaçışmaya başladı. Belki çilingir de bu bakır rengindeki mahlûkları görmüştü. Acı bir seda kapladı meydanı. Ahali ne olduğunu anlamasa da can havliyle sağa sola kaçışıyordu. Kafalar kopmaya, işkembeler, bağırsaklar ortalığa saçılmaya başladı. Ortalık kan revan oldu. Lami kahkahalar atıyordu. İbrahim Usta yeniçerileri beklerken bir yandan da ne yapabileceğini düşünüyordu. O an Lami’de bir tuhaflık sezinledi. Sanki seneler evvel gördüğü adam gitmiş yerine bir başkası gelmişti. Gülerken kolu bacağı kendi iradesinde değilmiş gibi sallanıyor, kafası kopacakmış gibi geriye doğru sarkıyordu. Yeniçerilerin de fayda edeceği yoktu. Bir şeyler yapmalıydı.

Ihlamur ağacından oyun sopalarını kaptığı gibi Lami’nin yanına koştu. Anlamıştı. Bu bir efsundu. Lami’nin mafsallarına bakınca oyukları gördü. Haklıydı İbrahim Usta.Lami bir kuklaya evrilmişti. Uzun yıllar talim ettiği kara büyünün menfi bir sonucuydu bu. Lami de git gide kukla olduğunun farkındaydı ama çare bulamamıştı. Asırlardır içinde beslediği kini buna büyük bir maniydi. İbrahim Usta çubukları sırtına, dizlerine ve dirseklerine saplayınca, Lamî kenetleniverdi. Uzun seneler kâgir evde uğraştığı büyüler, efsunlar hep bugün içindi. Perdeye gölgeyi değil diriyi iliştirmeyi başarmıştı. Eve gelen yeniçeriyi de kandıran o idi. Zira ses ve kılık değiştirmede maharetliydi. Kendini acuze ve şivekâr bir hatun gibi gösterebilmişti. Seneler boyunca içinde biriktirdiği kini böyle kusmuştu insanların üstüne. Azameti karşısında herkesin diz çökmesini istiyordu.

İbrahim Usta çubukları oynatıp Lami’yi zapturapt altına alarak bütün oyunu bozduğunu düşündü. Zafer nidası atarak, “Yıktın perdeyi, eyledin viran...” dedi. Ancak gerisini getiremedi. Bir ağırlık hissetti her yerinde. Ağzını hareket ettiremiyordu. Serpuşu geriye düştü. Dehşete düşmüştü. Eğer bu hissizlik düşündüğü şey yüzünden olduysa... Hızla elini dizlerine götürmeye çalıştı. Muvaffak olamadı. Son kez kıpırdatabildiği gözlerle etrafına baktı. Dirseklerine saplanan çubuklar tuhaf bir mahlûkun ellerindeydi. Perdeye diriyi iliştirmeyi başarmıştı Lami. Fakat bunu yaparken gölgeyi hayalî edeceğini hesaba katmış olamazdı.