Her kahramanın dili kendincedir

Kötü yazar evvelemirde anlatıcıyı buyruğu altına alır. Anlatıcı, olanı olduğu gibi anlatamaz, gözü hep yazardadır, bir çeşit yazarın vekili olarak konuşur.
Kötü yazar evvelemirde anlatıcıyı buyruğu altına alır. Anlatıcı, olanı olduğu gibi anlatamaz, gözü hep yazardadır, bir çeşit yazarın vekili olarak konuşur.

Sanat eserinin tekilliği, özel'liği ve kendiliğiyle ortaya çıkabilmesi genel dilin aksine özel bir dilledir. Çünkü özel olan, özel bir dili gereksinir.

  • "Ve öykü, ister istemez parçalayacaktı ikisini. Yaşamlarının serüvenlere dönüştürülmüş bir bölümünü anlatabilirdi öykü. Bana öyle gelir ki, öykünün bir zaman bıçağı mı <kaması mıdır, nacağı mıdır, kılıncı mıdır, nedir?>, anları parçalıyor, gövdelerini parçalıyordu Düldül ile Rosinante'nin. Kan. Buyrun. Kan. Fışkıran kan. Dinmeyen kanama. Azan kanama. Aldanma söndüğüne yaraların <kanıyordun ateşin alacakaranlığına>; pıhtılarına zamanın, aldanma."
  • Hulki Aktunç, Son Öykücü ya da "Bellek Adlı İblis"

Kötü yazar, metni karşısında kendisini tam bir otorite (o bir auteur'dür) olarak konumlandırır, her şey onun sıkı denetimi altındadır. Metninde hiçbir boşluk, dağınıklık, savrukluk olsun istemez. Dil, emrine amadedir; böyle olunca kahraman da sıkı denetimden payını alır ve ne ise o olarak davranamaz; her hareketi ve düşüncesi daima yazarın denetimine tabidir. Bu durum elbette imrenilesidir, ta ki kahraman sıkı denetim nedeniyle kendisi olmaktan çıkıncaya kadar. Otoriteyle tabi olan arasındaki ilişki yasal sınırları aşmaya ve giderek zorbalığa dönüşmeye başladığı anlarda tabi olan giderek geri çekilir ve belki sinikleşir. Kendi olmaktan uzaklaşır ve otoriteyle her temasında münafıkça davranmak zorunda kalabilir. Sinikleşen biri kahraman olamayacağı gibi karakter de olamaz. Zira özbilinçliliğin yüksek anlarını eyleme döktükçe kahraman; karakteristik yanlarını ortaya koyabildikçe karakter olunur. Kahramanın ya da karakterin kendilerini ortaya koyabilmelerinin hür iradeyle seçip özgürce eylemeyle ilgisi açıktır.

Kötü yazar, kahramanı nesnel bir mesafeden gözlemleyerek olanı biteni tasvir etmez; böyle yapsa sorun olmayabilirdi. O, elde ettiği otoriteyle neyin nasıl olması gerektiğini tasarlar, elindeki kişiler de bu tasarıma uygun birer araçtır. Özellikle üçüncü tekil -tanrısal- bakış açısıyla yazarken bu durum daha da belirginleşir. Kişiler, zaman-mekân, olay örgüsü gibi edebiyat eserinin ögeleri yazarın tasarımına uygun olarak düzenlenir ve tabii ki dil de bu düzenlemenin koşulu olarak denetimi yerine getiren önemli bir aygıt olarak yerini alır. Şöyle ki: "Ertesi gün Bayram, sabahleyin erkenden kalkıp kağnıyı koştu. Yanına Haçça'yı alarak bir sefer yaptı. Sonra eşeğe binip karakola doğru sürdü. Toman da peşi sıra geldi. Deste çekme işini Irazca'yla Haçça yapacaklardı. Ahmet kağnının önünde malları durduracaktı. Irazca yukarda yükleyecek, aşağıda Haçça anadat alacaktı. Anadat almak zorun zoruydu. Kadının yapabileceği iş değildi ama, elden ne gelirdi? Harman yerine Haçça'yla Ahmet gidecekler, kağnıyı boşaltacaklar, onlar dönene kadar Irazca destelerin yerini tırmıklayacaktı."1

Örnek üzerinden konuşacak olursak, kötü yazar evvelemirde anlatıcıyı buyruğu altına alır. Anlatıcı, olanı olduğu gibi anlatamaz, gözü hep yazardadır, bir çeşit yazarın vekili olarak konuşur. (Kötü yazar anlatıcıyla, iyi yazar kahramanla ülfet eder.) Bu nedenle neyin nasıl, ne zaman, ne şekilde olacağını bilir: "yapacaklardı", "durduracaktı", "tırmıklayacaktı". Kahramanların başka türlü davranma şansları yoktur. Yetmez, "Anadat almak zordur, kadının yapabileceği bir şey değildi." gibi yargılarla kadının ezilmişliği, horlanmışlığı verilmelidir bir yandan. Buyruk altındaki kahraman zorluklara göğüs germelidir. Benzer şekilde ruh halleri de gösterilemediği için hep söylenir, daha doğrusu bir kukla olan kahramanlara söyletilir: "Çok öfkeliyim.", "Senden nefret ediyorum." vb.

Bu tür yazarlar için dil de bir dizgeden ibarettir ve dilbilgisince sıkıca düzenlenmiştir. Buna uygun olarak eşya düzeni de yerli yerindedir; eşyalar da hep tanıdık, bildik eşyalardır. "Oraya, her nasılsa bırakılmış" bir eşya yoktur. Her şey yalın haliyle, ayan beyan ortadadır. Gerçeklik bir ölçüt olarak şaşmaz terazisiyle el altındadır. Terazi şaşmaz, çünkü eşyanın ötesi yoktur; hepsi el altında, tanıdıktır; rahatlıkla hesaplanabilir, kestirilebilirdir. Eşya düzeninde en ufak bir müphemlik, boşluk, grilik olmadığı için kahramanın eşyayla ilişkisi de tanımak üzerinden kurulur; hal böyle olunca algı hiç devreye girmez. Dolayısıyla deneyim de yoktur; her şey denenmiş, tanınmış ve yerli yerine konmuştur. Gerçekliğin ve tabii ki kişilerin bu kadar keskin, net, aşikâr bir şekilde eserde yer alması, aslında dilin özne+nesne+yüklem düzenini teyit ve tekidi içindir.

Buna genel dil diyelim: Genel dil yasaların, yargıların, buyruğun dilidir; bu yanıyla kamusallığı biçimlendirir, herkesi kuşatır ve kişilere toplumsal hayat içinde olaylara, olgulara bakışı için perspektif sunar. Açıktır ki sanat eserinin tekilliği, özel'liği, kendiliği böyle bir dil içinde ortaya çıkamaz; ortaya çıkan otoriteyi teyit ve tekit eden kamusal heykeller, resimler, müzikler... vb. eserler gibidir. Genel dil kavramları, anlamları, göstergeleri kendi dizgesi içinde olması gereken yerlere oturtur, böylece bağlam oluşturur ve göndermelerin de göndereceği adresleri belirleyerek onların açık uçluluğunu kapatır. Dilsel dizge sayesinde otorite, toplumsal alanda görünürlüğe çıkar ve yine bu dizge sayesinde toplumla buluşur. Söylemeye gerek var mı: Kötü yazar da eserleriyle söz konusu vasatı destekler.

Böyle bir durumda geriye dilin kendisinden başka bir şey kalmaz, referans kaynağı olarak gerçek zaman-mekân geri çekilir; genel dilin dizgesi yıkılır ve eser, kurduğu özel dile yaslı olarak ve tabii ki onun sayesinde varlığa çıkar.

Sanat eserinin tekilliği, özel'liği ve kendiliğiyle ortaya çıkabilmesi genel dilin aksine özel bir dilledir. Çünkü özel olan, özel bir dili gereksinir. Bu bağlamda özel dil, genel dile bir saldırıdır; eser kendini bu dille ortaya koyabildiği için kendine toplumsal alanda ancak bu dille yer açmaya çalışır. Yazarın kurduğu özel dil öncelikle onun üslubunu belirler, daha doğrusu üslup ancak bu özel kullanımla mümkündür. Yazar, üslup sayesinde genel dili yırtarak, onda çatlaklar, yarıklar meydana getirip kendine özgü bir yol arar ve dili, olayın meydana geldiği sınır durumlara iter. Çünkü özelliğin, kendiliğin tecessüm edebileceği yer, kişinin kendi olarak ortaya çıkabildiği mekânda gerçekleşir. Kamusallığa gömülmüş bir dille, kahramanın kendi olarak tecessümü gerçekleşmez. Dilin sınır duruma itilmesine, kahramanın kendiliğinin saf haliyle tecessüm etmesi, pekinlik arayışı diyebiliriz. Bu sayede kahraman her ne ise o olur. Olduğundaysa kamusallığa gömülmüş genel dilin dışındadır; kendine ait bir mekân ve zamanda yine kendine ait bir dille var olur; daha doğrusu bu dil sayesinde var olur. Bu yüzden hep tutunamayandır, sıra dışıdır, otellerde ve kaldırımlarda yaşar; yani kamusallığın genelliğine tabi değildir, zira kendine has karakteristik yanları ancak bu koşullarda tecelli edebilir.

Bir örnekle meseleyi biraz açmaya çalışalım: Örnek olarak Hulki Aktunç'un "Gecesiz" adlı öyküsünden bir paragraf alabiliriz: "Kokular; bir türlü inmek bilmeyen akşam içinde, kimse fark etmesin, kimse, diye diye saklanıyordu. Teker teker çıkarmak gerekiyordu onları inlerinden. Gücüm azalıyordu. Yine de tanıyabiliyordum yapayalnız gölgemi. Güneşin altında da. 45 mumluk ampulün altında da. Değişiyor değişiyormuş, olsun; değişiyor ve yaşlanıyormuş, üzerine nazar değdikçe yaralanıyormuş, <Göz, görü, karanlık, kara kahve, ağır [ağır mı mor mu?] ağır değil de, hızlı, hızla yaşlanış,> Dişleri dökülüyor, bakışları eriyor, kendisinin bile şaştığı o garip direnç, işte, yaşamı, hiç değilse kendi eski yaşamını dolaşma isteği, yine vardı."2

Kahramanın yıkımı, dilin de yıkımıdır. Elde ne özne ne nesne ne de yüklem vardır; sadece parçalanmış anıların imgesel gösterimidir söz konusu olan. Ama yine de imgeler bir şeyleri imlemez, sadece kendileri için vardırlar. Bu tür kendilerine dönen imgeler, kahramanın inleme, sayıklama, sabuklamalarına denk düşer. Ne olay, ne oluş... benlik olay ve oluşa saçılmıştır. Her şey şimdide müşahede edilen imge bombardımanından ibarettir.

Burada her şey dilin ötesindedir, ne ki dilin ötesi, dilbilgisinin yıkıldığı yerdir. Dilbilgisi yıkıldığından özne+nesne+yüklem dizgesinin yerini bağımsız birer öz gibi davranan özne, nesne, yüklem alır. Cümleler bazen özne+özne, nesne+nesne, yüklem+yüklem ya da bunların olası kombinasyonlarıyla kurulur. Sözcükler de parçalanır ve onlardaki gizil anlamlar açığa çıkarılır ya da durmadan ek getirilerek anlam çoğullaştırılır. İsim ve yüklemlerden tek bir sözcükle cümle kurulur, tüm duyarlılık bu atomik cümlelere yüklenir. Sözdizimi ve ögelerin cümle içindeki yerleri neredeyse olumsaldır. Çünkü inlemeler ne duygulanım ne de düşüncedir, olsa olsa bilinçdışının hücumudur. Bu hücumu karşılamaya çalışan imgenin kendine dönüşlülüğü, yüklemlerin öznesizliği, öznenin yüklemsizliği, dilin geçişsizliği nedeniyle inlemeler birbiriyle bağı olmayan zihinsel sıçramalardan ibarettir.

Böyle bir durumda geriye dilin kendisinden başka bir şey kalmaz, referans kaynağı olarak gerçek zaman-mekân geri çekilir; genel dilin dizgesi yıkılır ve eser, kurduğu özel dile yaslı olarak ve tabii ki onun sayesinde varlığa çıkar. Çünkü gelinen noktada genel dilin bağıntıları, ilişkileri belirleyen, dengeli, uzlaşımlara dayalı dizgesi terk edilince eser bağlamında kurulan dil, bağıntıları, ilişkileri, denge ve uzlaşımları kendi içinde kurmak zorunda kalır. Açıktır ki bu kuruluşta genel dilin dayattığı dizge yoktur; kahramanın kendi oluş sürecinde kurduğu özel bir dil, kendi oluş süreciyle birlikte kurulur.

Kahraman yıkıldığında, benliği parçalandığında her ne kadar nesnel mekânda da olsa mekân da parçalanacağı için geriye alabildiğine öznelleşmiş bir mekân kalır; bu parçalı öznel mekân tıpkı cam kırıkları gibidir. Kahraman cam kırıklarının her birinde kendi yansımasını görür. Buna koşut olarak zaman da parçalanacağı için, cam kırıklarında yansıyan her bir parça öznelleşmiş zamanda nedensizce sıçrar. Bütünlük, tutarlılık, denge, ahenk yerle yeksan olur; geriye kala kala zamandan ve mekândan bağımsız fragmanlar kalır. Bu durumda dil sistematiğini yitirir, kahramanın parçalanmışlığını biçimde gösterebilmek için o da parçalanıp fragmanlaşır. Elde neredeyse "penceresiz monadlar" kalmış gibidir. Dolayısıyla birbirleriyle bağıntı kuramazlar. Hepsi kahramanın ruh hallerinin göstergesi gibidir; ama herhangi bir sistematiğe, dizgeye uymayan, gösteren ve gösterilen ilişkisi daima kahramana döndüğü için eser, bir referans kaynağı, gerçeklik/doğruluk ölçütü olarak gerçeğe bağlı kalmak zorunda olmaz.

Bu durumda dil sistematiğini yitirir, kahramanın parçalanmışlığını biçimde gösterebilmek için o da parçalanıp fragmanlaşır. Elde neredeyse "penceresiz monadlar" kalmış gibidir.

Burada imgeye düşen gerçekliği karşılamak, onu imlemek değil, kahramanın gerçekliğini üretmektir. Yine de imgenin ürettiği gerçeklik, parçalanmış bir benliğe gönderimde bulunacağı için boşluğa düşer. Çünkü gönderdiği yerde tutarlı bir bütünlük yoktur; imge, kahramanın inlemelerine tutunmaya çalışır, ama zamansız ve mekânsızlık nedeniyle o da boşluğa düşer. Bunlar anı parçacıkları bile değildir, parçalanmış anlardan birer çakımdır: "Düşmeyi, düşmeleri sürdürüyordu o. Kuyruğunda korku, gözlerinde korku, kirpileşmiş tüylerinde, sırtında korku, atıyordu gölgesini aşağılara <Karanlık ve boşluk, aydınlık ve toprak, arasında ben de [oluyordum] yaşıyor, uyuyor, acıkıyor, doyuyor, ölüyordum; etimden fırlamış kemikleri gördüm, eti de gördüm, acı pembe, kırmızı noktalarla dolu, kan gözleriyle (kan gözeleri, içinin patlamış kaynakları] dolu eti>"3 Kahraman için çakımlardan başkası yoktur; o sadece çakımlar içinde tanıdık sesler, kokular, görüntüler peşinde kendi bütünlüğünü aramaktadır.

Parçalanmışlık içinde beliren imgeler arasında herhangi bir bağ, örüntü, zincir olmadığından ortaya bir yapı çıkmaz. İmge imler, ama sadece kendisini. Cümleler durmadan parantez içi yeni cümlelerle bölünüp parçalanır, hatta bunlar cümle parçacıklarıdır, birer öge olarak vardırlar, sözdizimine sahip değildirler, inlemelerden ibarettirler. Sözcükler yinelenir durur. Tüm bunlar kahramanın hayat içinde sürçmesine mukabil, dilin sürçmesidir, aksaması, kekelemesidir. Açıktır ki dil giderek plastik bir unsura dönüşür ve bu plastik malzeme yazarın elinde kahramanı kendi olarak gösterecek şekilde işlenir: "şu ikindilere. Omuzlarımdaki korkunç teri soğutan. <Acele etme, ama yürü [incinmesin gövden de gölgesi de, pis!], tırıs yürü,> Ağır <bat kendine, bat, ağır,> ağır, sarnıç da evdir biraz, gör, izle, düş, bağırma, bilinir <-sin sen, sezilir yokluğun bahçede, taşlıkta sarnıçta.>"4

Kahraman kendine dışarıdan bakamaz, baksa bu onun kurtuluşu olabilir, zira o zaman parçalanmışlığını görecek ve belki de oradan başlayarak kendine giden bir yola koyulacaktır. Ama kendisine ancak yine kendisinden, kendi içinden bakar ve gördüğü parçalanmışlık kendi parçalanmışlığıdır. Kendisine dışarıdan bakamadığı için elinde herhangi bir gerçek/hakiki ölçüt yoktur. Dolayısıyla eser kendi yolunu kendisi için açar; referans alınacak bir ölçüt yoktur, nedensellik zinciri kırılmıştır, zaman-mekân parçalanmıştır, böylesi bir zeminde daha doğrusu zeminsizlikte kendi yolunu açan eser, kahramanını dilin ötesine, boşluğa taşır. Boşluğa taşınma, genel dilin her şeyi yerli yerine yerleştiren temsil düzeninden kaçmaktır.

Kahraman ancak bu boşlukta kendine bir ikamet arayarak var olabilecektir. İkamet edecek bir evi yoktur. Çünkü ikamet yerleşme, sabitleme anlamlarını içkindir. Yerleşme, genelin biçimlendirmesine tabi olduğundan, o yersiz yurtsuz yaşanabilecek sınır durumların biçimsizliğinde, boşluğunda bir temsil düzeni kurma gayretindedir. Kahramanın kendi olarak tecessümü genel dilden, genelliklerden soyutlanarak, hatta soyularak mümkündür. Bu soyulma da özgülenmiş bir zaman-mekânda ve dille olur. Kahraman genel niteliklerden soyularak saflık, pekinlik arayışı için bir imkân açılmış olur: Nihayetinde, "sarnıç da bir evdir."

Yazarın yine de bütün bu parçalanmışlığı bütünlemek, tutarlı bir yapı kurabilmek için fragmanları dilin içine çektiği anlar olur. Bu kimi monadik imgeleri birbiriyle ilişkiye sokma ve ortaya bir fotoğraf koyabilme gayretidir, kahramana tutarlı bir hikâye kurma girişimidir. Aksi halde okur, sadece çakımlar karşısında gözü kamaşan birine dönüşecektir. Elbette bütünlüğü, tutarlılığı genel dile yaslı edebiyat eserlerinin otoriteye ve onun belirlediği gerçeklik/hakikilik ölçütlerine referansla kurduğu gibi sıkı düzen bir özne+nesne+yüklem bütünlüğü, tutarlılığı değil; sınır durumda inleyen, sayıklayan, aksayan, kekeleyen özel bir dilin kurduğu kendince bütünlük, kendince tutarlılık olarak anlamak gerekir. Burada "kendince" can alıcı bir vurgudur. Özel dil kendince dildir, kendince inşa edilen figüratif bir dildir, dolayısıyla kendince bir zemin açacak ve kahraman orada kendince ikamet edecektir.

Özel dilin ve kendince olmanın, beraberinde bir anlam sorunu çıkaracağı aşikardır. Aslında genel dille özel dil arasındaki yarık, sanat eserlerinde anlam sorununu ortaya çıkarır. Çünkü her şeyin birincil anlamıyla, tanıdık yüzüyle açıklığı ancak genel dilin yargı koyan yapısında mümkündür ve genellikle okur, okuduğu eseri ısrarla bu yargısal dile çekmek ister; çekemediğinde, eseri anlamadığından şikâyet eder. Bu, kötü okura örnektir.

Kötü okur daima konuyu anlama ve buna bağlı olarak olay örgüsünü deşifre etme derdindedir. Sanat eserinde konunun biçimle organik bir bütünlüğe kavuştuğunun, yepyeni bir hal aldığının, dahası elde etmeyi arzuladığı ayrıştırmayı yaptığında geriye eser değil de bin defa anlatılmış bir konunun kalacağının farkında değildir. Çünkü bir eserde içerik ve biçim diye iki ayrı öz yoktur; karşımızda kendisini temsil eden bir eser vardır. İyi okur, eseri kendi içinde anlamaya çalışır. Nihayetinde eser kendince bitmiş, tamamlanmış, bütünlenmiş bir yapıdır; bu münasebetle kendi anlam dünyasını kendi içinde üretmiştir. Örneğin bir fotoğraf sergisini gezen birinin fotoğraflarda gördüğü kişileri ya da yerleri devamlı olarak tanıdığı kişilere ve bildiği yerlere benzetmesi eserle konu ilişkisi kurması anlamına gelir. Çünkü içeriğin biçim sayesinde işlenmesiyle eserin var olabildiğini düşünmez. Dolayısıyla edebiyatta da dilden ayrıştırılabilir bir içerik yoktur; resmin renklerden, müziğin sesten, heykelin mermerden ayrıştırılamaması gibi.

Burada kötü yazarla kötü okur buluşur. Yazar denetim altında tuttuğu metinde içeriği biçimin ellerine teslim etmediğinden eserin kendi olarak tecessüm etmesine izin vermez. Kötü okur da ısrarla içerik ve biçimi ayrıştırmaya gayret ederek sadece konunun peşine düşer. Eseri eser olarak deneyimlemek yerine daima kendi diline/genel dile tercüme etmeye çalışır. Özel dil bir sınır duruma taşındıkça genel dille arasındaki yarılma büyüyeceği için, özel dil genel dile göre giderek biçimsizleşir; kimi resimlerde anatomik ölçülerin alabildiğine altüst olması gibi. Oysa ortada bir biçimsizleşme, ucubeleşme yoktur; olan, kahramanın kendi olarak ortaya çıkabileceği bir saflık arayışıdır. Bu saflık neredeyse kahramanın kendine özdeş olacağı için, o, ancak böylece kendi olarak tecessüm edebilecektir. Bu nedenle söz konusu özel dil ona özeldir; bir başkasına aktarılamaz. Genel dilin açıklayıcılığının aksine, özel dil figüratiftir, bireyselleştirilmiştir, özneldir. Mesela mutluluğu anlatıyorsa, o kişinin yaşadığı özel mutluluğu anlatır; genel dilse kişiden bağımsız olarak mutluluk olgusunu açıklar. Bu nedenle dilin özelleşmesi onun başka bir dile tercüme edilememesi, aynı yazarın başka eserine bile taşınamaması demektir. Eser de, kendince figüratif dil kuran yazar da bu yüzden biriciktir.

  • 1 Fakir Baykurt, Irazcanın Dirliği, İstanbul: Remzi Kitabevi, 6. Baskı, 1976, s. 129.
  • 2 Güz Her Şeyi Bilir'in içinde; Oğlak Yayınları, 1998, s. 56-57.
  • 3 a.g.e., s. 59-60.
  • 4 a.g.e., s. 59.