Her şey bir derekuşu

Taşlarla olan deneyimimde mek ve mak’ın açık yerlerinden giriş kusursuz gerçekleşiyor.
Taşlarla olan deneyimimde mek ve mak’ın açık yerlerinden giriş kusursuz gerçekleşiyor.

Aksöğüt ağaçları sancılı bir uykunun koynunda inliyordu. Kendime, hiçbir yere ait olmayan hiçbir yerdesin derken kafam uğul uğul, düşünceler benden uzaklaşmış.Rüzgar, çok uzaklardan bir kar soğuğunu alıp getiriyordu. O derekuşu ağartısı taşlara inmiş, aralık yerlerden alta sızıp dört yandan tutmuştu irili ufaklı çakılları.

Gece ormanın kıyısında beklemek neymiş gördüm, diyor içinden. Hiç de söylendiği gibi korkunç değilmiş. Yol kırmızı, söğütler ak ak diyor. Her şey sanki derekuşu, bu şey ışığını öbür şeyden geçiriyor.

Yalnızkadın birini bekliyormuş gibi ayakta duruyor. Nurlu bir gece diyor içinden. Her şeyde bir ışıltı, doygunluk… Yalnızkadın hiç korku duymadan bekliyor ayakta. Işınlarıyla bu dünyaya sığamayan kadın, yıldızlardan atılmış kadın, gözünde yıldız taşıyan kadın, şimşek çakımlarıyla ufku, tepeleri, okyanusu eğiriyor, gözündeki yıldız kıymıklarıyla belirip kaybolan figürler örüyor. Ölüyor yosunlar üstünde. Ve ormanın kıyısında yüksükotları. Dizlerine sarılmış yüksükotları. Mırıldanırken alev alıyorlar bütün yüksükotları. Küller bu öykünün üstüne düşüyor, küllerden bir yüksükotu parmaklarımı sarıyor. Alevin dansı yolları belirliyor. Birini bekliyor gibi buruk, ayakta duran kadının ışık oyunu bu. Parmaklarımı tutan kadın silueti şunları bastırıyor: “Yolun sonu vardı. Ve gecenin sonu yoktu anne. İyisi mi sen, yazmaya sancılı bir uykudan başla.”

Kekeme parmağımla yazmaya uğraşıyorum. Parmaklarım tuşlara serbestçe basıp gezinirken onun serüvenini unutmamam gerek. Temel yapıtaşı kelimeleri, cümleleri çabucak not alıyorum. Çünkü bütün serüvenini yara gibi ağzıyla soluyarak anlatıyor. Daha doğrusu yalnızca soluyor. Ciğerlerinin kokusundan rahatsız olduğumu görünce “Kırılmadım olsun, beni kendi kendimden yaz. Bir yıldıza baktı, hayatı değişti, o yıldızdan beyaz alevi çaldı, yaz. Sana anne demek geliyor içimden,” dedikten sonra bir cevap beklemeden cam üzerindeki kırağı figürleri kadar şeffaf vücudunu kanepeye atıyor. Yan yatıp dizlerini karnına çekmiş. Onun, o yan bakarken bile üç cepheyi gören gözlerine tahammülüm yok. Tan sökümüne dek başımı kaldırmadan çalışıyorum.

Tıpkı, gecenin ilerleyen saatlerinde anılarının silinmesi gibi kaybolmuştu. Ben dalıp gitmişim, ne zaman gittiğini fark etmedim bile. Penceremin camına pırıl pırıl şu sözü çizmiş: “Kendi kendimden yazdığın için minnettarım.” Zaten, o sancılı uykudan başlamıştım istediği biçimde anlatmaya.

...Aksöğüt ağaçları sancılı bir uykunun koynunda inliyordu. Kendime, hiçbir yere ait olmayan hiçbir yerdesin derken kafam uğul uğul, düşünceler benden uzaklaşmış.

Rüzgar, çok uzaklardan bir kar soğuğunu alıp getiriyordu.
Rüzgar, çok uzaklardan bir kar soğuğunu alıp getiriyordu.

Rüzgar, çok uzaklardan bir kar soğuğunu alıp getiriyordu. O derekuşu ağartısı taşlara inmiş, aralık yerlerden alta sızıp dört yandan tutmuştu irili ufaklı çakılları. Kaplumbağa kabuklarından irice, yuvarlak olanları pervaneleri hatırlatıyorlar, bakışlarımı alamıyorum. Sanki etraftaki her şey saydamlaşıyor. Ve beni buraya atan şeyi arıyorum. O kıvıl kıvıl billur aylalar... Ruhumu mahveden şey; birbirine geçmiş çiğ susam kokusu, kavrulmuş susam rayihası, dalgalar, zamanın dışında bir kent.

Girdiğim binalarda insanlar beni görünce donuklaşıyor, bir müddet sonra beni unutup aynalara, kristal gereçlere koşuyordu. Ben yüzümü tanımadığım için bunlara anlam veremeden her şey karman çorman deyip çıkıyordum sessiz sedasız. Böyle böyle kendi kuytularıma çekiliyordum.

Bir nesneye belli bir güç atfetmeyi, nesneyi değiştirmeyi, zihnimden geçen renklere ve biçimlere büründürmeyi ve belli ölçüde hareket ettirmeyi o yıldızdan aldığım güçle azıcık öğrendim sayılır. O yıldızla ilk karşılaşmamızda aklımda tek şey vardı. Onu, sönmüş yıldızların karabasanlarından kurtarmak, canımdan bir parçaymışçasına yarenlik etmek. Elbette, işlerin giderek sarpa saracağını, ona karşı fikrimin yarı yarıya değişeceğini hesaba katmamıştım. İlk zamanlar; yıldız yanığı dünyamı gecenin kuytularında kurmam için büyük bir nedenim vardı; gözümden başka kimselere güvenemediğimden onu kıymık kıymık gözümde tutuyor, geceme hapsediyor, zorlu kararlarımda ondan güç alıyordum. Gerçi, bu güç çok zaman pahalıya mal olsa, beceriksizliğime yenilerini eklememe yol açsa da nadiren doğru bir iş yaptığım olmuyor değil. Şu anda taşların sert kabuğunun altındaki billur kesiğini görebiliyorum sözgelimi. Bunu, şeyleri kırıp dökmeden, mahiyetleri gücendirmeden yapabilmeyi hep istemişimdir. Saydamlaşarak nesnelerin az çok içinden geçebilmek, ışığımı bu hedef uğruna kullanmak.

Taşlarla olan deneyimimde mek ve mak’ın açık yerlerinden giriş kusursuz gerçekleşiyor. Taşların altını oyan cüceye karşı bir cüce mek ve mak. Yıldızsı cüce, kristal cüce. Benimin cücesi, benimin, bizimim, sizinim’deki benimin cüceleri, benimin cücesini boğuyor –im-deki benimin cüceleri, taşların altını oyuyor bir cüce. Mek ve mak, mızrak. Mızrak, mızrakça, mızraklı gibi değil, derin oyuyor kanatların altını mızraktan tırnağıyla cüce. Söyle, söyle iğrenç cüce: ayrıntıda gizlenen şeyi çabuk, hızlı ve hızlı ve daha hızlı ol.

İşte bir aşağılık ruh, aşağılıklar, aşağılardakilerin aşağısındakilerin aşağısındakiler de bir ruh taşır neden? Çabuk söyle iğrenç c-ü-c-e.

Şimdi hemen söyle ve git.

Ah, gidiyorsun ne güzel.

Tanrım, ben hala orman yolundayım.
Tanrım, ben hala orman yolundayım.

Tanrım, ben hala orman yolundayım. Güneküsen çiçeğinin birdenbire açması gibi bir pervane, taşın incelen kabuğunun altında uzuyor. Büzüşmüş kanatlarının kadifesi olağandışı bir canlılığa, parlaklığa kavuşup incecik tüylü ayaklarını geniş yumuşak zemine yapıştırıyor. Hayaletimsi kanatların kenarındaki morluklar, ürküntü veren titreşimleri, o yaratığın biçimsiz, koyu karanlıktan seçilip belirli bir biçim almasını haklı gösterse de taştan çıkması için henüz çok zayıf olduğunun göstergesi, diyorum kendi kendime. Sert kabuk iyice yumuşamış olmalı ki gözümden bir demet daha ışık yollamama gerek kalmaksızın cam gözlerini görüyorum pervanelerin. Parlak gözbebekleri ıpıssız. Saçma, bomboş akışkan beyazlığına ağlıyorum gözlerinin. O gözbebekleri o akışkan beyazlık çok ıssız çok ıssız çok ıssız Tanrım. Lütfen al, al o ıssızlığı oradan.

Belki de bu beyazlık dünyadaki fizikselliğin gittikçe saçmalaştığını, bir çürümenin eşiğinden sonsuzluğa bakmanın her halükarda katlanılmaz oluşunu esinlediğinden böyle dokunuyor bana. Her şeye ağlıyorum bir süre. İşte, o yıldızdan çaldığımın utancı ikiye katlanmakla kalmıyor, bu kadar hüzünlü birine dönüştüğüm için kendimi tanıyamıyorum. Çünkü ben eğlenmeyi seven biriyimdir ve bana dans etmeyi sevdiren sevgi, senden bu eşikte istediğimi vermeni bekliyorum.

Palyaçoyu yağmurda izlerken bile büyük haz alırdım. Yalnızlığının boyası akardı yanaklarından boynuna boynuna. O boyaların birbirine karışıp palyaçonun Arapsaçı duygularıyla dağılması, yitip gitmesi biraz acı olsa da güldürür insanı. Ben böyle bir palyaçoyu siyah beyaz o rüyada gördüydüm. Dudaklarımda acı bir kasılma, yüzümde tebessüm aynı anda nasıl oluyordu hayret. Bir sürü öykümü boyadı, boyadı, boyadı, hatta, boya beni, boya beni, boya beni palyaço yalnızlığı akmış boyalarınla dedim bir öyküde ki öykümdeki çiçekler-susamlarmış- allı morlu kanlı bir şey olmuştu. Ürperdim, çok ürperdim bu şeylerden ben. Mahiyetler ne renktedirler palyaço, saydam mıdırlar? Git bunu bir öğren dedim en sonunda ve gitti.

Ne güzel gitti palyaço, ne güzel gitti, çocukluk gitti.

Ben dans etmeyi severdim.

Oysa şimdi aksöğütlere, sonsuzluk hissi veren vadiye, mor tepelere, uzak kar kokusuna, bu dünyadaki yerlerine, rollerine, bütünüyle tragedya gibi gelen ormana, bunlara üzülüyorum. Hafifçe dudağım aralanıyor, birkaç ışık damlası çıkıp ağartıda yok olana dek bakıyorum.

Burada kelimeler bile saydam.

Hüzün bile.

Gir hüznüme palyaço, gir. Gitti o, ne güzel gitti.

Yolladım çünkü yolladım ve gitti.

Buradan giderken, cebime birkaç tane koza koyayım diye sayıkladım gibi geliyor bana. Diğer taşlar birbirine sürtünüp ilençli seslerle, çıngırdıyor, haykırıyorlar sanki. Gönül koyuşları ürkütüyor. Hedeflerinin belirsiz olma ihtimali her zaman var olacak ama kendime sığdırmak istiyorum pervaneleri. Taşların yürek atışını o bumburuşuk Attucus’larda duyabilirim belki. Nasıl da yalınyürek, yumuşacık kanatları var, sırçadan pencereleri. Çocuklarımmış gibi onlar, sımsıkı bastırmak bedenime, bir pervane tacı yapmak narin bedenlerini, narin bedenlerini bastırmak, bastırmak, kıpır kıpır mor gölgeleri içmek için göğsümden aldığım bir demet ışıkla üstlerini örtüyorum. Taşların saydamlığını yitirmeksizin yarıkları kavuşturmam gerek. Acıyı unutmaları için ve bana daha fazla dert yüklememeleri için. Affet beni.

Işık üzerlerinde titreşti, en küçük parçalarına dek ayrıştırdı, bu parçacıkların içine sokuldu. Renkleri matlaşıp yüzeyleri eski sertliğine kavuştu. İlençli sesleri kesildi taşların.

Ve bu ışık oyununu etraftaki diğer nesneler üzerinde deniyorum. Taşlara olanla aynı derecede beni etkileyip etkilemeyeceğine dair merak içindeyim. Şaşırtma beni. Doğru bir iş daha yapayım ne olur diye yakarıyorum.

Işınlar, dokunmak istediğim nesnenin içinden geçerken, parmak uçlarımda nesnelerin durumunu hissetmeye başladım bile. Üzerinde yoğunlaştığım nesnelere muazzam bir sıcaklık akıyor. Kontrolü sağlayamadığımda merkezden çevreye yayılan bir kızıl aleve dönüşüyor ışınlarım. Ah, yüksükotları. Kontrol edemediğim tayfların bir koluyla yanıp kül oldular.

…Yakıcılığını keşfettikten sonra ilk iş olarak, ışınlarımı çok daha uzağa yollayıp kar soğuğunun kaynağıyla buluşturmayı deniyorum. Nesnelerle geliştirdiğim hızlı duygu akışı bir takım bilgileri de kavramamı, öngörü yeteneğimi üst seviyeye taşımamı sağladı. Belki bu yüzden yıldızla karın zaman dışı karşılaşmasını yorumlarken zorlanmıyorum. Gerçekleşmesine kesin gözüyle baktığım bu buluşma bir savaş kıvılcımı olmasın sakın?

Gerçekleşmesine kesin gözüyle baktığım bu buluşma bir savaş kıvılcımı olmasın sakın?
Gerçekleşmesine kesin gözüyle baktığım bu buluşma bir savaş kıvılcımı olmasın sakın?

Milyarlarca kar tanesi, bir tek yıldızın etrafında pervane olup dans ederken hem birbiriyle hem o mekanın yerli kuşlarıyla savaşa tutuşabilir zira.

Oradaki yoğun kuş tüyleri kar damlacıklarını örtüyor olabilir, toprakla buluşmadan havada dağılıp yok olmasına neden olabilir, her iki durumla hiç ilgisiz bir üçüncüye, ötekilerden epey uzaktaki yıldızın tanecikleri görememesine ve bu yüzden çıldırmasına neden olabilir.

Belki de bütün sorunun kaynağı o bölgedeki yıldızsı meyve ağaçları.

Meyveleri kuş olan bu ağaçlar kentin en eski ağaçlarıdır, yerlilik onlardan sorulur. Ve epey bencil olmalıdır ki kenti besleyen muz, limon, incir ağaçlarının ihtiyacı olan suyu korkunç kökleriyle içtiğinden zavallı meyvelerin daha çağlayken dökülüp can vermesine yol açıyordur.

Kökleri derinde olduğu için mi yoksa ötekilerden bin kat daha otantik, kuş veren bir ağaç türü olduğu için mi yabani ağaçları küçümsediğini çözmem gerek. YAZARKEN KOLLA BENİ ANNE. EN ÇOK DA YAZILIRKEN İNCİNİYORUM.

Neyse, güçlü bir ışık demetini bu kez gözümde toplayıp oraya fırlatıyorum. Veya kendimi götürüyorum. Bazen iki durum arasındaki sınır öyle inceliyor ki ruhsal yönümün et ve kemik yönümü omuzlayıp esiri bir akışkanlıkta yüzdürdüğünü sezinliyorum. Bu, belki varmak istediğim hedefe ışık tayfından daha çabuk uzayabildiğim içindir. Belki fazlaca ivedi hareketim, beceriksizliğim yüzünden ışınlar yerine kendimi atıveriyorumdur.

...Kuş veren ağaçlar göğün arkasına kök salmışsa eğer, göğün arkası bereketli topraklar ve su kanalları üstüne kurulmuş kadim kentlerden ibaret olmalıdır, gök kapıdan doğru bir gizli tünel, okyanussu bir uçurum olmalıdır.

Kar damlacıklarının çok uzaklardaki yıldıza söyledikleri geliyor kulağıma. “Ey yıldızcık, yıldızcık, boşverin o parlak kuşları. Boşvermiyor musunuz? Bir cinayet suçunu üstlendiniz o halde. Bitsin bu iş burada yıldızcık, ben küçük bir kar damlacığıyım gözlerime değerekten öldür beni, acayip, çizgi dışı bir cinayet yap, mecburen yap, şu kibirli alıcı kuşlarının önünde.” Her biri diğerinin aynı yakarışlara alaycı karşılıklar veriliyordu canım kar damlalarına:

“Aha, delirmiş bir kar taneciği,” diyordu yıldız. “Bir daha, bir daha,” diyordu. “Hepsi delirmiş bunların,” diye bir çığlık kopartıyor, yakıyor karları, azıcık külü göz kamaştırıcı uçurumuna atıyordu hiddetinden deliye dönmüş o yıldız.

Gece, yeryüzünden uluyarak geçiyor, aç gözlü savrulmalarla atılıyordu ufka, ufuk gözlerimde çözülüyordu.
Gece, yeryüzünden uluyarak geçiyor, aç gözlü savrulmalarla atılıyordu ufka, ufuk gözlerimde çözülüyordu.

…Bir gece, kendimi enli bir toprak yolun kenarında buldum. Gökte dolunay olmalıydı. Aksöğütlerden anladığım kadarıyla böyleydi. Tepemin üstüne bakmaya korkuyordum. Her şey hızla değişiyordu; biçimler, anlamlar yerinden oynuyordu. Taşlar pervane doğuruyor, beyaz kanlarını pervane uğruna akıtıyordu. Camsı yüzeyleri yarılıp içindekini dışarı atıyordu. Gece, yeryüzünden uluyarak geçiyor, aç gözlü savrulmalarla atılıyordu ufka, ufuk gözlerimde çözülüyordu. Burası nere? En ufak fikrim yok. Sert topraktan, engebeli araziden, en çok da çürümüş köklerle yoğun çam kokusundan bir orman yolunda durduğum sonucunu çıkardım. Burası, ezeli bir kentin kıyısıymış. Birisini bekliyormuşum. İçimden, delice şarkı söylüyorum durup dururken.

Düşünebiliyor musun anne, şarkı söylemezsem fırtınaya kapılıp buradan çok uzağa götürülecekmişim; Duyulursam da orman kollarımı kıra kıra bağrına çekecek, biçimsiz, karanlık mağara ağzıyla yutacakmış beni.

…Bir gece kendimi ilk kez karşılaştığım bir kentte buldum. Ama o kentteki her şeyi yaşamışım gibi bir his. Dalgalı bir denizin kıyısında çakıllara oturuyorum. Rüzgar suyun yüzeyini sertçe kırbaçlayarak karıştırıyor. Aynı dalga aynı kırbaç, bu rüzgar o rüzgar o rüzgar bu rüzgar.

Denizde batmakta olan güneş, değişmez altın ışık. Hep orada, sonsuza dek tutuklu. Yusyuvarlak güneş. Ne batıyor, ne de batmamayı resimliyor. Yarısı suda, diğer yarısı gökte garip bir günbatımı. Bakmaya doyamıyorum ve yine de ağlıyorum. Dalgalar, gevşek çakılları alttan oydukça yutulup ıslanıyor çakıllar.

Birden, kafamın içi uğul uğul. Ne düşünüyordum acaba. Birini bekliyormuşum, hemen buradan gitmem gerekiyormuş sanki. Acı. Kollarım tutulmuş. Kasılıp kalmışım. Parmaklarım kopmuş. Nerede bıraktım parmaklarımı nerede, nerede? Ben soğuk olması için, parmaklarımın hasta yerlerini rüzgara tutuyorum.

Denize eğilemiyorum. Kadınsı bir çehre dalgalanıp duruyor sularda. Bir ateş, sudaki yüzü örtüyor. Ateş sonsuz, deniz sonsuz, göz alabildiğine bir ışıma yutmuş her şeyi. Issız bir ışıma. Bir girdap, bir kadın yüzü.

Kent aşı boyası renginde kayalarla çevrili. Dört adımda içindeyiz kentin. At biliyor buraları. Boş bağlardan geçiyoruz, nihayet bir sokağın önündeyiz. Bir şey hatırlayacak oluyorum. Biçimler, renk renk arzular gözümden bir şimşek çakımı hızıyla geçip kayboluyor. Beni buraya bağlayan arzuyu yakalayamıyorum bir türlü. Çiğ kokularla yıkanmış bir arzu giderek kalıcı hale geliyor, ucundan yakaladığım hissine kapılıp duraklıyorum. Evet, arzular üzerinde yoğunlaşmak zorundayım. Fakat nafile. Biraz ilerliyoruz atımla. Sokağın sonunda susam döven kadınlar var. Yaklaşıyorum. Bir şey sormaya cesaretim yok. Çünkü ben duyulmuyor, görünmüyor-um gibiyim. Donuk hareketlerle susamlar dövülüyor, soku taşına boyuna yeni çuvallar yanaştırılıyor. İçlerinden biri kürekle dibini sıyırdığı sokuya ağız dolusu bir çuvalı akıtıyor. Birbirleriyle benzer biçimde ve tekdüze konuşarak işlerini sürdürüyorlar. Susamın çiğ rayihası unuttuğum o arzunun düpedüz göstergesi ki benimi allak bullak ediyor.

At biliyor buraları.
At biliyor buraları.

Acı duyumundan mı yoksa haz duyumundan mı doğmuştu arzu.

Çiğ susam rayihasının arzusu.

Arzunun çiğ susam kokan rayihası.

İşte bunu ben, çiğ susam rayihasını ben, ebediyen sevmedim unutmak için.

Ben bu susamları unutmak için sevmedim ebediyen.

Ben bu susamların haz arzularını unutmak için sevmedim susamları. Unutmuştum sevmemeyi ebediyen susamları.

Bir biçimi unuttum, cüce biçiminde bir biçim miydi neydi unuttum. Anne, sanki çok kızmıştım bir biçime bu biçimdeki.

Buradan gitmek, susamların bulaşıcı huzurunu yitirmek demek.

Buradan gitmek bu sebepten üzüntü veriyor benime. Elbette, taşbebeklerin tekdüze hareketleri, benim hissettiklerimle onların cümleleri arasındaki boşluk, can yakıcı bir uzaklık duygusu veriyordu. Derin bir uykunun içinden çıkıp gelmiş gibiydiler. Atımla biz onları, zavallı kadıncıkları geride bırakıyoruz. Derin bir uykunun girdabından çıkıp gelmiş midirler? diyorum atın kulağına. Boynuna kollarımı doluyorum. Çok derin çok derin çok derin boynu var onun.

…Kentin göbeğinde bir hana giriyoruz -bütün kıyıları görmem için at sırtında olmam gerekmez asla-.

Beş on serkeş bir cüceyi ortadaki pis masaya çıkarmış. Kırbaç zoruyla oynatıp orasını burasını elliyorlar. Tanımadığım bir hanın avlusu. Kafam bomboş. Yalnızca zarif bir hizmetçinin elinden ikram edilen susamlı çörekle tahine banılmış lokmaları yiyorum. Kızarmış hamurun kokusu ve şerbeti ağır, mide bulandırıcı. Susamlar uğruna bayat çöreği kemiriyorum. Ah yine kötüyüm, çok kötü anne, o tahinin yarattığı haz... Bunun üstüne palyaço olsa çekemem diyorum.

Ve geliyor palyaço. O kucaktan bu kola korku içinde hoplaya sıçraya aklını kaçıran cüce oracıkta ölüyor.

Ve palyaço masanın kenarına oturup yine kırbaç zoruyla güldürüyor oradakileri. Nasıl terliyor, nasıl boyaları akıyor zavallıcığın. Arada sırada kolunu rol yaparmış gibi alnına götürüp terleri siliyor. O terlediğini belli etmemeye çalıştıkça, utana sıkıla koluyla yüzünü örttükçe millet daha çok kırılıyor gülmekten.

En sonunda arsız bir el atılıp yüzünü tırmıklayarak, mendiliyle silerek yumruk, tekme yemeden daha, yere yıkıyor. Diğerleri gelip yerde kıvrılanı yumruklamaya başlıyor. Hiç olmazsa bir yumruk savurayım, benim de yumruğum yenmiş olsun gibilerinden serserice kolunu kaldırıp indirenler çoğunluk. Seni rezil, seni kahpe… Ben bu boyası silinmiş yüzü resmen tanıyorum. Bir erkek değilmiş, bir kadın. Benmişim gibi bir acı iç organlarımın pembe boşluğunu dolduruyor.

Durun yapmayın diye inildeyerek başını tutuyorum. Yıldızlardan gelmiş bir yaratığın bu kentte işi ne diyerek bağrışıyorlar. “Buradan defol defol defol… Seni cadı, seni şeytan, seni cüce…”

Palyaçoyla yelyepelek atılıyorum. Kimseler beni görmüyor, ben görünmezim demek ki. Yiyecek tabağını hizmetçi kadın öylesine bırakmıştı masaya. Yüzüme hiç bakmadıydı. Sonra da “Çöreklerim gitmiş, lokmalarım gitmiş, adi, sen yedin tabağımı,” diyerek bir yumruk atmıştı palyaçoya.

İşte, o ilk darbeyi vuran el, hizmetçinin eliydi. Kalın kıllı parmakları takip ettim, içini gördüm alçağın. O bir erkek hizmetçiydi. Işınlarımı fark ettirmeden, ama kırıp dökerek, bir iş çıkardım. Palyaçoyu mahveden bendim. Beceriksizce, sonunu düşünmeden yaptığım bir davranış mahvına sebep oldu. Cücenin az berisinde öldü. Öldürmenin ne olduğunu bilmeyen topluluğun tekdüze darbeleriyle.

Dalgalı bir denizin kıyısında çakıllara oturuyorum. Bu kent aylardan bir ay, bir günde gözümden geçen o kent. Biliyorum. Yine böyle yarı insan yarı bitki düzeyinde yaratıklar vardı. Her şey böyleydi. O susam döven kadınların sokağından geçmiştim ve aynı boşluğu, saçmalığı yaşamıştım. Şimdi anlıyorum, yitirdiğim haz duyumunun kaynağı susamlardı. Çünkü ölmeden çok evvel SUSAMYAĞI İSTİHSAL ÖRGÜTÜNÜ kurmuştum kentte. Bu bitki karakterli yaratıklarla yerin altına kök salmış tacirlerin, TEFECİ BÜROLARININ üstüne yattığı susam yağlarını kurtaracak, yağın gerçek sahiplerine dağıtacaktık.

Ah, rüzgar suyun yüzeyini yine karıştırıyor. Aynı dalga, aynı kırbaç, denizde batmakta olan güneş, değişmez altın ışık. Hep orada, sonsuza dek tutuklu. Yusyuvarlak güneş. Ne batıyor, ne de batmamayı resimliyor. Yarısı suda, diğer yarısı gökte garip bir günbatımı. Bakmaya doyamıyorum ve yine de ağlıyorum. Dalgalar, gevşek çakılları alttan oydukça yutulup ıslanıyor çakıllar.

Bir çoban koyunlarını denizin kıyısından mor tepelere sürüyor. Sahilde bulduğu bir denizyıldızını koynuna sokarken “Hey, çoban kardeş hey,” diye bağırıyorum. Yıldıza bakıp bakıp yeniden koynuna sokan çoban en ufak bir tepkide bulunmuyor.

Kafamın içi uğul uğul. Kollarımda kara yağız bir atın boynu. Sarılmışım, al beni götür beni atçık diyorum. Ve ben, doludizgin, benim olmayan bu garip atla geceye dalıyorum. Gecenin koyu rengi açılıyor, birden güneşin batmakta olduğu bir denizin kıyısındayım. Elimde sımsıcak ipekten bir bohça var. Beceriksizce kırdığım yıldızı bu bohçaya koyup dürmek zorunda kaldım. Kıymıklar gözümden, göğsümden çıkmış, yakıyor. Elimi göğsüme götürüyorum, parmaklarım yanıyor. Kopmuşlar gibi bir acı, parmaklarımı rüzgara tutuyorum.

Rüzgarın hisli, diriltici nefesine atın yavaş nal tıkırtıları eşlik ediyor. Bir daha bakamıyorum denize, batmakta olan güneşe. Arkama alıyorum bunları, örümcek ağı gibi su kanalları, doğuya doğru uzayıp giden tarlalar, boş sokaklar… Şavkımaların içine sürüklüyorum kendimi. Denizin üstündeki parlaklığı tamamlayan bir şavkıma bu. Bir şeyi iyi anlıyorum. O garip atla bir gölgeyiz biz.

  • “Sanat sanat için midir, toplum için mi?” tartışmasını da unutmadık. Görüyoruz ve artırıyoruz: Sanat için içindir. (BB)