Her şeyden bir şey

Ne kadar bakımsız kalmış burası. Toprak kuru. Yürürken yabani otlar battı ayaklarıma.
Ne kadar bakımsız kalmış burası. Toprak kuru. Yürürken yabani otlar battı ayaklarıma.

Cevabına şaşırsam da belli etmedim. Sevindim hatta. Aslında biraz da korkuyordum. Kırklı yaşlarında, abisinden korkan bir çocuktum. Otogara ayrı ayrı otobüslerden indiğimizde sabah ezanı okunuyordu. Özlemişim. Küçük bir çanta vardı sırtında. Yıllar önce evden ayrıldığımız gün de bu kadarcıktı çantası. Ne almıştı abim yanına? Hiç. Benimkiyse taşıyamayacağım kadar ağırdı. O, her şeyini evde bırakarak sağlam tutacaktı bağlarını.

Korna sesiyle kendime gelip güç bela attım kaldırıma bedenimi. Ne olmuştu. Neden yolun ortasında kalakalmıştım öyle? Başıma toplanan kalabalık, iyi olup olmadığımı soruyordu ısrarla. Baktım. İyi miyim? İyiyim. Ayağa kalkıp sıyrıldım aralarından. Yürümeye devam ettim. Kalabalık, olduğu yerde, önlerinde derin bir kuyu varmış gibi eğilmiş duruyordu hâlâ. Önümden geçen kardeşleri seyrediyordum en son. Yaşadığım, anlık bir zaman durmasıydı. Ben, bir ucu geçmişte takılı kalan insanım. Diğer ucunu, çekiştire çekiştire bugüne getiren. Ama bugün. Küçük kardeşler. Elele tutuşmuş, önümde yürürken, zıplayarak. Kulübesine bağlı bir köpektim ben. Zincirinin uzunluğundan daha öteye gidemeyip kalakalan olduğu yerde.

Uzun zaman oldu abimi görmeyeli. Sesini duymayalı. Günlerini sayamadığım kadar. Birbirimizi yok sayacak kadar uzun. Sahi, neden bu kadar ayrı düştük biz? Şehirlerimiz mi uzak yalnızca? Asıl derdimiz büyümek. Büyürken yarattığımız küçük dağlar. Sığınaklarımız. Etrafına dizdiğimiz, tabudan siperler. Ve onları korumak pahasına, hiç düşünmeden açtığımız ateşler. Hatta düşündükten sonra tetiğe daha da hızlı bastığımız. Bunlar aklımdan geçerken telefon kulübesinde buldum kendimi. Üç beş dokuz. Yedi üç. Dört iki. Unutmamışım. Kendimi yenip aradım mı? Abim açtı telefonu. Aramışım. Boğazım alevlendi. Bir iki kuru hâl hatırdan sonra sordum. Pat diye.

"Gidip Küllühan’ı açalım mı? Annem öldüğünden beri hiç..."

Sustuk. Uzunca.

"Olur."

Cevabına şaşırsam da belli etmedim. Sevindim hatta. Aslında biraz da korkuyordum. Kırklı yaşlarında, abisinden korkan bir çocuktum. Otogara ayrı ayrı otobüslerden indiğimizde sabah ezanı okunuyordu. Özlemişim. Küçük bir çanta vardı sırtında. Yıllar önce evden ayrıldığımız gün de bu kadarcıktı çantası. Ne almıştı abim yanına? Hiç. Benimkiyse taşıyamayacağım kadar ağırdı. O, her şeyini evde bırakarak sağlam tutacaktı bağlarını. Ben yanıma alarak. El sıkıştık. Bekledim. Caddeye doğru yürümeye başladık. Yüzümü ellerinin arasına alıp bir bayram sabahı gibi. Küllühan minibüsüydü durakta beklediğimiz. Hepi topu aramızdaki iki yaşa rağmen. Alacakaranlıkta gözleri parlayan bir leopar gibi durdu önümüzde. Aramızdaki mesafeye rağmen. Tıslayarak açtığı ağzından içeri girdik. Gözlerimden yine öper mi? Oturduk en sevdiğim yere; arka dörtlü. Minibüs tortorlu sesiyle çalkalıyordu bizi. Anılarımızda. Pencereden gördüklerimiz. Değişmiş sokaklar. Yeni örülmüş uzun duvarlar. İki yanımızdan hızla akıyordu. Başım dönüyordu zamandaki bu hızlı geçişlerden. Konuşuyorduk ama içimizden geçenleri değil. Camdaki yansımamıza baktım. Yüzlerimiz gülmekle ağlamak arasında. Dikiz aynasından bizi izleyen şoförü fark edince ödeme yapmadığımızı hatırladım.

"Son durağa iki palyaço ne kadar?" Sordum mu böyle?

"Sekiz lira." dedi, terden sırılsıklam ensesini kurularken.

İki katlı evin demir kapısı hâlâ yeşildi. Anahtarı çevirirken gözüm kilidin yanındaki küçük deliğe takıldı. Okul dönüşü evde kimse olmayınca çantamdan bir ataç çıkarıp. Ucunu oradan sokarak. Açmıştım kapıyı bir gün. Sonra uzun kâbuslarım oldu; hırsızların da aynı yoldan evimize girme ihtimali. O yaşımda hünerli hırsızların kapıyı kullanmadığını bilmiyordum. Zaman, sinsi bir hayalet gibi duvarlardan sızıp, yaşarken kıymeti bilinemeyen, oraya buraya fütursuzca bıraktığımız anları çaldı.

Yol yormuştu. Her şeyden önce dinlenmeliydik biraz. Her şey? Yatakların üzerindeki tozlu örtüleri kaldırdık. Ben pantolonumu ve çoraplarımı çıkardım. Ayaklarım taşıyordu yataktan. Derisi kırışmış. Mantardan kalınlaşmış tırnaklar benim değildi sanki. Abim olduğu gibi attı kendini yatağa. Ellerini başının altına aldı. Onun da saçları, onun değildi. Bembeyaz. Aynı bahçenin iki ucunda büyümüş ağaçlar gibiyiz şimdi. Göğe baktığımız yer farklı, gölgelerimiz uzak, dallarımıza konan kuşlar bile birbirine yabancı. Ama kimsenin göremediği köklerimiz uzanıyor birbirine. Dokunuyor. Bağlanıyor. Sarmaş dolaş uyuyoruz topraktan yorganımızın altında. Annemin söylediği ninniyle. Her şeyden bir şey işte bu. Hâlâ korkuyoruz gecelerden. Karanlıktan. Sabah uyandığımızda sevdiklerimizi yanımızda bulamamaktan korkuyoruz. Abim tavana bakıp dururken gözlerini kapattı. Uyumadığını biliyordum.

"Uyurken altıma yapardım hep. Sen de ıslanırdın tabii."

"..."

"Gecenin yarısı kalkıp üstümüzü değiştirirdik. Yeminler ederdin bir daha benimle yatmayacağına. Her şeyden bir şey daha."

"..."

"Ertesi gece bozardın ama. Neden?"

Kollarını göğsünde kavuşturup arkasını döndü.

"Kardeşimdin çünkü."

Şimdi değil miyim? Yine de yer kürenin sarsıldığını hissettim. Onca zamana rağmen köklerimiz titreşti toprak altında. Dallarımıza sular yürüdü. Uyandığımda yemek kokuları geliyordu içeriden. Kafamı kaldırdım, abim yataktaydı. Çabucak pantolonumu giydim. Gerçekten acıkmıştım. Aşağı kata inip mutfağın kapısını açtım. Bir ses doldu kulaklarıma. Annem. Sofrayı kurmuştu. Üç tabak. Kuru patlıcan dolması. Çoban salata. Ayran. Ocakta çorbayı karıştırıyordu. Son gördüğümden bu yana hiç değişmemiş. Kırmızı çiçekli eteğini ve siyah bluzunu hiç çıkarmamıştı sanki biz dönene kadar. Dönüp bakmadı bana. Belki duymadı gelişimi. Abim de kalkmıştı o zamana değin. Sofraya oturduk. Annem çorba doldurdu. Yalnızca kendine. Gözleri önündeki tabakta. Elinde kaşık. Öylece. Dakikalar geçti. Dargın mısın anne? Baktık olmayacak, kalktık sofradan. Mutfak kapısından arka bahçeye çıktık. Döndüm. Annem de yememiş, tabakları topluyordu.

Ne kadar bakımsız kalmış burası. Toprak kuru. Yürürken yabani otlar battı ayaklarıma. Odunluk yıkılmış. Toplamaya koyulduk. Oğullarıyız biz bu evin. Ama yığdıkça. İstifledikçe. Odunları üst üste. Üst üste yeniden. Yeniden yıkılıyorlardı ayaklarımızın dibine. Bir şeyler oluyordu. Her şeyden bir şey mi bu da? İçeriye kulak verdim. Annemin tıkırtıları geliyordu mutfaktan hâlâ. Birer kütük çekip oturduk abimle. Rüzgâr çıkmıştı. Temmuz sıcağında, Eylül yapraklarını dökmeye başladı ağaçlar. Sarı. Kahverengi. Kızıl. Bir endişe sardı beni. Abime baktım, ayakları toprak içindeydi. Tırnak araları. Yüzünün çizgileri.

"Neler oluyor abi?"

"Anlamadın mı hâlâ?"

"..."

Boş boş bakıyordum. Onun sesi yumuşamıştı. Ama soğuktu. Ağır ağır düşen kar taneleri gibi konuşuyordu.

"Asma vardı, şu duvardan odamızın penceresine tırmanan. O pencereden, üzümlerin tadına bakan çocuklar vardı. Yok şimdi. Top patlayınca suçu üstüne alan sen. Eve gecikirsen senin için yalan söyleyen ben. Geceleri tuvalete giderken karanlık koridorda birbirine korkudan yapışan biz. Yokuz. O iki çocuk büyümedi. Duvardaki asmanın bir dalı gibi kuruyup gitti onlar. Biz o pencereden yediğimiz üzümlerle içimizdeki kötüyü besleyip büyüttük."

Her şeyden bir şeyler bunlar. Dizime vurdu. Sıkıca kavradı.

"Çantanı toparla. Akşam olmadan otogara gidelim. Kaçırmayalım otobüsü."

Akıllı, uysal bir kardeş oldum. Kalkıp içeri geçtim. Annem mutfaktan çıkmıştı. Tertemiz yapmış her yeri. Merdivenlerden ağır ağır çıkarken topraklar döküldü parmak aralarımdan basamaklara. Annem görünce arkamdan söylenecekti. Odama girdim. Yatağın üzerinde beyaz, temiz bir çarşaf duruyordu. Anne. Çarşafı çantama koydum. Kitaplarımı ve defterlerimi. Aşağıya indiğimde abim hazırdı. Sırtında küçük çantası. Ben önde, o arkada çıktık. Yeşil kapıyı kilitledi.

"Evden ilk ayrıldığımız gün annemin okuduğu Fatihaları hatırlıyor musun?"

"..."

"Biz o gün ölmüştük."

Anladım. Her şeydi bu. Arkama baktım. Kalabalık, olduğu yerde, önlerinde derin bir kuyu varmış gibi eğilmiş duruyordu hâlâ.