Hiç Bitmeyecek Bir Kışın Başlangıcı

İyiydi hoştu ya hangi yürekli yiğit bu cadı kadına kafa kaldırıp bakacaktı.
İyiydi hoştu ya hangi yürekli yiğit bu cadı kadına kafa kaldırıp bakacaktı.

İşte ne olduysa öyle bir gecede oldu. Evin tuvaletine gitmekten korkan Ahmet, Ay ışığından güç alıp tarlaya hacetlenmeye çıktı. Çıkmasıyla vızılayıp eve girmesi bir oldu. Neden sonra evdekilerin türlü çırpınışlarıyla dili açılan Ahmet, harman yerinde dev bir cadıyla göz göze gelmişti. Gözleri kandil gibi yanan beyaz pelerinli dev bir cadı…

“Bildiklerin, gördüklerinden ibaret ama her şeyi görüyor musun?

İşte sana görmediklerini vaat ediyorum, iyice düşün, istiyor musun…”

Esrarname 3. Bab, 18. Mesel

Ölüm:

Gülbeniz kadın öteden beri Çarşamba günleri Karagöz Köyü’ne gelmeyi mesai haline getirmişti. Kocası Hasan,Salı sabahı ardında çokça çığlık ve ağrıları koyarak öldü. Yirmi yedi yıllık eşini toprağa kor komaz hayat şartlarının acımasızlığını birkaç kat daha hisseden Gülbeniz; “Fakire ne düğün ne cenaze,” sözünü hatırlayıp sabahın kör karanlığında yüklendi ömür törpüsü bohçasını.

Yol boyunca türlü düşüncelerle esmer teni sarardıkça sarardı. O derece sarardı ki iki yanağına Hint kınasıyla açılmış kara güller bile bu sarılılıktan nasibini aldı. Ah, şimdi Hasan olsaydı. Ne yapar eder bir vasıta bulurdu. Gitmek neyse de günün yorgunluğuyla geri dönmek işte en çok da bu düşündürüyordu Gülbeniz’i. Bir çaresi bulunur elbet deyip girdi köye. Âdeti üzere dul kadınlardan başladı satışa, onlar kolay lokmaydı, erkeksiz ev demek bir bohçacı için çantada keklik demekti. Akşam olduğunda üç beş parça öteberi satmış olmanın huzuru Hasan’ın yokluğunu az da olsa unutturdu. Unutturdu unutturmasına ya şimdi şehre nasıl gidecekti hem gidip ne yapacaktı? Yolun kenarına bohçasını siperleyip oturdu. Yanan tandırlardan bohçasına attığı yağlı bazlamayı yedi.

Gökyüzü, akşamın kızıllığında titreşiyordu. Sahipsiz olduğu belli bir kedi yanaştı, bazlamasından bir parça atıp savuşmasını istedi. Kedi direndi zaten Gülbeniz de oracığı fazla sahiplenmediği için üstelemedi. Akşam ezanı okunup herkes evine çekilince tek kalmanın, evsiz kalmanın, çaresiz kalmanın ne demek olduğunu bütün azalarıyla tecrübe etti. Bir umut şose yola kara gözlerini dikti yatsı ezanı da okundu ne gelen vardı ne giden üstelik camiye giden de görmemişti. Sonbaharın acı rüzgârı kendini hissettirdikçe bir yerlere sığınma birilerinin kapısını çalma hiç olmadı bir koyakta duldalanma fikri gece gibi çöktü üstüne. Yolun hemen altında harman yerine çetenlenmiş ayçiçeği saplarını gördü. Atadan miras göçerlikle bir çırpıda çadır direği vaziyetini verdiği sapların üzerine iki yıldır satılmayan perdeyi geçirdi.

Kaçış:

Köyde artık geceler uzamaya durmuştu. Yazdan konan yakacaklar sinileyen teneke sobanın içinde etrafa ılık tatlar yaymaya başlayınca önce çocuklar uyusun diyerek ardından yola gelmez karılar ürksün diyerek nihayetinde kurduğu oyuncaktan korkan bebek misali korkumuza merhem olsun diyerek türlü hikayeler anlatılmaya dahası uzun geceler daha da uzamaya başlamıştı. Bu hikayeler anlatılıyordu ya böylesi olaylara şahidim, şurada oldu diyen ya bir ya iki kişi çıkardı. İlk zamanlar heyecanla bire bin katılarak anlatılan bu hikayeler zamanla yerini define hikayelerine bırakıyor, bir müddet sonra da haftalardır korkudan güne bırakılmış dolmalık biberler gibi büzülen çocukların artık yeterince uslandığına kanaat getirilip Dede Korkut’tan, Oğuzname’den, Hz. Ali cenklerinden hikayeler anlatılıyordu.

İşte ne olduysa öyle bir gecede oldu. Evin tuvaletine gitmekten korkan Ahmet, Ay ışığından güç alıp tarlaya hacetlenmeye çıktı. Çıkmasıyla vızılayıp eve girmesi bir oldu. Neden sonra evdekilerin türlü çırpınışlarıyla dili açılan Ahmet, harman yerinde dev bir cadıyla göz göze gelmişti. Gözleri kandil gibi yanan beyaz pelerinli dev bir cadı… Bu haber sabahında köye yay oldu. Artık her kış aynı hikayeleri dinlemekten bıkan ahalinin beti benzi yerine geldi. İyiydi hoştu ya hangi yürekli yiğit bu cadı kadına kafa kaldırıp bakacaktı. Jandarmanın emriyle yalnızca hava kararana kadar açık kalan köy kahvesinde bütün gün bu durum tartışıldı. Akşam oldu lakin bir karara varılamadı, havanın kararmasıyla köyün erkekleri kaçar adımlarla evlerine yollandılar.

Yaşam:

Gülbeniz kadın, o gece ve ondan sonraki geceler köyden gitmedi, gidemedi. Bohçasındaki öteberi tükenene kadar köyde dolandı durdu. Elindekileri karın tokluğuna çıkarıyor, para kabul etmiyordu. Bu durumdan memnun olan ahali Gülbeniz kadının ayakaltında gezmesine çok da aldırış etmiyordu zaten şu cadı meselesi herkesin yeterince canını sıkıyordu. Gülbeniz kadın bir müddet daha şeffaf bir canlı gibi dolandı durdu, nihayet elindekiler suyunu çekince doğum ebesinden miras kalan yasak ilmin kitabını hatırladı, bir o kalmıştı bohçanın dibinde. Oysa tövbe etmişti. Tövbesinden döneni toprak kabul etmezdi alimallah. Üç gün beş gün bir hafta derken barakası artık soğuktan durulmaz olmuştu. Açlığın da etkisiyle soğuğu kemiklerinde hissediyordu.

Bu duruma daha fazla dayanamadı, ilk çarşambada bohçasız çıktı köye. Niyet bir kere bozulmaya görsün hem köydekilere de eğlence gerek ya başladı yukarı uçtan fasulye açmaya, avuç yoklamaya, düğüm çözmeye, soğan, sarımsak kabuğu, üzerlik yakmaya, kurşun dökmeye asıl meseleye bir türlü eli gitmiyordu. Yüreğinin bir yerlerinde doğum ebesinin, “el sürme gül benizlim” öğüdü bir güvercin palağı gibi kıpır kıpır çırpınıyordu. Köyün küçük işleri tükenince yüreğinden çok karnının sesine kulak verdi. İşte ne olduysa o günden sonra oldu. Köyün bütün sırlarına vakıftı artık. Bakkal kime meftun, Kara Hasan kime kin besler, Cirik Hatçe’nin kocası kimin evine girer çıkar, Güdüllerin zahrasını kim aşırdı…

Bildikleri o kadar fazlaydı ki artık önünde duramıyordu. Bir yerden sonra bilginin Gülbeniz’i esir aldığı, doğruydu. Bildiklerine yasak kitabın harfleri, kelimeleri, cümleleri, şekilleri, okları, rakamları da eklenince küçücük köy bin başlı yılan gibi Gülbeniz’in karşısına dikiliyor, kimi gece üçgen bir muska olup boynunu sıkıyor, kimi gece kırmızı gözlü bir al karısı donunda tüm niyet açmaları boynuna çörekleniyordu lakin kimsenin ne kimseden ne de Gülbeniz’in bataklığa saplanmış bir alabalık gibi günden güne kırmızı beneklerinin solduğundan haberi yoktu. Gerçi bundan ayna yoksunu olan Gülbeniz de haberdar değildi. Artık köy ahalisi de ağzından çıkanların, yasak kitaptan piç erik gibi domur veren niyetlerinin bir nevi esiri, kurbanı olmuştu.

Görmedikleri için türlü vaatlerle Gülbeniz’i ikna edenler şimdi türlü vaatlerle bu öğrendiklerini sırlaması için Gülbeniz’e yalvarıyordu. İlk iş saplardan kurduğu çadırın yerine kerpiçten bir göz ev yapıldı. Kap kacak, örtü, döşek konup tabanına artık uğranılmayan camiinin halılarından iki parça serildi. Çünkü artık bilmek yetmiyordu. Köy muhtarı tarla meselesinden vurulan oğlunun katilinden öç almak için bir nevi Gülbeniz kadına bu barakayı görünürde hayır için yaptırmıştı. Amacı kaçan katil ve ailesinin nerde olduğunu öğrenmekti. İtibarına gölge düşürmemek adına köylünün bunu bilmemesi gerekiyordu. Hane başı üç teneke buğdaya imam duran Deli Mevlit, ilk karısından sonra kapanan bahtının kilidi açılır umuduyla zaten cemaati olmayan camiden iki parça halıyı bu sebeple sermişti,

Gülbeniz’in evine. Azıkların Fadik, evden soğuyan kocasını yola getirmek için bir muska yazdırmak niyetindeydi bu sebeple evde kullanmadığı kap kacağı getirmişti. Yıllarca felçli yavrusunu tüm köyden saklayan Gidik Osman, belki bir çaresi vardır diyerek karısını gün aşırı Gülbeniz’e birer ikişer altınla gönderiyordu. Liste o kadar uzadı o kadar uzadı ki artık ne anlatmak ne yazmak mümkündü. Liste uzadıkça evde yiyecek, içecek, giyecekten adım atılmaz olmuştu hatta yumurta kabındaki altın akçe de taşar olmuştu. Kış artık çökmüş zemheri aç kurtlara evlerden köpek kaçırtır olmuştu. Elinde ne var ne yok Gülbeniz’e kaptıran köylü artık ikili üçlü buluşmalarda Gülbeniz’e Cadu Kadın demeye başlamıştı. Hem zaten çocuğun cadı gördüğü yerdeydi barakası da. Çok sürmedi, önce isimde fikir birliğine vardı ahali, sonra yaptığı türlü büyülerle kendilerini efsunlayıp elde avuçta ne varsa aldığı, kanaatine vardılar.

Günah:

Ahali, Cadu Kadın demişti adına ya bu sefer de gece yarısından sonra gizli gizli barakaya tek tük gelen giden oluyordu. Köyde bu günaha bulaşmayan yalnızca Ahmet ve ailesi vardı. En başından beri olup biteni evlerinden seyirlik bir oyun gibi izleyen aile, Cadu Kadın’ın zom zomu bir kış gecesi artık iyice cılızlaşan bedeninin zoraki adımlarla barakadan dışarı çıkıp gittiğini gördüler. Elinde yalnızca bir çanta vardı kadının. Sevindiler ne de olsa baraka erzak doluydu. Günler süren açlıkları artık dayanılmaz olmuştu. O kış hatırlayanların deyimiyle en azılı kıştı. Hayvanların çoğu açlıktan ve soğuktan telef oldu, olmayanlar da sofralara kondu.

Hamile kadınlar düşük yaptı, kırkı çıkmamış bebekler ardı ardına öldü. Bu felakete sebep elbette belliydi, fırtına her akşam Cadu Kadın’ın barakasından kopup geliyor dolayısıyla bu felaketin fitili oradan ateşleniyordu. Arada yanan cılız ışık altında türlü büyülerle kara kışı köye salıyordu karartıcığı kalkmayasıca kadın. Uzun ve zorlu kış geceleri artık o kadar çekilmez olmuştu ki her gün aynı saatlerde, ahali aynı yöne dönüp türlü sesler çıkararak Cadu Kadın’a bir nevi beddua ediyor, az da olsa vicdanlarını bu şekilde rahatlatıyorlardı. Bu ulumalara o kadar alışılmıştı ki müezzin ezan vaktini bu saatlere getirmemeye dikkat ediyordu.

Nihayet o çok beklenen bahar gelmiş, karlar erimişti. İlk iş olarak o uğursuz büyücüyü köyden atmak, kimine göre öldürmek, kimine göre yakmak, kimine göre asmak, kimine göre de jandarmaya teslim etmekti. Galeyana gelip, cesaretlerini bir kırkayak gibi birbirine ulayan köyün erkekleri barakayı bastılar. Kapı kapalıydı ve bir türlü açılmıyordu. Sebebi gayet basitti o pislik kadın kapıyı arkadan destekliyordu. Köy bakkalı nerden bulduysa buldu bir teneke gaz yağı getirdi, hiç düşünmeden önce kapıya sonra pencereye boşalttı bir kibritle baraka alev topuna döndü. Ahali karların altından buldukları taşlarla bir adam boyundaki kulübeyi birkaç dakika içinde taş yığını etti.