Hikaye Peşinde Koşan Padişah¹

Hâtem’in kapısında zalim kimse olmadığı için memleketi halkı bolluk ve rahatlık içindeydi.
Hâtem’in kapısında zalim kimse olmadığı için memleketi halkı bolluk ve rahatlık içindeydi.

Hâtem’e başvuran kişi hiçbir durumda elleri boş dönmezdi. Az ya da çok mutlaka her gelene bir bağışta bulunulurdu. Zamanın ünlü şahı Hâtem-i Tâî o Hâtem değildi ki bir yoksul zavallı ona başvursun, durumunu bildirsin, macerasını anlatsın da geriye üzgün dönsün...

BENDEN CÖMERDİ VAR MI?

Abbasi İmparatorluğunun yıkıldığı, yerine küçük devletlerin kurulduğu zamanlarda mutlu bir padişah vardı. Hizmetinde görevlerini dosdoğru yapan namuslu, dürüst memurlar çalışırdı. Sözün kısası, zamanının en bilge kişileri eşiğinin kapıcıları, en akıllı kişileri yönetim merkezi sarayının bekçileriydi. Gece gündüz zamanın Feridun’u olan padişahın mutluluğa ulaşmış kutlu divanında türlü yemekler yer, hoş içimli türlü içecekler içerlerdi. Çok sevilip sayıldığından Basra çevresindeki nice vilayetler ve köyler de bu padişahın hükmüne girmiş, hayatlarını mutluluk içinde sürdürüyorlardı.

Zamanında hüküm sürdüğü bölge huzur ve güvenlik içindeydi. Halk da bolluk içinde yaşıyordu. Zamanlarını pınar başlarında, akarsu kenarlarında yiyip içerek, büyük toplantılar, eğlenceler düzenleyerek padişahlara yakışır bir zevk ve neşe içinde, padişahlara yakışır sofralarda yiyip içerek geçirirlerdi. Onlar feleğin belalarından daima uzak kalmışlardı. İşleri gece gündüz yiyip içmeydi. Cennet bahçelerinin zevkini tattıran yerlerde bunlar, müzisyenlerin fasıllarını dinleyerek erişilmez bir zevk içinde yüzerlerdi. Kimi zaman saz sanatçıları, kimi zaman ses sanatçıları ile eğlenir, padişaha dua ederlerdi. Baharlar onlar için bir neşe ve sevinç dönemleri olurdu. Kısacası bu büyük ülkenin halkı, tam bir mutluluk ve gönül huzuru içinde yaşıyordu.

Sevgili okur, sözü boş yere uzatmayalım. Bu diyarın padişahına Hâtem derlerdi. Lakabı da Cem’di. Bu büyük şah, Tay kabilesinden olduğundan Hâetm-i Tâî diye anılırdı. Basra ve çevresinin padişahı Hâtem, öyle cömertti ki Hz. Âdem’den kendisine gelinceye kadar cömertliğiyle ün kazanmış başka bir padişah yok denilse yeriydi. Çünkü benim sevgili, mutlu okurum, bu dünya yurduna nice soylu insan gelmiş, cömertlik ve bağışlarıyla ün kazanmış olsalar da Hâtem gibisi ne gelmişti ne de gelmesi mümkündü.

Hâtem-i Tâî’nin cömertliğinin ölçüsünü şundan anlayabilirsiniz: Said Emin adlı güvendiği bir vezirini yoksullara yardım etmesi, bağışlarda bulunması için bedestende bir dükkâna oturtur, eline bol miktarda altın vermiş ve ona şöyle emretmişti: “Benden aldığı mühürlü bir belgeyle ne zaman bir yoksul gelirse aldırmazlık etmeyip yardım buyurunuz. O belge içinde o kimseye ne kadar altın bağışlanmışsa benim malımdan ihsan ediniz. O belgeleri de kendinizde saklayınız. Sene başı olduğunda belgeleri bana getirerek ödemelerinin toplamını benden bütünüyle alır, yeniden gidip ertesi sene başına kadar altınlarımı dağıtarak hesabını tutarsınız.”

Said Emin, baş üstüne, diyerek gitmiş, kendisine emredildiği gibi bedestende oturarak yüksek devlet görevlilerine özgü bir ağırbaşlılık içinde görevini yerine getirmeye başlamıştı. Hâtem’in kapısında zalim kimse olmadığı için memleketi halkı bolluk ve rahatlık içindeydi. Ama çevre ülkelerin durumu farklıydı. Oralardan nice zavallılar gelir, ağlayıp inleyerek derdini anlatırdı. Bunlar bir arzuhal ile şikâyetlernii bildirir, felekten feryat eder, durumlarını bildirirlerdi. Söz gelimi, “Bunca malım gitti, bir bakır kuruşa muhtaç kaldım. Senin şöhretini duydum, devletinin kapısına yüz sürerek ihsanını ummaya geldim. Muhtaçlara lütuf ve ihsanda bulunurmuşsunuz. Umarım ki bu garibe de ihsan buyurursunuz!” diyerek başına gelenleri huzura anlatır, kabule geçerse kendisine elinden alınan kadar mal bağışlanırdı.

Hâtem’e başvuran kişi hiçbir durumda elleri boş dönmezdi. Az ya da çok mutlaka her gelene bir bağışta bulunulurdu. Zamanın ünlü şahı Hâtem-i Tâî o Hâtem değildi ki bir yoksul zavallı ona başvursun, durumunu bildirsin, macerasını anlatsın da geriye üzgün dönsün... Bu mümkün değildi. Tam tersine o dertli zavallıya o denli ihsanda bulunurdu ki adam, ihtiyaçlarından kurtulduğu gibi yeniden zengin olur, ailesi ve çalışanlarıyla saygınlığını yeniden kazanır, ululuk sahibi büyük bir bezirgân hâline gelirdi. Böylece zavallı yoksulları sevindirir, aileleriyle birlikte sıkıntıdan kurtarırdı. İşte bu nedenle adı dillere destan oldu. Anadolu’dan Arap ve Acem diyarından gelenlere bin altından az ihsan etmezdi. Bin altın alan da “Yazık ki benim bahtım bana yâr ve talihim yaver değilmiş!” diyerek hayıflanırlardı.

Kim olursa olsun başka bir gün şikâyet ederek halini anlatsa, hemen eline bir belge verip Said Emin’i gönderirdi. O da belgeyi öpüp başına koyar, mührünü bozarak bakar, içinde yazılı padişahın emri ne kadarsa eksiksiz adama öder, belgeyi alıp saklardı. Diğer gelenlere de hep bu minval üzere ihsanlarda bulunurdu.

  • 1 Hikaye-i Hâtem-i Tâî’den Bir Bölüm (Bu eser önümüzdeki günlerde ilk kez yayımlanacaktır.)

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım