Hikayecinin Vazifesi Budur İşte

Spencer Holst
Spencer Holst

Kedilerin Dili geçtiğimiz Şubat ayında Dedalus Yayınları’ndan çıktı. Zebraların Hikâyecisi üçlemesinin ilki olan kitabın çevirmeni ise Post Öykü’deki Postmodernizm makaleleriyle de tanıdığımız bir isim Abdullah Başaran.

“Eğer bir dağcıya niye dağa tırmandığını sorarsanız size şöyle cevap verecektir: Çünkü dağ oradadır, tırmanmak da imkân dahilindedir.”

Bir durum gerçekleşmeden önce onu kurgulamak, durum gerçekleştiğinde gösterilecek tepki süresini kısaltır. Kurgularken refleksler bilenir, keskinleşir. Spencer Holst, hikayecinin vazifesini bu anlattığıma dayandırıyor Kedilerin Dili kitabındaki ilk öyküsünde. Daha ilk öyküden temkinli olması gerektiğinin farkına varıyor okur. M. Fatih Kutan, bu kitap için “Bir defa her cümleye hazırlıklı olmalısın.” diyor. Düelloya hazırlanan bir kovboy gerginliğiyle okumak, hazırlıklı olmak fakat yine de vurulmak. Vurulan kovboyun tabutunu yapmak için boyunun ölçüsünü alan kişi de köşesinde hınzırca gülen Holst’tan başkası değil üstelik.

Kedilerin Dili, Spencer Holst, Çeviri: Abdullah Başaran, Dedalus Yayınları
Kedilerin Dili, Spencer Holst, Çeviri: Abdullah Başaran, Dedalus Yayınları

Kedilerin Dili geçtiğimiz Şubat ayında Dedalus Yayınları’ndan çıktı. Zebraların Hikâyecisi üçlemesinin ilki olan kitabın çevirmeni ise Post Öykü’deki Postmodernizm makaleleriyle de tanıdığımız bir isim Abdullah Başaran. Çeviriden pek anlamasam da kitabı anladığımı -çoğunlukla- söyleyebilirim ve bu da çevirinin başarılı olduğunu kanıtlar nitelikte. Başaran’ı bu açıdan tebrik etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Yer yer bir sayfayı bulan o cümleleri çevirebilmek kolay olmasa gerek.

Kitapta on altı öykü ve bunların dışında altmış dört öykü başlangıcı bulunuyor. Öykülerin kimi uzun kimi bir ya da birkaç paragraf uzunluğunda. Kısa öykülerde sembolik bir anlatım tercih ediyor yazar. Ama alışageldiğimiz sembollerle değil. “Mona Lisa Buda’yla Karşılaşır” isimli öyküsünü ele alırsak; Mona Lisa, Buda, gülümsemek, iki farklı giriş ve cennet. Durup düşünmek gerekiyor bu sembolleri. Bir filmin bir sahnesi gibi kısacık bir an. Türlü anlamların boca edildiği kısacık bir an. Ve anlamların kavranabilmesiyle yüzümüze yerleşen şaşkınlık ifadesi. Holst’un istediği de tam olarak bu sanırım. Yüzümüze o ifadeyi yerleştirebilmek. Zira kendisi aynı zamanda bir modern zaman meddahı. Beat Kuşağı öncüleriyle takılan New Yorklu bir meddah. Tehlikenin farkına vardınız sanıyorum.

Öyküler içinde fabllara ya da masallara rastlıyoruz kimi zaman. Modern zamana uyarlanmış, kurgusu geliştirilip detaylandırılmış masallarla kıvrak zekasını ortaya koyuyor Holst. Sözgelimi, bir öpücükle insana dönüşen kurbağa prens masalını eğip büküyor ve yeni bir biçim veriyor masala. Masalı un ufak ediyor fakat yok etmiyor. Zerrelerini toplayıp yeni formunun içine nakşediyor. Kimi zaman da Calvino’nun Kozmokomik Öyküleri’nin tadını alıyoruz öykülerinde. Dünyanın yörüngesine oturan ve sonsuza dek dünyanın çevresinde dönmeye devam edecek olan bir cesedin hikâyesi. Son derece kozmokomik!

Ortasına küçük bir nokta atılmış beyaz bir kağıt düşünelim. Kağıdı niteleyen o küçük noktanın ta kendisidir. Artık o kağıt normal, sıradan ve kusursuz bir kağıt değildir. Kağıda çevrilen bakışlar, bütün o beyazlık yerine o küçük noktaya odaklanır. Kusurlar, tekdüzeliği ortadan kaldırmakla kalmayıp tüm ilgiyi de üstlerine çekerler. Holst da bunun farkında olacak ki karakterlerini kusurlu kılmak konusunda son derece hevesli. Mükemmel olan bir karakteri birkaç küçük dokunuşla kusurlu kılıyor ve bu kusurlar hikâyenin tüm seyrini değiştirip kurgunun merkezine oturuyor. Döneminin en zeki insanı olan dâhi bir bilim adamı dağınık olmakla kalmayıp titiz bir kadınla evli olursa olaylar da çığırından çıkar elbet.

Öykülerini kurgulamada son derece titiz olan Holst’un, iş yazmaya geldiğinde bir o kadar dağınık olduğu da gözden kaçmıyor. Anlatıdaki dağınıklık ve yer yer kopmalar öykü kurgusunu bütünlüyor aynı zamanda. “Ahenksizlik, ahengin kendisidir.” diyor ya Adorno. Tam olarak öyle.

Bu dağınıklık meselesini biraz araladığımızda ise yazarın esrime hali gözümüze çarpıyor. Başlı başına bir öykü bölümü olup bir sayfayı bulan ve deli saçmasına benzeyen cümlesini “böylesine saçma sapan bir uzunlukta, anlamsız bir cümle noktalayan birine dünyanın nasıl göründüğünü düşünün bir de,” diyerek bitiren bir yazarın esrime halinde olduğunu söylemek yanlış olmaz sanıyorum. Zira cumartesi geceleri sinemanın yerini yeşil bir otun yarattığı sanrıların aldığını söyleyen, uyuşturucu bağımlısı bir kurbağanın hikayesini anlatan ve Ginsberg’in başını çektiği Beat Kuşağı ve yeraltı edebiyatı yazarlarıyla takılan bir yazarın esrimediğini söylemek ya da buna inanmak güç olurdu doğrusu.

Kitabın arka kapağında yer alan Ginsberg’in kendine has ulumasıyla -kısa ve belki biraz alçak sesli- yazdığı yazı Holst’u tam manasıyla özetliyor aslında. Ginsberg bu yazıyı “Cezbedici! Cazibeli!” diyerek sonlandırıyor. Zekasıyla cezbeden ve dağınık üslubunun cazibesine kapıldığımız bir yazar yahut şaşırtmayı seven muzip bir kahin.

Peki tüm bunları neden yapıyor Holst? Neden reflekslerimizi keskinleştiriyor ya da neden şaşırmamızı istiyor? Bu soruların yanıtını kesin olarak bilmesem de bir tahminim var. Çünkü kalem ve kağıt oradadır, yazmak da imkân dahilindedir. Hepsi bu.