Hikayemize Dönmek

Hz. Âdem ile başlayan bir ana hikayemiz olduğu göz önüne alınırsa, bugün kendi zamanımızın hikayesini yaşayan bizler misakımızı hatırlayarak yeniden bu ana hikayemize dönmek zorundayız.
Hz. Âdem ile başlayan bir ana hikayemiz olduğu göz önüne alınırsa, bugün kendi zamanımızın hikayesini yaşayan bizler misakımızı hatırlayarak yeniden bu ana hikayemize dönmek zorundayız.

İnsan yaratılış itibariyle kusurlu bir varlık olsa bile, bünyesinde taşıdığı mahlûkların en şereflisi olabilme vasfını kullanmakla, kullanmamak arasında iradesiyle baş başadır. İşte insanın, zaman zaman yaşadığı sürçmeler, kaymalar ve düşmelerden pişman bir halde bünyesinde taşıdığı bu tohumu yeniden hatırlaması ve yeniden hikayesine dönmesi beklenir.

Sanat, çatışma ve gerilim üzerinden ortaya çıkar. Ortada bir problem olmalı ki bunu hikaye etme iddiasında bulunabilmeli. Yani, her şeyin mükemmel olduğu bir ortamda sanat yapmak neredeyse imkânsız gibi bir şeydir. Yalnızca iyi ve güzelin anlatılması en azından dünya için mümkün görünmemektedir diye düşünüyorum. Zira insan kusurlu bir varlık olduğundan yaşadığı ortamı da bu kusurlarla birlikte imar eder. Dolayısıyla ortaya koyduğu şeyler de kusurlu olur. İşte sanat tam da buradan doğar. Kusur ile kusursuzluk, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasında meydana gelecek hatta gelmesi kaçınılmaz olan bu çatışma ve gerilim ortamında kendine ait bir hayat alanı inşa eder. Sanatın, kusurun, kötünün ve çirkinin karşısında olması beklenir. Bu bir mücadele alanıdır. Ama bu mücadele, kazanma üzerine kurulu olmamalıdır. Çünkü kazanmak için ortaya çıkmak, kaybetmeye doğru ilk adımın da atılmasıdır.

Bana göre, kazanma iddiasıyla ortaya çıkan her şey -düşünce, fikir, eylem, hareket- aslında bu iddiada bulunduğu anda kaybetmeye başlamıştır. Kazanma iddiası bir rekabeti de beraberinde getirir. Rekabetse, kazanma uğruna doğrulardan taviz verdirir. Rekabetin sahip olunan doğruları çürüten bir tarafı vardır. Oysa iyinin, kötü ve kötülük karşısında kaybetmesi gibi bir durum söz konusu değildir. İyi ve güzel gibi kavramlar, zıttı olanlarla rekabet etmez. Onlar zaten olmaları gerektiği gibidirler. Kötü ve kötülük kazanamayacağını bildiği için onları kendi sahasına çekmek için rekabete ve dolayısıyla kazanma kavramına sarılır. Kazanma kavramı, rekabetçi ve çatışmacı kapitalizmin, bireyler üzerinden nemalanmak ve onları daha fazla sömürmek için ortaya attığı bir kavramdır. Oysa iyilik ve güzellik doğal olarak galiptir.

İslamın ortaya çıkışının bile bir kazanma ve rekabet üzerinden olmadığını hatırlayalım. Zira Kur’an, kendine ait düsturları hayata geçirmiştir. Bu hayata geçirme safhasında elbette bir mücadele vardır. Ancak bu mücadele, karşısında bulunduğu toplumla rekabet etme şeklinde değil, tam tersi kedine ait değerleri ikame etme şeklinde olmuştur. Söz konusu değerler ikame edilince, zaten karşı tarafın bütün sistemi çökmüştür. Dolayısıyla iyi olanın mücadelesi, karşısındaki kötüyle değildir. İyi, kötü ve kötülüğe göre tavır almaz. Daha doğrusu iyinin duruşu, zaten kötünün sahasını daraltır ve onu imha eder. Burada iyinin mücadelesi kendi içinde gerçekleşir. Kendine bulduğu taraftarlarla asıl olan kendi hikayesine dönmektir. Bu hikaye, iyi ve güzel olma, iyinin ve güzelin yanında yer alma ve onları ikame etme gayretidir. Rekabet ancak hayırda olmalıdır. “Her bir ümmetin O’nun yönlendirdiği bir kıblesi vardır. O halde, iyilikte birbirinizle yarışın. Her nerede olursanız olun Allah sizin tümünüzü bir araya toplayacaktır: Zira Allah her şeye kadirdir.” (2 / Bakara: 148)

İnsan yaratılış itibariyle kusurlu bir varlık olsa bile, bünyesinde taşıdığı mahlûkların en şereflisi olabilme vasfını kullanmakla, kullanmamak arasında iradesiyle baş başadır. İşte insanın, zaman zaman yaşadığı sürçmeler, kaymalar ve düşmelerden pişman bir halde bünyesinde taşıdığı bu tohumu yeniden hatırlaması ve yeniden hikayesine dönmesi beklenir. Bu durup düşünme, yeniden hatırlama, pişman olduklarını yeniden yapmamaya azmetme ve bütün olup bitenlerin hikayelerini ileriye aktarma işidir. Zaten bilerek ya da bilmeyerek düşme ve sürçme tecrübelerinin hikaye edildiği anlatılar, aslında bir bilinç düzeyine erişme meselesidir.

‘Bilinç’ kavramının en dar anlamda bilgiyi kullanma biçimi olduğu göz önüne alınırsa, insanlığın hikayesi boyunca, bilgiye erişmekten çok, onu kullanma biçimi üzerinden imtihan edildiği görülecektir. Bugün kendi zamanını yaşayan her insanın asıl kazandığı ya da kaybettiği yer tam da burasıdır. Sanatçı, icra ettiği sanat alanı ne olursa olsun, insanlığın ana hikayesine müdahale eder. Bu müdahaleyle iyinin ve güzelin yanında yer alır ya da almaz. Fakat bünyesinde taşıdığı, yaratılmışların en şereflisi olma vasfını hatırlamak, onu doğal olarak insanlık hikayesine olumlu anlamda bir müdahaleye yöneltir. Aksi durumda sanatçının, kötünün ve kötülüğün estetiğinin konuşulduğu bir düzeye düşmesi kaçınılmazdır.

Hz. Âdem ile başlayan bir ana hikayemiz olduğu göz önüne alınırsa, bugün kendi zamanımızın hikayesini yaşayan bizler misakımızı hatırlayarak yeniden bu ana hikayemize dönmek zorundayız. Zira biz unutsak bile Allah hatırlatıyor: “Ve hatırlayın Allah’ın size olan nimetini ve “işittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman Allah’a karşı kendinizi bağladığınız taahhüdü; Allah’a karşı da sorumluluğunuzun bilincinde olun: Kuşku yok ki Allah kalplerin içini bilir.” (5 / Maide: 7)

Kabul edelim; hikayemiz çok yorgun ve yaralı. İnsanın yeryüzü serüveninin başladığı ilk günlerden beridir sürekli hırpalanıyor. Kin, kıskançlık ve haset etrafında işlenen ilk cinayetle aslında Kabil yalnızca kardeşi Habil’i öldürmedi. İnsanlık hikayesine ilk ve dolayısıyla en derin yarayı da açmış oldu. O yara hâlâ kanamaya devam ediyor. Kıyamete kadar da az ya da çok kanamaya devam edecek gibi duruyor.

Bugün geldiğimiz noktada, destanların, mesellerin, kıssaların hep bir doğruya ve hikmete çağıran dilini yitirmiş durumdayız. Öykü bir dil ve imkân olarak belki de bugün, bu dille buluşmamıza müsaade etmiyor. Günümüz sanatçısı da ister istemez, belki bir arayışın da uzantısı olarak açık uçluluğa sığınmak zorunda kalıyor. Öykü, finalde iyilerin kazandığı, kötülerin tarumar olduğu bir metin olmaktan çıkmış durumda. Bugünün öykü yazarları daha çok okuyucuda devam eden çağrışımlarla, okuyucunun zihninde, muhayyilesinde sona erecek eserler vermektedir. Bu, zamanın değişim ve dönüşümünün bir gereği de olabilir.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken asıl mesele, hikayeyi yeniden asli mecrasına döndürmeye çalışmak olmalı. Ana hikayeden kopan insanlık, her geçen gün daha da batağa saplanmaktadır. Atılan her kurşun, boğulan her mülteci, açlık çeken her insanla biraz daha yara almaktadır. Bu duruma bile isteye sebep olan sistemle, asıl hikayesini yitirmiş ve şeytanın uşağı olmuş insanlarla mücadele, ancak, yine bizatihi iyinin ve güzelin ikamesiyle mümkün olur. Burada kötülüğe yapılacak atıf sadece iyiliğin öne çıkması ve yükseltilmesi için olmalıdır.

Bu bir arayış ve çalışma işidir. Kötü ve kötülüğe göre tavır almadan kendi doğrularımıza daha fazla sarılmamız gerekir. Çünkü iyiliğin yanında yer almak zaten kötülüğün karşısında olmaktır. “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3 / Âl-i imrân: 104) Böylece öncelikli olarak kendi hikayemize dönmede ısrar etmiş oluruz. Dini, dili, milliyeti, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun insanın yanında yer alan bir sanat anlayışı, kötünün ve kötülüğün karşısında muhkem bir kale gibidir. Tersi, sanat için her türlü pisliği mubah saymak olur ki, bu zaten ana hikayeden kopuşun varacağı en son noktadır.

İyiliğe çağıran, atıf yapan her metin ana hikayeye bir dönüş çabasıdır. Bugünün sanatı, ana hikayeden kopuşu en aza indirmek ve insanlığı sürekli olarak asli hikayesine çağırmak zorundadır diye düşünüyorum.