Hikâyenin Üç Hali

Kulaktan kulağa/kuşaktan kuşağa anlatılarak akardı kadim hikâye.
Kulaktan kulağa/kuşaktan kuşağa anlatılarak akardı kadim hikâye.

Anlatılan hikâye, su gibi anlatıldığı kabın/anlatıldığı kültürün şeklini alır. Üstelik bir yönüyle sınırları da aşar anlatılan hikâye. Sanskritçe dilinde Pançatantra adıyla anlatılan hikâye önce Süryaniceye tercüme edilir; yeni bölümler ve yorumlarla Beydaba kabına dolar ve Kelile ile Dimne adını alır. Ardından da Mevlana’nın Mesnevi kabına akar.

Anlatılan Hikâye (Sıvı)

Kadim hikâye anlatılarak var kalırdı. Anlatıldığı ölçüde ve anlatıldığı esnada var olurdu. Anlatıcı, hikâyenin aktarıcısıydı aynı zamanda. Hikâye anlatmanın pedagojik, psikolojik, sosyolojik, tarihi, dini boyutları vardı. Çünkü her coğrafyada, her kültürde “hayat bilgisi” anlatılarak kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Nitekim kızılderililerin karşılaştığı görgüsüzlükler için “Sizin hikâye anlatacak büyükleriniz yok muydu?” dediği rivayet olunur.

Hikâye anlatmak bir “tecrübe” aktarım aracıydı o insanlar için. Kolektif bilinçaltının inşası da anlatılan hikâyeler aracılığıyla gerçekleşiyordu. Öncelikle hikâye anlatılması, hikâyenin aktarıldığı kişileri bir “halka” çerçevesinde bir araya getiriyordu. Daha sonra aynı hikâyeleri dinleyenler birbirleriyle iletişim kurarken o halkanın etrafındaki “ortak bir dil/imge” alanında yer almanın tecrübesiyle konuşuyorlardı.

Kulaktan kulağa/kuşaktan kuşağa anlatılarak akardı kadim hikâye. Anlatılan hikâye, su gibi anlatıldığı kabın/anlatıldığı kültürün şeklini alır. Üstelik bir yönüyle sınırları da aşar anlatılan hikâye. Sanskritçe dilinde Pançatantra adıyla anlatılan hikâye önce Süryaniceye tercüme edilir; yeni bölümler ve yorumlarla Beydaba kabına dolar ve Kelile ile Dimne adını alır. Ardından da Mevlana’nın Mesnevi kabına akar. Hikâyeler dilden dile, kültürden kültüre akarken yeniden ve yeniden anlatılır/yorumlanırlar.

Walter Benjamin’in de dediği gibi “deneyim”in bir kıymeti olduğu çağlar boyunca hikâyede anlatılan/aktarılan bir değer olmaya devam eder. Ya sonra? Bu noktada Walter Benjamin’in 1936 yılında kaleme aldığı ve “Nikolay Leskov’un Eserleri Üzerine Düşünceler” alt başlığı ile yayınladığı “Hikâye Anlatıcısı” (Der Erzähler) yazısının ilk cümlelerine müracaat etmek gerek: “ Adı size ne kadar tanıdık gelirse gelsin, hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü yok. Çoktan uzaklaştı bizden, gittikçe de uzaklaşıyor.”

Yazılan Öykü (Katı)

Yazılan öykü hem biçim hem tema olarak bir yazarın seçtiği üslupta ve biçimde dondurulur. Katılaşır. Modern öykü katıdır. Çünkü anonim değildir hem kişi olarak bir yazara aittir hem de belli bir biçemde sabitlenmiştir. Hafızaya değil metne raptedilmiştir modern öykü. Kültürden kültüre bir ırmak gibi akmaz yazıldığı halin tercüme edilmiş haliyle ulaşır ve yazarı, hangi dilden çevrildiği, kimin tercüme ettiği hep göz önünde tutulur. O artık bir anonim anlatı değil bir yazarın ürünüdür.

Walter Benjamin, anlatılan hikâye çağından yazılan hikâye çağına geçişte romanı bir nirengi noktası olarak saptar. Ona göre matbaa, geri dönüşsüz bir biçimde bizi anlatılan hikâyelerden koparmıştır. Bu değişim, sadece teknolojik bir gelişmenin sonucu değildir ancak. Anlatılan kolektif hikâyenin anlatanları da, anlatılanları da bireyleşmiştir. Ya da insanlar bireyleştiği için böyle olmuştur… Modern öyküyü yazan da okuyan da geleneksel hikâye halkasından kopmuş ve odalarına çekilmiş bireylerdir. Modern öykünün kolektif hafıza inşa etme rolü yoktur bu yüzden. Kolektif bir deneyim paylaşımından söz edilemez. Her yazma ve okuma biriciktir.

Gösteren Hikâye (Gaz)

Katı olan her şey buharlaşır. Sosyal medyada paylaşılan hikâye bir gazdır. Modern öykü, “Katı olan her şeyi buharlaştıran” zamanın ruhunun ve teknolojinin imbiğinden geçerek buharlaşmıştır adeta ve Karl Marx’ın 1852’de Fransa’da yaşanan Bonaparte darbesiyle ilgili yorumu buraya da denk düşebilir: “Tarihte her şey iki kez yaşınır. İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak”. Bu komedi, Dante’nin İlahi Komedyası’ndan da Balzac’ın İnsanlık Komedyası’ndan da çok farklıdır.

Bir anlamda hikâye, teknoloji tarafından kullanılarak modern öyküden rövanşı alma teşebbüsünde bulunmuştur ama anlatılan hikâyenin trajedisi yerini gösteren hikâyenin komedisine terk etmiştir.

Sosyal medyada paylaşılan “hikâyeler” her ne kadar birer “deneyim” paylaşımı olarak tanımlanabilse de aslında her sosyal medya hikâyesi bütün anonimliğine rağmen bir yönüyle de pazarlanabilecek olana işaret eder. Sosyal medya hikâyeleri tecrübi kıymetleriyle değil imaj değerleriyle öne çıkar ve ana gaye “beğeni” almaktır.

Ana gaye “beğeni” almak olunca anlatılarak var olan hikâyenin pedagojik boyutu tamamen devre dışı kalır. Sosyal medyada hikâyenin temel fonksiyonu göstermek ve dolayısıyla görünmek ve farke dilmektir. Bu sebeple de yeni hikâyelerin kadim anlatılardan temel farkı kolektif olmayan yeni anonimliktir. Mekân değişse de kadrajlar, perspektifler, sunum anonimleşmekte ve aynı “beğeniye” talip özneler bir noktadan sonra birörnekleşmeye de başlamaktadır. Kadim hikâyedeki paylaşılan deneyimin yerini alan gösterilen deneyim ise derinliğinden mahrumdur. Dünya bir film platosuna dönüştürülmüştür adeta. Sosyal medya hikâyeleri ise öznenin gösterilmesi için mekânların, yenilen yemeklerin, içeceklerin, okunan kitapların, seyredilen filmlerin birer birer nesneleştiği birer dekordur.

Ancak “dekorlaşma” bu noktada durmaz. Zaman içinde “özne” de o dekorun bir parçası/nesnesi haline gelir.

Şimdiye dek hikâyenin üç hâlinden bahsettik. Maddenin üç hâlinden konu açılsaydı bunun bir çevrim olduğunu gazdan sıvıya, katıdan sıvıya geçişlerin bitmediğini ifade edecektik. Peki, hikâyede bu çevrim mümkün mü? İşin o kısmı kehanette bulunmayı gerektiriyor ve kahinlik de bu yazının sınırlarını aşıyor.

Bekleyelim ve görelim diyerek yazıyı bağlamak daha doğru...