Hikâyeye neden devam ettiğimi çok iyi biliyorum

Elif Hümeyra
Aydın
Elif Hümeyra Aydın

Zamanla hikayelerle düşünen biri oldum. Bazısı yazılıyor, bazısı yazılmıyor ama meseleler artık kafamda hikayeyle birlikte dolaşıyor. Hepimiz aşağı yukarı aynı şeyleri yaşıyoruz ve bir hâli başka bir karakterde, başka bir bağlamda görmek kendi veya çevremizdekilerin kaderini daha iyi anlamamıza yardımcı olmakla birlikte bir çeşit ‘yalnız değiliz’ duygusu yaratıyor. Hikâye etmeye neden başladığımı tam olarak bilemesem de neden devam ettiğimi çok iyi biliyorum.

Elif selamlar. Öncelikle ilk öykü kitabın hayırlı olsun. Açıkçası ben kitabın adını çok beğendim. Doğum Lekesi. Senin de dikkatini çekmiştir, öykücüler kitaplarına dosyalarındaki öykülerden birinin adını verirler genellikle. Sen daha başlangıçta bu genelden ayrılıyorsun. Kitaba verdiğin ad dosyanda mevcut olan bir öyküden değil. Doğum Lekesi adını verirken anlatmak istediğin neydi?

Selamlar Sami, çok teşekkür ederim. İsmin bir öykünün ismi olmasındansa bütün kitabı, karakterleri kapsamasını istiyordum. Doğum lekeleri hem görünüm itibariyle hem çağrışımlarıyla eskiden beri ilgimi çekiyordu. Kitaptaki kahramanlar da hayatlarının ta başından, daha anne karnındayken, yaşadıkları olaylarla karakterleri şekillenmiş kişiler. Bir yanıyla kahramanların karakterleri onların kaderleri gibi. Hepsi öyküde eylemlerinde bir tercihte bulunuyor ama bu tercihler hep geçmişteki olaylara, travmalara dayanıyor. Bu yüzden kitaptaki hemen her şey koca bir neden sonuç zinciri gibi. Doğduk, bu travmayı yaşadık ve izlerini taşıyoruz. İsmin bir sebebi buydu. Kitapta malum kadın karakterler, kadın bakışı çok baskın. Diğer sebepse benim zihnimde doğum lekesi ve kadın oluş arasında kurulan bağ. Doğum lekeleri aslında kendi içinde olumlu veya olumsuz bir anlam barındırmayan biyolojik bir durumken dil dışarıdan ona verdiği isimle onu olumsuzun alanına çekerek orada sabitliyor. Bu şey benim kadın oluş ve kültür arasındaki ilişki ile doğrudan bir bağ kurmama sebep oluyor. Yani ikinci sebebim çok daha kişisel bir sebep.

Karakterlerin ya da anlatıcının yaşadıkları travmalardan bir türlü kurtulamaması öykülerinde dikkat çeken temel noktalardan biri. Bu tip öyküler kurmanı psikoloji öğrenimi almanla bağdaştırabilir miyiz?

Lisede psikoloji bölümünü, yazdığım öykülerin daha çok karakter odaklı öyküler olduğunu fark etmem üzerine seçmiştim. Edebiyatıma katkısı olacağı düşüncesiyle. O zamanlar yazdıklarım karakterlerin şimdilerine odaklıydı. Zaman ilerledikçe daha geçmiş odaklı bir öyküye doğru ilerledi. Psikoloji eğitimi insanın bütün eylemlerine bir gerekçe aramaya itiyor ve bunu da hep geçmişte bulduruyor. Burada da ilk varılan yer çocukluk, aile, yani karakterin büyük oranda oluştuğu dönemlerin olayları, travmaları. Bir süredir karakterlerim neden bu kadar geçmiş odaklı diye düşünüyorum. Psikoloji eğitimi dışında acaba benden sızan nedir diye. Doğrusu bulamıyorum, ben de karakterlerim gibi anda kalmakta zorlanan biriyim ama ben daha çok geleceğe ve ihtimallere kaçarım. Beni bu tarz öykülere iten, yalnızca psikoloji eğitimini yeni almış olmam, yani yeni bir alan keşfetmenin heyecanı mı, bu tarz insanları seviyor oluşum mu ya da başka bir şey mi, bunu sanırım öyküdeki yolculuğumdan ben de okuyucuyla birlikte anlayacağım.

Senin de belirttiğin gibi okuduğumuz öykülerinin hemen tamamı karakter odaklı. Bu karakterlerin geçmişte takılı kalmaları yüzünden de anlatıya nevrotik bir atmosfer hakim. Hâl böyle olunca da tahkiyenin geri planda kalması kaçınılmaz oluyor. Mesela ben sırtını tahkiyeye yaslamış öyküleri daha çok severim. Fakat senin öykülerinde tahkiyenin eksikliği beni hiç sıkmadı. Bu durumu nasıl kotardığına yönelik bir tahminin var mı?

Öykülerim hem ortalamaya göre uzunca hem de kısa bir zamanı takip ediyor. Öykünün ana omurgasını oluşturan olay örgüsü çoğu zaman yok denecek kadar az. Bu sebeple okuyucunun sıkılma ve öyküden kopma ihtimalini hep göz önünde bulundururum. Genelde de okuyucudan öyküyü akıcı buldukları metinden kopmadıkları yorumunu alıyorum. Ben bunu iki sebebe bağlıyorum. Öyküdeki karakterlerin içinde bulunduğu ruhsal durum hep geçmişten bir olayla bağlantılı, yani ana omurgada kısa bir olay örgüsü varken, altta çoğu zaman parçalı olarak ikinci bir zamanın ve olay örgüsünün bulunması. Bunu metinde karakteri zihnimizde sağlam bir yere oturtmak ve sahicilik için yapıyorum fakat o geçmiş anlatısının gündelik olayların içinde çok ince, keskin bir ayrıntıdan veya duygusal olarak şiddetli bir zamandan geliyor olması okuyucunun dikkatinin metinden ayrılmasını engelliyor. İkinci ve bence daha etkili olan sebepse dili. Karakterlerin öykü zamanındaki ruh durumuna uygun bir dil tutturmaya çalışıyorum. Doğrusu bunun için epey uğraşıyorum. Bu anlar da genelde öfke, kaygı veya mani gibi duyguların yüksek olduğu anlar olunca dil de haliyle tansiyonu yüksek bir dile dönüşüyor. Bu dil de sanırım okuyucuyu hiç kopmadan öykünün sonuna kadar götürüyor.

Kadın bakışıyla yazdığını belirttiğin için biraz çekinerek de olsa bir mevzuya değinmek istiyorum. Ayrımın doğru olmadığını kabul ediyorum elbette fakat kadın öykücülerin dil kullanımı genellikle birbirlerine benzerken erkek öykücülerde daha fazla çeşitlilik göze çarpıyor. Öncelikle sen bu savıma katılıyor musun? Katılıyorsan bunun sebepleri hakkında bir fikrin var mı?

Bu söz bana bir anımı hatırlattı. Üniversitenin ilk günü o gün tanıştığım bir arkadaşımla kütüphaneden çıkıp kampüsün meydanı sayılan sokağa girdik. Kalabalığı görür görmez arkadaşım çeşit çeşit insan dedi ve gülümsedi, bense tam o anda içimden, bu millet ne kadar da birbirinin aynısı demiştim. Aynı şeye bakıp birbirinin zıddını görmek. O kız bu topluluğun içinden gelip katılmıştı, bense dışından geliyordum. Benim bu uzaklaştıran bakışım oradaki çeşitliliği görmeme engel olmuştu. Biz bu bakışı her şeye uyarlayabiliriz. Zaman zaman benim de bu bakışa düşüp çağdaşım erkek yazarların dillerini birbirine çok benzettiğim oldu. Ama biz tersi olan bakışla daha çok karşılaşırız. Çünkü ortada erkekler tarafından kurulmuş koca bir edebiyat geleneği vardır. Kadınlar yazmaya başlayıp Türkçenin kütüphanesinde bir birikime sahip olsa da o geleneğin perspektifinden bakılacaktır, yani mesele okurun, bakış sahibinin cinsiyetinden öte, edebiyat geleneğidir.

Ve yalnız okurken değil yazarken de bu geleneğin içinden yazarız. Kadın erkek fark etmeksizin yazmayı buradan öğreniriz ve yazar kişisi kadın da olsa bu eril dili ve erkek bakışını devam ettirebilir. Ben de edebî sayılabilecek ilk öykülerimi böyle yazdım, bu gaflet durumunun içinden. Kitapta kadın karakter ve bakışının bu kadar baskın olmasının sebebi buydu. Bir çeşit düştüğün hatayı düzeltme isteği, kendine karşı koyuşla 19-20 yaşlarımda ilk kitabım için verdiğim bir karar. Ama fazla yakınlaştıran bakışta da problem vardır. Ortaklıkları görmemize engel olur. Kadın yazınında bazı ortak noktalar görüyorum. Ama aynı ortaklıklar erkek yazınında da var. Mesele daha çok bizim nereden baktığımız, neyi norm kabul edip neyi bunun dışında tuttuğumuz. Erkeklerin yazın dilini bakışımızın merkezine alırsak, kadınlarınkini birbirine benzetmemiz çok doğal.

Rüyanın o dağınık halini yakalayabilmek için zihnimi olabildiğince serbest bırakmaya çalışıyorum.

Günümüz öykücülerinde bahsettiğin dil kullanımında olduğu gibi imge kullanımında da bir gaflet hâli gözlemliyorum ben. Doğum Lekesi’ndeki imgeler ise farklı, ayakları yere sağlam basıyor. Biraz da imge oluşturma sürecinden bahsedebilir misin?

Teşekkür ederim, buna sevindim. Aslında hepsinde farklı bir süreç işliyor. Bazen öykünün zihnimdeki ilk kıvılcımı, başlangıç noktası oluyor. Bazense öyküdeki bir ayrıntı üzerine fazla düşündüğümde beliriyor. Öykülerde, mesela “mevsim” gibi, herkeste bir karşılığı olan imgeler de var tabii ama kullandığım imgelerin çoğu benim gündelik hayatımın içinden çıkıyor. Bazı dönemler karşılaştığım her şeyi imgeleştiriyor, onlarla düşünüyorum. Haliyle bu düşünme biçimi öyküye de sızıyor. İmge de genellikle bilinçdışı süreçlerde kurulduğu için takip etmesi güç.

Mesela anne sütü emmediği için bağışıklık sistemi zayıf olan, yazları bile gribe yakalanan arkadaşınız ile bir senedir düşündüğünüz karakter aniden zihninizde birleşebiliyor. Ve bu süt meselesi karakterin önce annesiyle, sonra dünyayla kurduğu bağın imgesine dönüşüyor. Bazense tam tersi, kafanızda bekleyen bir terzi imgesi, karakterini bulunca yazmaya başlıyorsunuz. Tek bir imgenin öykünün bütününe yayılmasını çok seviyorum. Tabii bu her öykü için mümkün olmuyor. Sanırım imgenin en yoğun olduğu yerler rüya bölümleri. Buralarda rüyanın o dağınık halini yakalayabilmek için zihnimi olabildiğince serbest bırakmaya çalışıyorum. Değiştirerek tekrar tekrar yazıyorum. Bazense zaten kendi içinde bir imge düzlemi olan gerçek bir rüyayı öyküye uygun dönüştürüyorum.

Kadınlar ve rüyalar bana –hâliyle- Ursula’yı anımsattı. Şöyle bir cümle yazmıştı: “Hayal gücüyle yaratılmış kurmacanın yararı dünyayı, çevrendeki kişileri, kendi duygu ve kaderini daha derinlemesine anlamanı sağlamaktır.” Sen de öykü yazarak yolunu keşfedenlerden misin?

Öykü bu yolculuğuma eşlik ediyor diyebilirim. Çocukluğumda belki can sıkıntısından başladığım hikaye etme, bir süre sonra hayatı anlamlandırma, çevremdekileri anlama ve kendimi dünya üzerinde bir yere konumlandırmamda bana yardımcı olmaya başladı. Zamanla hikayelerle düşünen biri oldum. Bazısı yazılıyor, bazısı yazılmıyor ama meseleler artık kafamda hikayeyle birlikte dolaşıyor. Hepimiz aşağı yukarı aynı şeyleri yaşıyoruz ve bir hâli başka bir karakterde, başka bir bağlamda görmek kendi veya çevremizdekilerin kaderini daha iyi anlamamıza yardımcı olmakla birlikte bir çeşit ‘yalnız değiliz’ duygusu yaratıyor. Hikâye etmeye neden başladığımı tam olarak bilemesem de neden devam ettiğimi çok iyi biliyorum.

Teşekkür ederiz Elif. Sımsıkı, güzel bir söyleşi oldu bence. Son olarak Post Öykü okurları için yerli ve yabancı üçer öykü kitabı tavsiye edebilir misin?

Asıl ben teşekkür ederim.

Flannery O’Connor - iyi insan bulmaz zor

Peter Nadas - Ölümle Baş başa

David Constantine - Başka bir ülkede

Sevim Burak - Yanık Saraylar

Fikret Ürgüp - Bütün Hikayeleri

Birgül Oğuz - Hah