Hızır Selamsız’ın Mektubu

O da ne! Az ötede sekiz kişilik uzun maun masanın üstü para desteleriyle kaplıydı.
O da ne! Az ötede sekiz kişilik uzun maun masanın üstü para desteleriyle kaplıydı.

“Hızır gibi yetişiriz” başlıklı haberin benimle ve hikayemizle herhangi bir ilgisi yok. Ona değil, manşete, ölüye odaklan. Muhabir kardeşimiz biraz abartmış gerçi. Ne Habibe Hanım’ın evi çöp ev ne de bankada parası var. Zengin olduğu gerçek ama paralar bankada değildi. Olmadı, baştan anlatayım. Ben de odaklanmalıyım.

Bir miktar bal, nasıl arılarla ilgili bir öykünün önemli bir kişisi olabilirse, insanlarla ilgili bu öykünün önemli kişilerinden biri de bir miktar paradır.

Sevgili Aykut Ertuğrul, sözlerime sizin de sevdiğinizi bildiğim Kurt Vonnegut’un cümleleriyle başlamamın elbette bir sebebi var. Hatta iki. Birincisi, mesele para. İkincisi, bu nadide ilk cümle sayesinde beni ve merhume Habibe Hanım’ı ciddiye almanızı istiyorum. Umarım işe yaramıştır. Hâlâ burada, benimle misiniz? Yoksa şu an çöp sepetinizde kendi kendimle mi konuşuyorum, bilmemin imkanı yok. Devam etmekten ve iyimser olmaktan başka çarem de!

Mektubumu aldığınızda yaşadıklarınızı, gözümün önünde cereyan ediyormuş gibi hissedebiliyorum. (Sizi bilmem ama benim için bu gerçek bir “katharsis” anı. Aramızda böyle içten bir bağ kurulunca sizli bizli konuşmayı da bırakabilirim) Evet hissedebiliyorum sevgili Aykut. Zarfı aldın, gönderen kısmına baktın: Hızır Selamsız.Bursa Emniyet Müdürlüğü. Şaşırdın. Tekrar kontrol ettin, belki biraz korktun da: Ne oldu ki? Yıl olmuş 2015. (En azından ben öyle olduğunu umuyorum) Sorun yok. Adli mercilerden gelen mektuplar eskisi kadar korkutucu değil artık. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin. Polis memuru Hızır Selamsız’ın mektubunu okuyorsun. (Gördüğün gibi Calvino’dan da haberdarım) İlk cümleden de anlayacağın gibi esasen bu benim değil senin işinle ilgili bir mektup yani cinai değil edebi bir mesele. Ebedi de olabilir. Orası biraz karışık.

Pazartesi günüydü. Mesaim bitmek üzereydi. İhtiyar bir kadın, evinde ölü bulunmuş, incelemek üzere çağrıldık. Bu tip haberlere polisin de vatandaşın da artık alışmış olması sence de dehşet verici değil mi? Bir kentin ihtiyarlarının cesetleri ölümünden günler haftalar sonra o da koku sebebiyle bulunabiliyorsa o kentten intikam almanın vakti gelmiş demek değil midir? (Derginde böyle toplumsal meselelere de eğilmelisin. Postmodern postmodern nereye kadar!) Belki de hatırlıyorsun, basında da yer aldı. Gazete küpürünü saklamıştım. Uzun uzun anlatmak yerine onu yapıştırayım buraya ne dersin? Hem seversin sen!

“Hızır gibi yetişiriz” başlıklı haberin benimle ve hikayemizle herhangi bir ilgisi yok. Ona değil, manşete, ölüye odaklan. Muhabir kardeşimiz biraz abartmış gerçi. Ne Habibe Hanım’ın evi çöp ev ne de bankada parası var. Zengin olduğu gerçek ama paralar bankada değildi. Olmadı, baştan anlatayım. Ben de odaklanmalıyım.

O gün Habibe Hanım’ın cesedinin bulunduğu evden içeri girdiğimizde önce kesif bir koku karşıladı bizi. Biz derken ben, İsmail bir de Tahsin. Ölümün kokusu. Biz alışıktık, Tahsin değildi. Odadan kaçtı. İsmail’le ikimiz dikkatle olay yerini incelemeye başladık. Girer girmez göze çarpan ilk şey, saatlerdi. Normalde de böyledir. Bir ölüyle aynı havayı teneffüs etmeye başlamışsan, savunma refleksiyle ölü hariç her şeyi düşünmeye, ölü hariç olay yerindeki her objeye odaklanmaya başlarsın. Bizim çömezlere de hep söylerim: ÖLÜYE ODAKLAN! Bu defa her zamankinden daha zordu. Evde o kadar çok saat vardı ki o zavallı insan cesedine bakamıyordum bile. Habibe Hanım’ın etrafı saatlerle kaplıydı. Boy boy, renk renk, çeşit çeşit. Sanki Azrail saatten korkacakmış gibi kendisine saatlerden büyük bir daire yapmıştı zavallı. Eh işe yaramamıştı.

O da ne! Az ötede sekiz kişilik uzun maun masanın üstü para desteleriyle kaplıydı. Paralar fark edilir bir düzenle dizilmişlerdi. Tek bir sandalye hariç bütün sandalyelerin önünde ömrümde gördüğüm en parlak banknotlar... Atatürk’ler, Yunus Emre’ler, Itri Efendi’ler, Mimar Kemalettin’ler parıl parıl parlıyorlardı. Yaşarken bile böyle pirüpak olmamışlardır herhalde. Yanakları yaşam enerjisiyle dolu, ortalıktaki destelerin üzerinde keyifle gülümsüyorlardı.

Bu kadar parayı ömründe ilk defa bir arada gören İsmail’le birbirimize baktık. Paralara, saatlere ve nihayet cesede baktık. Aynı şeytan ikimizin de içine girmiş gibi aynı anda aynı edayla aynı şeyi söyleyiverdik:

“N’oluyo lan!”

Neyse ki kafamızı 360 derece döndürmeye gerek kalmadan birey olma yeteneğimizi tekrar kazandık. Ya da kendi şeytanlarımızla başbaşa kaldık mı demeliydim? Ev, en az paralar ve saatler kadar özenle bakımları yapılmış eşyalarla doluydu. Boş ama tertemiz fotoğraf albümleri, mücevher kutuları, kitaplar, kitaplar, vazolar, biblolar, asılamamış tablolar, pikaplar, üzerinde tek bir çiziğe bile rastlayamadığım plaklar, boy boy tabureler, aynalar, kimisinin adını bile bilmediğim raflar dolusu eşya. Bilmem anlatabiliyor muyum, evden bizi, cesedi ve paraları çıkarıp kapısına “HABİBE ANTİK” diye bir levha as. Bizim olay yeri oldu sana antikacı dükkanı.

Bir farkla: dantel örtüler. İstisnasız her şeyin -paraların bile- üzerine özenle örtülmüş dantel örtüler. O an evde dantelle örtülmemiş tek şey ben, İsmail ve Habibe Hanım’ın cesediydi neredeyse. Bir an Habibe Hanım, ayaklanacak ve kalkıp bizi de dantelleyecek diye ödüm patladı ne yalan söyleyeyim. Ürkek adımlarla etrafı araştırmaya devam ediyorduk. O sırada bir ses geldi. Fısıltı gibi, büyü gibi, dua gbi, rüzgar sesi gibi, kapı gıcırtısı gibi, rüzgardan gıcırdayan bir kapı gibi. En akla yakını buydu. Açık kalmış bir pencere aradı gözlerimiz. Evde pencere olmadığını bu zamana kadar nasıl fark etmemiştik? İsmail, yanı başımda anlamsızca titriyordu. Birdenbire hiçbir şey söylemeden çıkmaya yeltendi. Elinin ayasıyla ensesini okşayarak -ne zaman paniklese böyle yapar-kapıya doğru… Arkasından bağırdım:

“İsmail, İsmail!”

“Abi, ölmüş işte kadın, hadi gidelim!”

“E daha bütün odalara bakmadık?!”

“Ben bi garip oldum dayanamıycam, gidiyorum abi”

Yüzüme bile bakmadı. Muhtemelen kendi suratındaki dehşete kapılmış ifadeyi saklıyordu. Kendi sözünün bitmesini bile bekleyemeden çıkıp gitti. Şimdi danteller, eşyalar ve ben yalnız kalmıştık. Bir de Habibe Hanım. Ne oluyordu, önce Tahsin sonra İsmail; kaçtıkları neydi? Zihinlerinde bir görünüp bir kaybolan canavarlar mı vardı? (Bu da Chesterton’dan. Hep cümle içinde kullanmak istemiştim) Peki ben? Korkum yerini başka bir korkuya bıraktı. Evin tedirgin edici düzeninden, Habibe Hanım’ın her an gözünü açıp bir şey söyleyecek gibi kıvrılmış ağzından, açıklayamadığım o sesten duyduğum korku, yerini aklımı kaybetme korkusuna bırakmıştı.

Bende mi çıksam acaba? Bir yandan korkup bir yandan düşünüp bir yandan söylenerek odaları gezmeye devam ettim. Ev, askeriyede gördüğüm depolara benziyordu. Bütün o eşyalar cins cins ayrılmıştı. Bütün o danteller ve düzen tutkusu daha iyi bir günümde olsaydım komik bile gelebilirdi aslında. Gözümün önünde üzeri devasa bir dantel örtüyle örtülmüş dev bir tank canlandı. F16’lar, füzeler, uçaksavarlar... Dantel örtülmüş bir kışla… Askeri düzeni bozan tek şey saatlerin varlığıydı. Her eşya dizisinin etrafında düzinelerce minik saat. Birkaçına dikkatle baktım. İbreleri başka bir dünyaya başka bir zamana aitmiş gibi farklı yerlerde, farklı aralıklarda, farklı sıklıkla hareket ediyordu.

Tam o sırada üç şey birden oldu. Ses tekrar gürledi, deminden beri girip çıktığım odaların sayısının dördü çoktan geçtiğini fark ettim, şöminenin üstüne sıra sıra dizilmiş -elbette üstleri dantelle örtülmüş- müzik kutularından birinin kapağı açıldı. Aynı anda üç şey yaparak cevap verdim; hızla arkama baktım, gözlerim faltaşı gibi açıldı, müzik kutularına doğru bir adım daha attım.

O sırada Fur Elise’in notaları dantellerin üzerinde sekerek odayı dolaşmaya başladı. Az önce duyduğum sesi, aslında duymadığımı farz etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Sırtımdaki istemsiz kasılmaları, ürpermeleri, kulaklarımın eşek kulağı gibi kıpırdamaya başlamasını görmezden gelmeliydim. İlginç. Anın bütün dehşetine rağmen neşe, sahne arkasında sırasını bekleyen bir palyaço gibi oradaydı hâlâ. Çıldırmamak için… Çıldırmamak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Kendimi kaderin ellerine teslim ettim. Kutunun içinde bir zarf vardı. Uzanıp aldım. Habibe Hanım’ın mektubu. Beethoven, benim yerime odaları dolaşırken ben de oturup okumaya başladım. Esasen yapacak daha iyi bir işim de yoktu.

Sonunda seksen!

Fazla vaktim kalmadı. Bu pusulayı okuyorsan bil ki sıra sende.

Unutma, insan bir kere girdiği odaya bir daha giremez!

“Ne ki bu şimdi?” Çok yaratıcı değil ama tam olarak böyle dedim. Ses tekrar patladı. Habibe Hanım’ın olduğu yerden, daha doğrusu Habibe Hanım’ın olduğunu düşündüğüm yerden. Kaçmak istedim. Kağıdı katlayıp cebime koydum. Yürümeye devam ettim. Kapılardan geçtim, bir, iki, üç, dört, beş, ALTI, YEDİ, SEKİZ, DOKUZ…. BEŞYÜZOTUZÜÇ… Sevgili Aykut, bitmedi. Hiçbir kapı beni Habibe Hanım’ın cesedinin bulunduğu odaya götürmüyordu, eşyalarla dolu, Habibe Hanım’ın deyimiyle “şen dünya içinde şen dünya içinde bir avuç şen dünyaydı burası”(evet Karakoç) Bir süre korkuyu unuttum, sadece o çılgın neşe kaldı.

İçim içime sığmıyordu. İçimde ve dışımda aynı anda yepyeni bir dünya doğuyordu. Üstelik ikisini de kontrol edemiyor, tanımlayamıyor; ikisine de körün fili tarif edebildiği kadar bile dokunamıyordum. Telaşla gülüyor ve çıkışı arıyordum. Bazı odalarda önüme yemek çıkıyor, yiyor, uyuyor, üzerimi değişiyor, sıkıntıyla eşyaları inceliyor, düzeni anlamaya çalışıyor ve yola devam ediyordum. Neler denemedim ki? Harita çizmek, girdiğim odalara ekmek kırıntısı bırakmak, hiç kıpırdamadan durmak, ölü taklidi yapmak, kendimi öldürmeye çalışmak (bunun evle alakası yok, korkudan beceremedim) ve daha neler neler… İşe yaramadı. Kum Kitabı dediğini duyar gibiyim. Ben de diyorum ama çıkmama yardımı dokunmuyor.

Habibe Hanım’ın cesedini tam da vadedildiği gibi bulamadım. Bazı kağıtlar, kitaplar, notlar bulmaya devam ediyorum. Bir kaç ihtimal var:

Habibe Hanım gerçekten öldü, bu görevi ben devraldım. Artık ev benim, eşyalar benim, onlar benim biriciklerim!

Aslında ölmedi. Ben ona çırak oldum şimdi ustamı bulmalıyım. Habibe Hanım, evin bir yerlerinde beni bekliyor. Erginlenme yolculuğumun tamamlanmasını.

Habibe Hanım diye biri yok, o da basit bir hizmetkardı. Ya da bir illüzyon, yanılsama.

Sadece bir avım. Bu büyük evin yuttuğu küçük ve değersiz bir yem. Filmlerdeki şişko korkak, ilk ölen adam.

İhtimaller uzayıp gidiyor aslında. Evin ya da eşyaların ya da Habibe Hanım’ın benimle planları nedir bilmiyorum. Aslında bunu baştan söylemeliydim, sana yazmamın sebebi çaresizlik. Zarfı başka onlarca mektubun bulunduğu bir konsolun üstüne bıraktım, belki de bu bir haberleşme yöntemidir diye umarak. Zayıf bir ihtimal ama bir polis memurunun bir evde kaybolması da pek kuvvetli bir ihtimal sayılmaz değil mi? (Üzerine “Bursa Emniyet Müdürlüğü” yazdığım için beni affet, gördüğün gibi Emniyet Müdürlüğünü kim kaybetmiş de ben bulayım. Hiç okumadan attığın okur mektuplarından biri sanma diye.) Bir bilene danışayım istedim. Söylesene, şimdi tam bu noktada ne yapmalıyım? Kahramanın yolculuğundan bahsedip duruyorsun. Bütün hikayeler tek bir hikayeden türemiştir diyorsun. Peki o zaman bu hikaye nasıl biter?

Önemli Not: İsmail, Tahsin, öbür dünya yani sizin dünya yani benim eski dünyam ne alemde bilmiyorum. Aslında bu mektup benim geldiğim dünyadaki Aykut Ertuğrul’a mı gidecek onu da bilmiyorum. Sakladığım gazete küpürü doğruysa (o küpür de binlerce odanın birinden binlerce gazete küpürünün saklandığı dantellendiği bir köşeden çıktı.) yani hala aynı dünyadaysak, beni neden kimse aramıyor, İsmail, Tahsin çıktılar mı? Önce Tahsin sonra İsmail sonra ben sonra bizi aramaya gelen diğerleri derken hepimiz bu yeni şen dünyada birbirimizi arıyor olabilir miyiz? Aslında hepimiz buradaysak peki sen nerdesin Sevgili Aykut? Sorularıma cevap verebilecek misin?