İbrahim Aslaner’e sorduk

İbrahim Aslaner’e sorduk...
İbrahim Aslaner’e sorduk...

Biz çadırı düreli çok olmadı; yaylaklar, kışlaklar not etmesek de hala sobanın üstünde, portakal kabuklarının mayhoş kokusuyla zihnimizin bir yerlerinden bize mor sümbülleri, kar sularının saflığını, çiğdemlerin sırma telli salınışlarını fısıldıyor.

İlk öykünü yazmak için kolları sıvadığında elinde hangi kitap vardı?

Öncelikle elimde değil masadaydı, “Gazoz Ağacı” diye hatırlıyorum. Öykü bittiğinde kıs kıs gülüyordu karşı köşeden. Yani bir bakıma tevafuk oldu, o gün bu gün bakışıyoruz. Öyküyü bilenler anladı derdimi.

Öykülerinin tamamını düşündüğünde karakterini ya da karakterlerini sürüklediğin en tekinsiz mekân neresiydi, neden?

İkinci en tekinsizden başlamak istiyorum, hep birincilerden mi başlanacak? “Mahpus damının helâsı.”

Şimdi birinci en tekinsize geçelim. Olay Tokat’ta geçiyor. Behzat deresinden Ali Paşa Hamamı’na uzanan bir tünel. Pek tekin bir yer olmasa gerek. Göbek hizasında gürül gürül akan dere, mevsim kış, lağım fareleri, ciyak ciyak, karakter giriyor tünelin ucundan - o sokaktan her geçişimde tüylerim ürperir- kendini hamamın ılıklık bölümüne güç bela atıyor… Sanırım o gün Ali Paşa Hamamı’ndan dereye inen dar sokakta fazlaca oyalanmış ve biraz da tırsmıştım, eve gelip apar topar masaya oturdum, masa lambasını açıp ışığı kapattım, sen misin Tırsak Kemal, deyip verdim gerilimi.

Kurguların için gereken malzemeleri topladığın özel bir kaynak var mı? Kimi sokağı yazar, kimi ormanları, av serüvenlerini, not ettiği rüyalarını… Sende var mı böyle bir durum?

Biz çadırı düreli çok olmadı; yaylaklar, kışlaklar not etmesek de hala sobanın üstünde, portakal kabuklarının mayhoş kokusuyla zihnimizin bir yerlerinden bize mor sümbülleri, kar sularının saflığını, çiğdemlerin sırma telli salınışlarını fısıldıyor. Şehre geldik, hikâye değişti karmaşık bir gündeliğe maruz kalıyoruz ve bütün bu olup biteni not almak aklımıza gelmiyor ama bir gün Binboğa’ya çıkarsak sakin kafayla rüyaları da, av serüvenlerini de belki not ederim. Doğrusu bunu çok istiyorum.

Dikkatle takip ettiğin, her yazdığını okuduğun genç öykücüler var mı? Onları diğerlerinden farklı kılan nedir?

En zor soru bu galiba. Tabii ki takip ettiğim güzel öykücüler var ama her yazdığını okuduğun, deyince çarşı karışıyor. Cevap veriyorum, Gülhan Tuba Çelik.

Neden?

Üstteki cevabı buraya yapıştıralım, sözcük sayısı azaldı sanırım. Bazı insanların hikâyesini seviyorum evet bunların çoğu öykü yazmıyor, bazı insanların da öyküsünü seviyorum tabii ki bunlar yazar. Gülhan Tuba’nın hem hikâyesini hem de öyküsünü seviyorum, belki de bununla ilgilidir, onun öykülerini bana yaklaştıran. Hem cesur bir kalemi var Gülhan Tuba’nın, hikâyesini anlatmaktan korkmuyor, kaçak oynamıyor yani yekten aorta zerk ediyor. FORMÜLÜ: “Çat kapı bir evsiz, zalim bir baba, kaderi arka oda olan anne, ablasının duldasında bir kardeş, yaylada çile, şehirde keşmekeş...”

Yalnızca öykücülerin girebildiği bir mağaradasın ve gittiğin yol çatallanarak ikiye ayrılıyor. Girişlerine kazınılmış yazıları okuyorsun. Birinde “Ne anlatıyorsun” diğerindeyse “Nasıl anlatıyorsun” yazıyor. Yalnızca birini seçebilirsin ve öykü serüvenin bu seçimine göre şekillenecek! Hangi yolu tercih edersin?

Bir üçüncü yol bulurum, demiyorum. “Nasıl anlatıyorsun”u seçtim. Ne anlattığımızın bizim tercihimizle oluştuğunu düşünmüyorum. Yani oturup bugün şu konuda on numara beş yıldız bir öykü yazalım, insanlar hüngür hüngür ağlasınlar şeklinde gelişmiyor olaylar. Ama anlatacağımız konuya bir don biçme şansımız her zaman var, tabii çocuğun doğması koşuluyla. Şöyle ki; olaylar bir anda hücum ediyor, sağdan soldan; tut şu “t”nin kafasından, hayda işte bak kaçırdık güzelim “mütemadiyen”i, al al içeri üşüdü yavrucak “balonlar”… gibisinden mitralyöz sağanağı altında kalıyorsunuz - durum her zaman bu kadar iç açıcı olmayabiliyor. Burada aparkatlarınız, şey işte kaleminiz devreye giriyor. Ve anlattığınız konu nasıllaşıyor. Eyvah, tünelin sonuna geldik!