İçinden Sevmeye Başa

 Ahmet mahallede o zarif iki heceyi yan yana gördüğü ilk anda anlamıştı başına gelecek şey’i.
Ahmet mahallede o zarif iki heceyi yan yana gördüğü ilk anda anlamıştı başına gelecek şey’i.

Uykusuz ve bir başınaydı Ahmet. Yalnız ve silahlıydı Tuğçe, kaşları keman gibiydi bir de, nakış gibi işlenmişti yüzüne. İri siyah gözleri şarkının bizzat kendisi sayılırdı, alımlı yürüyüşü, çalımlı edası ve çiçekli elbiseleri vardı. Sanki az önce yağmura yakalanmış gibiydi gözleri, bir peri masalından falan fırlamış olmalıydı.

“Hayatın konusu yoktur, neden kurmacanın ya da filmlerin olsun ki?”

Jim Jarmusch

İÇİNDEN SEVMEYE BAŞLA ya da TUĞÇE’NİN GÜLÜŞÜ

Mahallenin en güzel kızıydı. Zaten hangi mahallede otursa muhtemelen aynı şeyler söylenecekti hakkında. Güzel bir kızdı evet ve bu fiili durum -en azından Ahmet açısından- tartışmaya pek açık görünmüyordu. Adı Tuğçe’ydi. Tuğçe’nin en havalı ve en çiçekli elbiselerini giyerek çıktığı daimi akşamüstü gezintilerinden -her seferinde- kalbi kırık bir Ahmet kalıyordu geriye. Ahmet kalbine onun adını vermişti, kalbi her kırıldığında bu vesileyle yeniden hecelensin istiyordu yarası. İki hece. Tuğçe. Ahmet’e göre sabah güneşi, gökyüzü melikesi, şimal yıldızı, kayısı reçeli, rüzgar meleği ya da uğruna okyanusların aşılacağı uzak kainat incisi. Kısaca Tuğçe. Sokakta yürümenin çiçeği. Çiçek. Japon gülü mesela. Krizantem görünümlü kasımpatı ya da. Göğe doğru açılan bir iç anlam gibi. Saçlarını durmadan rüzgarlara savuruyordu bu çiçek üstelik. Bile isteye. Ahmet, ister istemez, aylardır uyumuyordu. Tuğçe her iki hecesiyle yüzüne ay kırıkları değip de uyanmış gibiydi. Ahmet ayakta duramıyordu. Saçları bir şelale gibi omuzlarından aşağıya dökülüyordu Tuğçe’nin. Ahmet yüzme bile bilmiyordu.

Uykusuz ve bir başınaydı Ahmet. Yalnız ve silahlıydı Tuğçe, kaşları keman gibiydi bir de, nakış gibi işlenmişti yüzüne. İri siyah gözleri şarkının bizzat kendisi sayılırdı, alımlı yürüyüşü, çalımlı edası ve çiçekli elbiseleri vardı. Sanki az önce yağmura yakalanmış gibiydi gözleri, bir peri masalından falan fırlamış olmalıydı. Bu yorgun mahallenin her köşesine ayrı ayrı gömülmüştü Ahmet ve Tuğçe taammüden bir dua gibi dolaşıyordu sanki her birinin üzerinde. Ayrı ayrı.

Ahmet mahallede o zarif iki heceyi (uzaktan) yan yana gördüğü ilk anda anlamıştı başına gelecek şey’i. Ateş denizi tam karşısında duruyordu. Mumdan kayığıyla açılmayı seçmişti yine de. Çünkü sabah şerifleri hayırlı oluyordu Tuğçe gülünce, yedi iklim tümden ılık bir rüzgara teslim oluyordu, çinekoplar lüfer oluyordu, işgalciler rezil oluyordu, piyonlar son hamlede vezir oluyordu, temmuzlar serin oluyordu. Tuğçe gülünce, diyelim ki Japonya’da bir seppuka, Afrika’da bir ubuntu, yukarıda kürede kuzey ışıkları ya da Yozgat’ta yaşlı bir amcanın şadırvandan çıkışı aynı enlemin uzak selamında buluşsalar yeriydi sanki. Tam yeriydi yani ve Tuğçe güldüğünde dünya teyakkuz halinde olmalıydı. Tuğçe güldüğünde Ahmet yorgun düşüyordu. Ahmet’in kalbi kancalardan görünmüyordu, kelebekler vadisinde ikamet ediyordu Tuğçe’nin simsiyah gözleri. Bir de bu kısmı vardı ki işin, kelimelerin gör dediği zannedersem böyle birşey olmalıydı, iri siyah gözleriyle gülen bir Tuğçe; varlığın son sığınağı.

Ahmet ‘henüz açılamamak’ kadar bir büyük bir dağın eteklerinde bir başına otururken öyle, yaktığı ateşin küllerinden geçmeye hazırken yani, Tuğçe demirdağları eriten gözlerini de yanına alarak imbat rüzgarı gibi gülümsüyordu. Ahmet günler gecelere kavuştukça daha da harlanan ateşine doğru yürüyordu. Tuğçe’nin gülüşü-Ahmet’in kalbi; aynı anlama sığmayacak iki kader, işlenmemiş bir suçun iki delili, iki uzak ülke, birbirinden habersiz çekilmiş iki fotoğraf karesi, duaları birbirlerine çarpan yan yana düşmüş iki yabancı mezar. Dünyayı sağa çekip inmek ister ya insan bazen. Ya insan bazen, dünyayı diyorum. Bazen.

Bazen. Uyaklarından sevmeye başlamak bir anlamı ya da kalbindeki kancaların içinden geçtiği her cümleyi. İçinden sevmeye başla. Dünya zaten iki hece.

MÜSLÜMAN YAĞMUR

Turgut Uyar’ın Edip Cansever için yazdığı ‘’Edip’e Ağıt’’ şiirinde öyle temiz ve öylesine güzeldir ki herşey; ‘’Ben sorarım bir gün, nasıldır bir müslümanın gömülmesi / toprak kazılıp yani dünya çözülüp / ölüme ancak bir yağmur kadar üzülüp, gömülmesi / ki her müslüman öldüğünde yağmur yağar’’

SON ŞARKI

Konfeksiyon atölyesinden hızlı adımlarla dışarı çıktı ve hemen alelacele sigarasını yaktı. Kalbi sıkışmıştı, çakmağı elinden düşürdü. Derin bir nefes aldı. Maksim Gorki’nin sıradan bir kahramanı gibi baktı gökyüzüne. Uzun uzun, kederli kederli. Arkadaşları geldi telaşla, iyiyim başım döndü biraz, gelirim şimdi diyerek gönderdi onları. Tehlike henüz geçmemişti anlaşılan, sessiz bir ah döküldü dudaklarından, sigarasını yeniden ateşledi. Az önce içerde yaşananlar bir sır değildi, evet radyoda o şarkı çalmıştı, ikisinin şarkısı, neredeyse hiç tanınmayan bir şarkıcının, neredeyse hiç bilinmeyen bir şarkısıydı, yıllardır cesaret edip bir kez bile dinleyememişti, unutmuştu hatta nota nota içine işleyen o şarkıyı.

Radyo programının sunucusu şarkıyı bir istek üzerine çalacağını anons etmişti az önce içerde. Dünya o anda duracaktı sanki, elleri karıncalanmış, dudakları uyuşmuş, gözüne ağır bir perde iner gibi olmuştu. Sendelemiş, bacakları çözülmüş, zor toparlanmıştı. Şarkıyı duymaya hazır değildi. Kalbi fena teklemişti bu kez, hemen dışarı fırladı zaten bu yüzden, temiz havayı içine çekti, rüzgara karşı durdu, bir sigara daha yaktı. Bir tane daha. İçeriye girmek istemiyordu. İkisinin şarkısıydı, nakaratına bağırarak eşlik ederlerdi, melodisi aklına çakılmıştı, ne günlerdi! Yıllar bir ateş deniziydi.

Radyo eski bir sırrı ifşa etmişti az önce içerde, ama kimsenin haberi yoktu bundan. Kalbi çınlıyordu. Konfeksiyon ağır makine sesleriyle örülüydü. İçindeki uğultu dışardaki gürültüye karışıyordu. Dünya bu sırada tuhaf ve anlaşılmaz bir ısrarla dönmeye devam ediyordu. Çok uzaklarda radyoda çalan şarkıya ağlayarak eşlik eden biri daha vardı. Şarkı devam ediyordu. Nakaratını mırıldanır gibi oldu. Sustu.

ÖLÜ EVLERİNDEKİ SESSİZLİKLER

Ölü evlerindeki ‘sessizlikler’ yitirilenin hatırası üzerinedir. İnsanın diline derin çizikler atar ölüm. Geride kalanların bu sessizliğe yaslanarak yaşamaları çok zordur. “Tutunmak” ve koltuk değnekleri icat etmek gerekir. Acının hükmü geçerliliğini uzunca bir süre korur yine de. Ölüm gelince “hatalar” biter, sessizlikler başlar. Hayat, ölü evlerindeki yasların toplamıdır. Ölmeye doğar çünkü insan ve ancak toprakla ferahlar. Mevzide olsak da mevzumuz değişmez. Jack Kerouac’ın dediği gibi: “Ruhumu takdis edin, ölüm konuşulmaya değer tek mevzudur. Zira orası vehmin ve hataların bittiği yerdir. Ölüm adına ‘hayat’ dediğimiz madalyonun öteki yüzüdür.”

KENDİ KALBİNE(İ) PARK EDEN ADAM

Göz ucuyla şöyle bir etrafı süzdü. Neşeli çocuk çığlıkları ve kuş sesleri duydu. Oturduğu bank önceki gece yağan yağmurun ıslaklığını henüz üzerinden atamamıştı. Parmağıyla, süzülmüş su damlalarıyla oynadı biraz. İçini bir serinlik kapladı, gözlüklerini çıkardı, özenle katladı ve ceketinin cebine koydu. Sol eliyle şakaklarını sıktı. Her öğlen aynı saatlerde gelirdi buraya. Bir simit alır, oturur, etrafı izlerdi. Torunu yoktu yanında adamın. Olsaydı elini hiç bırakmazdı muhtemelen, her öğlen tam karşısına oturduğu bu parkın torunlarıyla oynayan diğer daimi sakinleri öyle yapıyorlardı çünkü, torunlarının ellerini hiç bırakmıyorlardı. Bunları irticalen ve sessizce düşünürken, birden bir serçe kondu adamın oturduğu ıslak bankın üzerine, dökülen susamlar için gelmişti belli ki. Teklifsizce baktı serçeye yaşlı adam, ötüşüne pek aldırmadı. Parmağıyla dikkatli bir şekilde süzülen su damlalarıyla oynamaya koyuldu yeniden. Parktan neşeli çocuk çığlıkları geliyordu. Serçe banktan havalandı. Susamlar kaldı öylece. Çocuk seslerine karıştı yaşlı adam. Su gibi süzülmek istedi sanki banktan.

ZİNDANDA ÖZGÜRLÜK NÖBETİ

İranlı yazar Dr. Feridun Batmangeli,1979 İran devriminde tutuklanarak zindana atıldığı dönemde başladığı Hasta Değil Susuzsunuz adlı çalışmasını bitirebilmek için rejimden 2,5 yıl süren hapis cezasının bir müddet daha uzatılmasını talep etmişti. İyi yazarlar bilirler, çalışabilecek sessiz bir ortam dünyaya bedeldir. Özgürlüğe de hatta. Bedeldir. Evet, yazarlık bedeldir.

MANKURT

“Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç bir tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünmeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yaratık…”(Cengiz Aytmatov Gün Olur Asra Bedel sf.147)

RENKLER VE SİYAH-BEYAZ

Siyah-beyaz filmler konularından bağımsız olarak antipati ve hayranlık ikilemindeki bir çizgide kabul görüp algılanırlar genellikle. Ya çok sevilirler ya da hiç izlenmezler. Ben bu filmlerin ruhlarında garip bir gizem, çarpıcı bir gerçeklik duygusu ve nostaljiden kaynaklanmayan sıradışı bir etkileyicilik taşıdıklarını düşünenlerdenim. Bu sebeple David Lynch’in siyah-beyaz sinema hakkında söylediklerini çok severim, hayır Beşiktaşlı değilim; “Siyah ve beyazın sizi The Elephant Man’deki geçmiş ya da Eraserhead’deki paralel evren gibi farklı dünyalara götürme kabiliyeti vardır. Renkler işin içine girince her şey fazla gerçek olur ve sizi o farklı dünyalara kolayca götüremez, gördüğünüz her şeyi daha saf kılar. Gözleri ve kulakları tamamen farklı bir şekilde görürsünüz, yani onları gerçekten görmüş olursunuz. Gölgeleri, zıtlıkları ve şekilleri görürsünüz çünkü eninde sonunda çalışacağınız şeyler bunlardır. İkinci kez düşünmeden göz gezdirdiğiniz gerçek görüntüleri ise görmezsiniz. Siyah beyaz sinemada ise ciddi manada bir şeyleri görmeye başlarsınız. O, her şeyi daha güçlü yapar ve sizi gerçeklikten uzaklaştırır.’’