İki Tatlı Söz İçin

Karısı sağolsun. Nasıl nasıl nasıl marifetli kadındı o. Kap kap yemekler, ayranlar, neler neler.
Karısı sağolsun. Nasıl nasıl nasıl marifetli kadındı o. Kap kap yemekler, ayranlar, neler neler.

Sofra bezini üzerimize sererdik. Hayran hayran bu adama bakardık. Hepimizi bir araya toplamış mutlu ediyordu. Hepimiz o yer sofrasında çok mutluyduk. Biz çocuklar özellikle. Ekmek arası köfteler, bol soğanlı menemenler ve başka şeylerle gönlümüz çalınıyordu. Mest oluyorduk. Allah’ım. Harikaydı. Karnımız doyuyordu. Harika, harika…

Telefon çalıyor, zııırr, zıırr.

İsteksizce açılıyor. Efendim baba!

Ama yanlış hitap. Arayan kişi bir doktor. Gözleri dolup taşan şaşkın ördek de bir oğlan:

Doktor mu?

Evet, doktor. Şeey… Babanız…

Demek babası, demek babası…

Hangi hastane, filan yerde, tamam biliyor.

Şimdi ellerine tutuşturulmuş siyah çöp poşetinin içinde, “İşte babanızın ceketi, kıyafetleri, saati filan.”

Teslim alın, imza şuraya.

Alın saklayın bunları. Bacağından yardık kalbinden çıktık!

Aman Allah’ım…

İşte size bu adamın hikayesini anlatmalıyım mutlaka. Hani şu hastane odasında boylu boyunca yatan adamın hikayesini.

Nasıl atmıştı kendini büronun kapısından dışarı. Nasıl da inmişti merdivenlerden patır patır caddeye. Üzerindeki takım nasıl da yitirmişti havasını. Nasıl koşmuştu caddeye öyle. Kravatını nasıl gevşetmiş ve taksiye, acile, acile kaptan, nasıl demişti, nasıl, nasıl?

Saatler süren çileli ameliyat bittiğine göre, ne duruyoruz? Merdivenleri çıkalım ve ziyaretimizi yapalım. Kokuyu içimize çekelim. Şu bildiğimiz ilaç kokusuna dolanıverdik hemen, değil mi? Hasta gibiyiz biz de. Duvarlar beyaz. Hasta önlüğü yeşil. Sakal ve bıyıkları tıraşlanmış, simsiyah saçlı adam, işte, karşımızda. Dağ gibi adam, düz ova gibi yatıyor.

Bir davalıyı savunurken şişim şişim olan göğsü, şimdi ne kadar sönük. Dört bir yanında kablolar var artık. Şu serumu gördünüz mü, şu pıt pıt akan serumu? Adam artık oradan besleniyor. Pek tabii. Önceden çok farklı beslenirdi ama. Sağlam beslenirdi. Çok iyi yerdi. Değil mi ya? Nereden bileceksiniz, anlatayım.

Karısı sağolsun. Nasıl nasıl nasıl marifetli kadındı o. Kap kap yemekler, ayranlar, neler neler. Adam memnun olmazdı yine de. “Ayranı niye az yaptın, ayran getir ayraaan!” derdi. Kadın bir koşu ayran getirirdi, yapış yapış ter içinde. Tülbendi arkadan bağlanmış, bluzünün önü sarkık, eteği bileğinde.

Gözlerini tabaklarından bir an için kaldıran misafirler, şöyle bir bakar, sonra iştahla yemeğe devam ederdi. Kimse ayıplamazdı adamı. “Huyu bu, n’apsın. Yedirmeyi seviyor adam,” derlerdi. Takdir ederlerdi. Bravo derlerdi. Kadına elbette acırlardı ama acımaktan anladıkları, bilirsiniz budur insanların; bir anlık kaşları büzmek, dudakları ısırmak filan. “Biz de çok çektik, ne var ki,” eşleşmeleri. “Benim adamın da ayrı huyları var, seninkinin yaptığı ne ki.”

Çok emin konuşuyorum, çünkü ben de oradaydım. Sofra bezini üzerimize sererdik. Hayran hayran bu adama bakardık. Hepimizi bir araya toplamış mutlu ediyordu. Hepimiz o yer sofrasında çok mutluyduk. Biz çocuklar özellikle. Ekmek arası köfteler, bol soğanlı menemenler ve başka şeylerle gönlümüz çalınıyordu. Mest oluyorduk. Allah’ım. Harikaydı. Karnımız doyuyordu. Harika, harika…

Adamın o sofradan görünen yüzü de harikaydı. Görünen adam yüzleri hep böyledir zaten. Dışarıdan çok sevilir, içeride huysuz baba, huysuz koca filan. Dışarıda bal, içeride zehir. Dışarıdan bülbül içeride ketum nalet bir şey. Uzatmayacağım; vurdu mu yumruğunu masaya, kaç kaçabilirsen.

Görünen adam yüzleri hep böyledir böyledir, böyledir, böyledir.

Bunu kadınlar ve çocuklar bilir.

Şu hastane odasında hepimiz bir aradayız. Hep biraz kilolu olmuş karısı, eskisinden yaşlı olduğu halde spor giyinmiş, kesinlikle daha genç görünüyor-du, şu odaya girmeden az evvel. Odaya girince yüzü karardı. Suratı düştü. Odanın beyaz duvarlarını beyaz değil de gri olarak düşünebiliriz artık; beyaz bir hikaye değil bu. Hepimizde mide bulantısı taşıyan yüz ifadeleri var.

Haberi oğlundan aldı kadın. Hani adamın başucunda bekleyen delikanlı; dudaklarını ısırıp bacaklarını sallayan. Kıvır saçlı, esmer filan. Tıpkı babası. Tıpkı babası gibi avukat hatta. İşte o, hâlâ siyah poşetin etkisinde olduğu halde söyleniyor: Düğünümü mahvettin. Anama gün yüzü göstermedin. Ama ben senin gibi kötü bir baba olmicam. Karımı baş tacı edicem. İyi ki de gittin. Gittin de rahat ettik. Dünyayı gezdik. Los Angeles, Amsterdam, Paris. Böyle söylense de sonuç değişmiyor.

Erkekler de ağlar kuzum. Ağla. Ağlıyor genç avukat.

Ağlamak bulaşıcıdır. Anlatmaya devam edeceğim ama biri şu gözü yaşlı kadına, hayır hayır o değil, şuradaki genç olana, adamın en büyük kızına, ilk göz ağrısına… Ağzını burnunu yamulta yamulta, iç çekip çekip ağlayarak koridora kaçan kadına, mendil yetiştirsin lütfen. Ben odadan ayrılamam, yaşananları görmem lazım. Yoksa elimi omzuna koyardım, hiç değilse bunu yapardım bir kız evlat için.

En katısı oydu halbuki. Aah. Kızı. Akrep burcu olduğuna yemin edebilirim. Yıllarca babasını görmezden gelip torunlarından mahrum bıraktı. Helal olsun. Ama içini ona sorun. Kırık kalbini. Parça parça, deprem deprem yüreğini ona sorun. Füruğ’u tanısaydı, şiirlerini içtenlikle okurdu. Öyle bir kalbi var işte.

Kız evlatları baş üstünde tutamadı babalar.

O babalara… Yazıklar olsun…

Oğlan, kadın, biz, diğerleri…

Herkes başında adamın.

Herkes kendi yaşında.

Bir zamanlar çocuk, bir zamanlar genç olan herkes şimdi ilerlemiş yaşında. Kimse soğandan menemenden o kadar lezzet almıyor. Zaten hiçbir sebzenin eski tadını taşımadığını biliyoruz. Bahçeden tarladan kopartılmış tazecik domates kokusu hani nerde, nerde? Ama -hakaret etmeden söyleyelim hadi- geçmişte kalmış adamı görmek, burnumuzun ucunu sızım sızım sızlatıyor ve yeniden seviyor herkes onu, her şeye rağmen; bütün aile üzgün, dua ediyor.

Öyle mi gerçekten? Hım? Öyle mi?

Herkesin bu hüzünlü hallerine içten içe sinir olan karısı; yani eski ve gerçek karısı fırladı ortaya. Elini kolunu savura savura hem de. Kimden çekinecek? Adam uyuyor nasılsa.

“Yeter be! Babacım, eniştecim, abicim, cim cim cim! Demeyin ona. Haketmiyor bu sevgileri! Cim cim derseniz beni yok bilin!”

İçinden değil, dışarıya doğru, bir ejderha kuvvetiyle püskürdü bu lafları, tahmin edersiniz, bodoslama, şak şak tokat gibi.

Herkes kendini bir an geriye attı ateşin etkisiyle.

Tabii ki de kimse alay etmedi. Bunun yerine minik kalabalık uyur vaziyetteki adama sırtını döndü:

Saçmalamaa, biz -cim demedik ki... Hiç de bile. Neden diyelim. O sadece bir zavallı. Anlamıyor musun? Numara yapıyoruz hepimiz. Numaraa. Sen dilini tut. Görmüyor musun? Allah müstehakını verdi işte.

Ejderha kadın sindi: Demediniz mi cidden? Cim, demediniz mi?

Demedik tabii ki de, sana öyle gelmiiiş…

Kadın rahatla arkasına yaslandı o zaman. Onu inandırmak öyle kolay ki. İki tatlı söz duymasın, hemen yelkenler suya… İki tatlı söz için, ömrünü verebilir.

Şimdi anladı; demek sadece şeytanın fısıltısıydı o -cim ekleri. Bir kuvvet buldu kendinde çarçabuk, bir moral. Ayakları daha sağlam basıyor, havası başka. Hastane kurallarına aldırmadan sigarasını yakıp camdan üfleyebilir. Şu illeti bırakamadı gitti. Bırakacak ama. Daha genç gözükmek için bunu yapacak. Yüzüne biraz renk geldi, temiz havanın etkisi hiç şaşmaz. Pembe pembe. Keşke yeniden âşık olsa. Keşke biri ona yeniden âşık olsa. İkinci bahar düşleri, bir duman daha bahçedeki ağaçlara doğru. Şu bahçedeki adam mesela… Ah, keşke, keşke! Ömrünü verebilir.

Kadın hayallere kapıladursun, iyi olmak en çok onun hakkı, odadakiler eski konumlarını aldı yeniden. Biri bağcıklarına biri tavandaki lekeye biri elindeki telefona. Biri gizli gizli vurdulu kırdılı oyuna. Bu gibi şeyler işte. Herkes aslında hem yalan konuşuyor, hem doğru.

Kuru kuru acımtırak suratları var, ama üzülüyorsa da herkes evet herkes kendi yazgısına üzülüyor. Ben dahil! Altını çizeyim; hayatı zehir eden şu adamın ettiklerine üzülüyor herkes. Mutlulukları sekteye uğratan adama… Kim dedi ona, bırak-karını-terk-et-yuvanı, böyle klasik bir hikaye koy ortaya -da haklı çıkar eski-evlilikler-kalmadı diyenleri, yık çocukların hayallerini, lahmacun partilerini bitir, mutlulukları sekteye uğrat, kim dedi? Kim dedi o sofrayı alaşağı et, kim dedi ha?

Oof, oof... Sakinleşelim. Derin nefes alalım. Pardon… Adam zar zor nefes alıyor. Biz burada neler konuşuyoruz. Ölünün arkasında konuşulmaz aslında. O herkes için bir ölü olmalıydı. Onu izlerken insanın içinin burkulması, dudaklarının büzülmesi normal yine de.

Sonuçta ölüm denen şey işte bir hastane odasında rötar yapıyor.

Pencereyi kapattı kadın: Serumu değiştirsinler, söylesenize bitiyor. Oğlan başını salladı, hemşireyi buldu. Serum değişti, doktor geldi, adam iyileşecekmiş, öyle dedi. Herkes gözyaşlarını silebilir, demek iyileşecekse. “Torunlarından oldu, ailesini dağıttı, üç gün için değer miydi?” bakışları aramızda dolaşıyor. Bir bir düşünceler şeridi. Sakallarını kesti, bıyıklarını kesti, hiç de genç görünmüyor kritikleri kuvvetli. Nursuz! Simsiyah saçları tabii ki de boya ve iğrenç. Yaaşlııı ihtiyaaar, dedeee, deedeee! Genç görünse de işte bir anlık hükme bakıyor hayatı.

Duyguları bırakıp mantığa gelelim: Bakınız demek ki musibetmiş. Süresi varmış. Kısmetliymiş. Allah merhamet etti, hastaneden çıkıp iyileşecek. Namaza duracak. Oruç tutacak. Hayat muhasebesi filan. Neler neler.

(Buu.. bu adam mı tövbe edecek? Adam bıçak çekmiş vaktiyle, bıçak. Bu kızı bana verin uleen, demiş. Bu kızın babası da onu ona vermiş. Sen bu adama kızını ver, kızının hayatı kaysın gitsin. Olanda hayır vardır, de, hah, böyle teselli et kendini. O bıçak tutan eli ters çevirip “kızımı vermem” diyemediydi ya, kemikleri hâlâ sızım sızım. Oo-hoo-o neler neler. Adamlar kızlarını baş tacı edemediler, belki çocuk çağlarında, belki biraz.)

Değişmez bu adam. Değişmez. Ben söyliyim, dedi kadın. Dedi ama…

Aslında buradan sağ salim çıksa, şöyle bir düşününce yani, hani tövbe etse, iyi bir adam olsa, şu odadaki herkes -aptallıklarına doymasınlar- affeder yani adamı. Hastane odasını şimdi uçan bir halıya koyup eve götürsek. Al işte! Pembe panjurlu şeyler, zürafalı halılar. Hadi gör. Adam iyileşti. Mamasını yedi. Al işte! Bir bahane kaşlarını çattı. Oğlana bir tekme. Neden yaptın ulen o işi öyle. Kadına çekil dedi, omzuna sert bir darbe... Al işte, kapıyı çarpıp gitti bile.

Vursun-yıksın-gitsin bakalım.

Kanıtlasın. Ölmedi o, ölmedi yaşıyor. Yaşasın bakalım!

Çözümsel bir şeyler yapmalıydım şu aşamada. Başka türlüsünü sindiremezdim. Tam da şöyle bir şeyler:

Önce kadını sonra oğlunu karşıma alırım. Üşenmem, ilk göz ağrısını da bulup getiririm. Ellerimi başlarına koyarım. Yaslanın bana, beraber geliriz üstesinden, derim. -Şu hastane odasından başka türlü ayrılamam.-

Üzgün olduğumu belirtirim birçok kez ve bana güvenmelerini söylerim.

Söyledim: Güvenin bana!

Geçmiş defterleri açtım açtım açtım ve hepsinden adamı çekip aldım. “Pufff!” Bu elimde.

Anladınız değil mi? Herkes üzerine düşeni yapmalı sonuçta.

Serumu çıkarttım. Bir oksijen tüpü vardı, kapattım. Eşyaları fırlattım camdan, hastaneyi sildim kayıtlardan. Elimden ne geliyorsa… Tek bir iz, tek bir iz bile bırakmadım geriye. Bırakamazdım. Güvenmişlerdi bana.

Ha silmişiz, ha gömmüşüz, ha gitmişiz, ne fark eder?

Çakmağı yakmazdan evvel, son defa izledik, izleyelim bir yabancıyı.

Hep beraber. Bir zalimi izler gibi.