İkinci Dünya Savaşı’ndan geç kalmış bir ağıt

Balkan edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılan Meşa Selimoviç
Balkan edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılan Meşa Selimoviç

Savaşın insan ruhunda açtığı derin yaranın -bir anlam çerçevesine oturtularak – yağmalanması, akıl almaz dehşetin zihnimizi uyuşturmayacağı bir seviyeye indirgenerek kabullenilmesi manasına geleceğini söyleyen Adorno’nun bu karamsar teklifine rağmen savaşı merkezine alan şiirler, romanlar ve öyküler yazılmaya devam etti.

Çoğu zaman itiraf etmekte zorlanıyor olsak da hemen hepimizin içinde güçlü bir şiddet eğilimi var. Hem de uyukladığı yerden tüm ihtişamıyla doğrulmak için gereken o ufacık kıvılcımı bekleyen güçlü bir şiddet eğilimi. Bilhassa pozitivizmin ölümü dahi insani hasletlerinden mahrum bırakırcasına daha iyi, daha çok ve daha etkili öldürme enstrümanları yarattığı yirminci yüzyılın başından bu yana bir bakıma faili olduğumuz organize kötülük, yarının zalimlerinin dünün mazlumları olduğunu söyleyen Cioran’ı haklı çıkarıyor. Zira “iyi ile kötü” , “zalim ile mazlum” ve “güzel ile çirkin” arasına çekilen o belli belirsiz ve perspektife dayalı sınırın doğru şartlanmalarla kolayca aşılabildiğini biliyoruz.

Kuşkusuz Adorno’ya “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” gibi çarpıcı bir cümle kurduran ya da yakın dostu Benjamin’i Gestapo’nun eline geçmektense canına kıymaya ikna eden 2.Dünya Savaşı, bu sınırın paramparça edildiği karanlık bir dönemdi. Şiddet, korku ve dehşetin zihnimizce kuşatılabilecek anlamları yitirdiği, tanımların buharlaştığı ürkütücü bir dönem.


Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi.
Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi.

Savaşın insan ruhunda açtığı derin yaranın -bir anlam çerçevesine oturtularak – yağmalanması, akıl almaz dehşetin zihnimizi uyuşturmayacağı bir seviyeye indirgenerek kabullenilmesi manasına geleceğini söyleyen Adorno’nun bu karamsar teklifine rağmen savaşı merkezine alan şiirler, romanlar ve öyküler yazılmaya devam etti. Özellikle Derviş ve Ölüm ile Balkan edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılan Meşa Selimoviç’in Kızıl Saçlı Kız’ı da bunlardan biri. Nazi zulmünü doğrudan tecrübe eden, kendisini faşizm karşıtı Partizan hareketine konumlandıran Boşnak yazarın 1945 – 1951 arasında kaleme aldığı öykülerden oluşan Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi. Kronolojik olarak sıralanmış öyküler boyunca siperler, ıssız demiryolları, yozlaşmış kamu kurumları, tasasız ancak tedbirli dağ köyleri veya perişan kent banliyöleri, nerede olursa olsun bir şekilde savaşın hayatlarını alt üst ettiği insanların hikayelerini dinlerken Selimoviç’in meseleyi anlama ve anlatma biçimindeki değişimi de gözlemlemek mümkün.

Erken dönem öykülerde daha baskın hissedilen propaganda etkisi özellikle 1950 ve sonrası metinlerde bir adım geri çekilerek yerini daha soğukkanlı, olup bitenleri daha objektif ve geniş bir açıdan görebilen bir tavra bırakıyor. Önceleri -anlaşılabilir bir refleksle- iyi, güzel ve doğru olan tüm hasletler sadece partizanlara yakıştırılırken kitabın yarısından itibaren anlatının izleğinin, tarafı veya rolü ne olursa olsun savaşın, ona maruz kalan herkesin üzerinde bıraktığı yıkıcı etkilere dikkat çeken bir yöne evrildiğini görebiliyoruz. Nihayetinde gerçekten acı çeken, aşağılanan ve utanç duyacakları işler yapanlar aslında hiçbir şeyin kaderini tayin edemeyen sıradan, yalnız, eksilmiş ve benliklerinden geriye kalan bölük pörçük parçalardan ibaret kalmış insanlar. İster doğrudan cephede, sıcak çatışmanın içinde olsunlar isterse daha edilgen bir konumda bulunsunlar, öykülerde karşılaştıklarımızın hemen hepsi aslında mağlup olmuş, korku, dehşet ve çaresizliği iliklerine kadar hissetmiş karakterler.

Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi.
Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi.

Bu noktada neredeyse 75 yıl önce kurgulanmış bu karakterlere haksızlık yapmayı göze alarak çoğu zaman benzer mevzuları zihinlerinde evirip çevirdikleri oldukça uzun monologlarına şahit olduğumuz öykü kişilerinin bir noktadan sonra aynılaştıklarını söyleyebilirim. Öyle ki, zaman zaman hikaye üzerinde hayati bir etkisi olmayan figürlerin dahi geniş geniş anlatılmaları, onlara ilişkin sayısız detayın deyim yerindeyse üzerimize boca edilmesi okur olarak hikaye boyunca ilerleyişimizin duraklamasına neden olabiliyor. Elbette bu, günümüz öyküsünün ritim ve dinamiklerine aşina okurun bir nebze haksız ve öznel bir yorumu olarak görülebilir. Ancak kendi adıma bu durumun biraz da Selimoviç’in romancı kimliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazarın çoğu öyküsüne çok sevdiği ülkesinin pastoral güzelliklerini uzun uzun tasvir ederek başladığı, tıpkı karakterlerde olduğu gibi kurguyu sererken de pek aceleci davranmadığı hatta zaman zaman asıl merak unsurunu dayandıracağı düğümleri atmakta geciktiği dikkate alınırsa esasen bir roman yazarının öykülerini okuduğumuz söylenebilir.

  • Zira hikayeye girişteki bu ağır kanlılık, taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmiş, uzun soluklu bir anlatının tercih edilmesi gerilimin her adımda biraz daha zayıflamasına neden olarak öykünün asıl alametifarikası olan finalinin vuruculuğundan çalıyor. Dolayısıyla yazarın güçlü gözlem yeteneği, insan ruhunun en girift gizlerini açık eden dehası ya da -romanlarını okuyanları büyüleyen- kişilik sahibi üslubu öykünün imkanları ya da imkansızlıkları içinde yerini bulamamış görünüyor. Üslup demişken, edebi bir eserden okurun alacağı lezzeti doğrudan etkileyen çeviriye de özellikle değinmek gerek. Öyle sanıyorum ki, edebi eserlerin çevirisinde, çevirmenin de belli bir üsluba en azından kendi içinde tutarlı bir metin diline sahip olmasının veya hedef dilin imkanlarını yazarın özgün dilde yaratmak istediği etkiyi yakalayabilecek şekilde kullanabilmesinin ne derece elzem olduğu tartışma götürmez.

Bahsini ettiğim unsurlardan öte hatalı kelime tercihleri, öznesi kayıp cümleler, fiil çekimlerinin hatta doğrudan anlatıcının beklenmedik şekilde değişiyor olması göz önünde tutulduğunda Kızıl Saçlı Kız’ın çevirisinin başarılı olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Çeviri yönünden ufak bir talihsizlik yaşamış olsa da Kızıl Saçlı Kız, Meşa Selimoviç gibi bir ustanın edebiyat sahnesine çıkışını temsil etmesi bağlamında son derece önemli bir eser. Tecrübe edilen acının büyüklüğü ne olursa olsun 2.Dünya Savaşı’nı -sadece- Yahudi soykırımı çerçevesine daraltan genel kabulün bir adım ötesine savaşın balkan topraklarındaki istisnasız her insan üzerindeki yıkıcı, yıpratıcı etkilerini gözlem ve tahlil yeteneği bu derece güçlü bir yazarın dilinden dinlemek, şüphesiz kayda değer bir deneyim.