İkinci Yıla Başlarken Sık Sorulan Sorular

Post Öykü'ye gelen sorular...
Post Öykü'ye gelen sorular...

Yıl boyunca sadece teşekkür ve övgü almadık elbette, bazı eleştiriler, sorular da geldi. Sene-i devriyemiz vesilesiyle soruların bir kısmına cevap vermenin zamanı olduğunu düşündük. Belki ilerleyen sayılarda da gerek görüldükçe burayı kullanarak diyeceğimizi deriz.

Post Öykü, birinci yılını doldurdu. Geçen sayıda bir post it’le teşekkür etmiştik ama fırsattan istifade dergiye gösterdiğiniz ilgi ve muhabbet için yeniden ve gerçekten teşekkür ederiz. Yıl boyunca sadece teşekkür ve övgü almadık elbette, bazı eleştiriler, sorular da geldi. Sene-i devriyemiz vesilesiyle soruların bir kısmına cevap vermenin zamanı olduğunu düşündük. Belki ilerleyen sayılarda da gerek görüldükçe burayı kullanarak diyeceğimizi deriz. Ve işte o sorulardan bir kaçına cevabımız:

Postmodernist misiniz?

Bu soru en çok karşımıza çıkan sorulardan biri oldu. Çoğu zaman yargı cümlelerinin içinde. Eh biz de bunu destekleyecek bir içerik ortaya koyduk doğrusu . Hemen her sayı Postmodernizmle ilgili en az iki inceleme değerlendirme yazısı yayımladık. Derginin adı zaten malum. En özet haliyle söylediğimiz şu: Postmodernizmin farkında ve fakat çoğulculuk, kayıp hakikat algısı, muğlaklık, merkezsizlik gibi onu tanımlayan temel unsurlarına karşı temkinliyiz. Postmodernizmin aslında bir çeşit aşırı bilinç hali oluşu hatta aslında insanın “ipleri Tanrı’nın elinden kendi eline aldıktan sonra” dünyanın aldığı hal sonrası kapıldığı dehşet sonucu ortaya çıktığını düşünüyoruz. (Ve bir başka açıdan Özkan Gözel’in, dergimizde yayımlanan “Çekiver Kuyruğunu Ejderhanın” yazısında belirttiği gibi bir çeşit kılıfına uydurulmuş modernizm olduğunu da)

Şunun da farkındayız: Bu yanlış ve telaşlı küme ile gelenek arasındaki taralı alan edebiyat bağlamında ciddi bir yer tutuyor. Hikaye anlatma şeklimiz, hikayeden anladığımız şey postmodernizmin sınırları içerisine giriyor. Ancak bütün bu toz pembe tablo içersinde unutmadığımız bir şey var; hakikat algısı, dünyayı ve öte dünyayı yorumlama açısından Müslüman olarak bu düşünce ile uyuşabilmemiz mümkün değil. Dolayısıyla kendimizi postmodernist olarak tanımlayabilmemiz namümkün. Bu çağın çocukları ve ibnül vakt olarak kendimizi bu dalganın tamamen dışında görmemizin namümkün olduğu gibi.

Peki Post Öykü nedir?

Post Öykü, kendisini yaşadığı çağla hizalar, popüler deyimle zamanın ruhunu görmezden gelmez ama geleneği (post) önemser. Ki ilgilisinin bildiği üzere gelenek, geçmişe ait donuk bir fotoğraf değil, hareketli bir olgudur. Bugüne gelen ek’tir.

Post Öykü, adında öykü olmasına rağmen bir türe sadakat yemini etmiş filan da değildir. Öykü sadece hikayenin anlatıldığı bir form olarak önümüzde ve gündemimizdedir. Hikaye (tahkiye edilen manasında) anlatmaya odaklanan bir dergidir. Daha da uzatırsak şunu rahatlıkla ekleyebiliriz; hikaye anlatmaya da değil, yaşamın kendisine… Çünkü sanatın kendisinin bir erek oluşunun modernist bir saçmalık olduğunu düşünüyoruz. (erek mi dedik)

Yani sanatın marjinalleşip bir yerden sonra sanatçının hezeyanlarından ibaret sayılmasına üstelik bunun bizlere kabul edilebilecek tek bir tanım varmış gibi yutturulmuş olmasına gülüyoruz. Guenon’un da dediği gibi Modernizmin en büyük numarası kendi tanımlarının aksinin mümkün olmadığına bizi inandırmasıdır zaten. Piyasanın, kültür endüstrisinin seçtiği bir kutsal kişi ya da bir şekilde sanatçı payesini kaparak kutsanmış sanatçı tarafından etrafı çevrilen, etiketlenen her şeyin sanat olmadığını herhalde artık söylemeye bile gerek yok. Hikaye anlatmak yaşamdan ayrı değil yaşarken yapılan bir “şey”dir, bir “yeryüzü tecrübesi”…

Post Öykü, sanatın bireysel ve toplumsal bir amacı ve karşılığı olması gerektiğine inanan bir dergidir. Esasen her tanım denemesinde biraz daha parçalanan, dağılan, kavramaya, fethetmeye çalıştıkça kırılan bir anlayıştan söz ediyoruz. Hayat gibi.

Marjinalleşmeye karşı ve hayatın yakınında durmaya çalıştığınızda halkların yüzyıllardır deneyimlerini sonraki kuşaklara aktardığı mitler, efsaneler, ateşbaşı hikayelerine rastlamamak imkansız değil mi? O halde hikayede epik unsuru önemsiyoruz demezsek kendimizle çelişiyor oluruz. Burası önemli: Bunları hep birlikte konuşup tartışırken, bazen önce örneklerini veriyor sonra teorik anlamda yazısını yazıyor bazen de önce teorisini konuşup sonra örnekler vermeye çalışıyoruz. Yani yoldayız. Tutarlılık elbette önemli ama İsmet Özel’in de zamanında vurguladığı gibi çelişki, düşünmeye devam etmenin göstergesidir. Kendimizle çelişeceğiz, bugün söylediklerimizi yarın reddedeceğiz; bu konuda eleştiriye sonuna kadar açığız.

Tek sesli bir dergi miyiz? Çete miyiz? Okul muyuz?

Tek sesli değiliz. Çeteyiz. Okul değiliz.

Aslında çete yerine “çevre” demek daha doğru. Ama daha önce söylediğimiz gibi masonik bir örgüt değiliz. Genişlemek büyümek isteyen, iyi eserlere, yeni arkadaşlara açık bir çevreyiz. Elbette bu, bir yayın anlayışımız olmadığı anlamına gelmiyor. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz öyküler, öykü anlayışları var.

Başlayıp bitireceğiniz, irşad edileceğiniz, kendisine bir şeyler öğretilecek öğrenciler arayan bir okul değiliz. İyi öykü yazmanın yolu belli; okumak okumak okumak ve yazmak. Bir de yetenek/ilham/cevher olmalı insanda tabi. Ama cevher meselesi, “aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır” veciz sözünde olduğu gibi. Bu anlamda belli bir seviyeye kadar herkese söyleyeceğimiz tek şey var, okuyun. Arkadaşlık, edebiyat dedikodusu, ağabeyler, kardeşlikler, ekmekleri bölüşmekler, fedakarlıklar, usta çırak ilişkileri, ilişkiler, ilişkiler, ilişkiler… Hepsi güzel şeyler, bu işin tadı tuzu ama hepsi iyi edebiyatla, çabayla yan yana gelince güzel. Birin yanındaki sıfırlar. Bir: iyi eser. Bir: çaba. Bir: İstikrar. Bir: Yazarken tek başına olduğun gerçeği.

Neden şiir değil de öykü dergisi çıkarıyoruz?

Bu soru Fayrap’ta Fatih Çalmaz’ın Post Öykü’yü ele alan, iyi çalışılmış, tamamına katılmasak da bir çok tespit içeren yazısında soruluyordu. Eh öykü yazdığımız için. Peki neden öykü yazıyoruz? Cevap veremedik. Yeri gelmişken öykü cephesi, şiir cephesi, roman cephesi bunların birbirleriyle savaşları gibi savaşlara elbette doğal olarak kesinlikle inanmıyoruz. (Söz edilecekse 2010’lu yıllar edebiyat ve eleştirisinden söz etmek daha makul. Öyküye kilitlenmiş olsaydık merkezinde sanat felsefesi, düşünce olan yazılar, şiirin, sinemanın hikayesi gibi bölümler yer almazdı dergide.) Böyle şey olur mu?

Bir meselemiz var ve öykü yazıyoruz; yaşıyor ve öykü yazıyoruz, inanıyoruz ve öykü yazıyoruz, kafamız karışık ve öykü yazıyoruz. Bazen yalnızız ve öykü yazıyoruz. Kendimizi bu işin içinde bulduk ve öykü yazıyoruz. Düşünüyoruz ve öykü yazıyoruz. Öykü yazıyoruz ve üzerine düşünüyoruz. Öykü yazıyoruz ve sanat üzerine düşünüyoruz. Öykü yazıyoruz ve Modernizm ve Postmodernizm ve bilmem ne bela üzerine düşünüyoruz. Öykü yazıyoruz ve okuyoruz. Öykü yazıyoruz ve dergi çıkarıyoruz. Şimdi italik bölümleri değiştirmeden “öykü yazıyoruz”u çıkarıp “şiir yazıyoruz”, “roman yazıyoruz” hatta “demir dövüyoruz”, “grafik tasarım yapıyoruz” ifadelerini koyabilirsiniz. Bize göre büyük bir anlam kaybına yol açmıyor bu değişiklik.

Eğleniyor muyuz?

Fatih Çalmaz’ın da dile getirdiği ve ara ara karşımıza çıkan sorulardan birisi. “Eğlence için dergi çıkarıyoruz” demişiz gibi oldu sanırım. Öyleyse bile özür dileyerek düzeltmekte fayda var. Ya da sıralama hakkında bilgi vermekte… Eğlenmek için mi dergi çıkarıyoruz yoksa dergi çıkarırken eğleniyor muyuz? Eğlenmek için helalden harama doğru uzanan binlerce keyif verici yol varken neden böyle bir meşakkatin altına girdik. Hazcı değiliz, olmadığımız kesin. Ama yaparken sevinç duymadığımız bir şeyi de yapmamalıyız. Bir iktidar alanı oluşturmak için, bribirimizi pohpohlamak için, boş vakitlerimizi doldurmak için, heves için kesinlikle değil ama aynı zamanda eğlendiğimiz için çıkarıyoruz dergiyi. Mesela öykü yazarken eğlendiğimiz oluyor, bir çocuğun başını okşarken, bayramlaşırken… Galiba eğlenmek yerine sevinç duymak ifadesi daha doğru. Ya da coşku. Tashih: Dergiyi coşkuyla çıkarıyoruz.

Dışarıdan gelen öykülere açık mıyız?

Yakıtımız onlar. Tavsiyemiz de atölyelerde kendinizi sınamanız. Aslında şöyle demiş oluyoruz, bir “yeni başlayan” da olsanız, usta öykücü de olsanız, ihtiyacınız olan şey kendinizi zorlamak. Biz dahil herkese bir kendini zorlama yolu gösteriyoruz. Çünkü rutin coşkuyu öldürür. Yazma sevinci bir yazarın en önemli silahıdır.

Genç ya da usta bir öykücü “öykü yaz yayımlat yaz yayımlat yaz yayımlat” kısır döngüsüne girdiğinde en önemli şeyi yani kendini zorlamayı unutabiliyor. Gelin burada birlikte “bi’şey deniyelim” diyoruz biz de. Sözü açılmışken yeni atölyemiz Acayib’ül Mahlukat’la birlikte dergide atölyeye ayırdığımız sayfaları arttıracağız. Ve bu yüzden ve bilinçli olarak atölye dışı öyküler kendine daha az yer bulabilecek.

Niye sürekli oyunlu öyküler, neşeli öyküler yazın diye tavsiye ediyorsunuz? Depresif öykülerden uzak durun da ne demek?

Bu da sosyal medyada karşılaştığımız bir soru. Öykücü Jale Sancak şöyle dedi: “Kimi genç öykücüler kimi dergilere öykü gönderdiklerinde şöyle yanıt alabiliyorlar: Böyle kederli şeyler yazmayın, eğlenceli şeyler yazın.” O biziz. Ve öncelikle “kederli” demedik, “depresif” dedik.

Sosyal medya doğası gereği yanlış anlaşılmalara, döğüşmeye (evet döğüşmeye) müsait. Burdan cevap verelim. Ordan denedik olmadı sanırım.

Bir sözlük şöyle tanımlıyor:

“Depresyon, hayattan tat alamama, huzursuzluk, hayata karamsar bir gözle bakma, bıkkınlık gibi belirtileri olan bir hastalıktır. Depresif ise; depresyon eğilimli yada sürekli depresyon halinde olan kişilere denir.”

Yani “kederli öykülere” düşman değiliz. Keder, sevinç, neşe, öfke, gurur, hüzün, acı… tüm zamanlarda yeryüzünün bütün sanatçılarının eserlerinde kullandığı insanlığın ortak halleri. Depresif öykülere düşmanız. Çünkü o bir hastalık. Psikolojik bir rahatsızlık. Okura da yazık yazarına da.

Ve şöyle dedi Jale Sancak: “Ayrıca bırakın herkes özgürce, istediğini, istediği biçimde yazsın. Bir öykücü için bataklığa dönüşebilir de ne demek...”

Evet depresif öykülerin genç öykücüyü bir bataklığa sürüklediğine inanıyoruz. Çünkü çoğu zaman hele de genç öykücünün elinde bu hal, melankoiyl e düşmeden, birinci tekil şahıs anlatıcıyla uzun sıkıcı tiradlara dönüşmeden tahkiye edilemiyor. Tahkiye ortadan kalkıp, geriye iç sıkıntıları kalıyor. Bu gide gide bir çeşit mastürbasyona dönüşüyor. Neşe ile oyunla bunu yapmak daha zor. O yüzden neşe ve oyuna odaklanıyoruz. Bu, kederli öyküler yazmıyoruz anlamına gelmiyor. Dergimizin yedi sayısı, yazdığımız ve yayımlanan öyküler, örneklerle dolu. Diğer yandan “herkes istediğini istediği gibi özgürce” yazabilir. Buna hiçbir itirazımız yok biz tanrısal varlıklar değiliz. Bize ne? Bırakınız yazsınlar. Ama bizim dergimizde değil. Bir şeylerin etrafını çevirmeden, sınırlamadan (dergi iki kapak arasındaki süreli yayındır mesela) anlamlı bir bütün ortaya koymanın yolunu biz henüz bilmiyoruz.