İmgeler sûretler

Bora Abdo
Bora Abdo

Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges'e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun "oyun", Tanpınar içinse pekala "zaman" olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?

Bora Abdo:

Ada kavramı, metinlerimde çok içeriden bir bakışla gördüğüm detayları ve hikâyeleri barındırır sanırım. Ama yine de şunu belirtmeliyim ki bu imgelemin okurda bıraktığı gizi ve büyüyü yazarı olarak çok fazla adlandıramıyorum. Bir öyküyü ya da romanı yazarken ada imgelemini derinleştirmek kaygısıyla yazmadım hiçbir zaman, o etrafı sularla çevrili mekânın kendiliğindenliği içinde gezindim durdum, sahiplenmeden, sahiplenilmeden. Bu biraz da olayların ve insanların derinliğine inmeye çabalarken aslında bulanık bir diple karşılaşmamdan kaynaklanıyor sanırım, bu yüzden çoğu zaman adaya ve ada insanına kör ama sezgisel bakışlarla hatta gözlerine mil çekilen kahramanların bilinçli dokunuşlarıyla, salt hissedişle baktım. Sanırım bu sezgisel bakış, yüzeyde görünen ada kavramını değil de görünmeyen yüzünü görünür kılmaya çabalamak zorunda bıraktı beni. Mehtaba çıkılan geceler, vapurların uzun uzun öten hüzünlü düdükleri, fayton gezileri, atların nal seslerindeki romantik ezberlerden bu yüzden uzak durdum. Ada bu değildi.

Mehtaba çıkılan geceler, vapurların uzun uzun öten hüzünlü düdükleri, fayton gezileri, atların nal seslerindeki romantik ezberlerden bu yüzden uzak durdum. Ada bu değildi.

Ama sabahları yorgunluktan ve açlıktan ölen, üzeri gazete kâğıtlarıyla örtülen atlar da değildi. Yazın anne babaların çocuklarına karne hediyesi olarak binbir hevesle satın aldıkları cins kedi köpeklerin kışın terkedilerek soğukla ve açlıkla mücadele etmeleri de değildi. Adayı yazarken hem çok içeriden hem de olabildiğince çok uzaklardan bakmamın asıl sebebi hayal gücümün derinliklerinde saklıydı sanırım. Başka bir adayı yazmak istedim hep. Benim gördüğüm ada sokaklarında üç ayaklı köpeklerin karnını doyurmaya çalıştığı sokaklarıyla olabildiğince gerçekti ama ben bunu ve hatıralarımı, ada hakkında okuduğum kitaplardaki tarihi, gördüklerimi ve bildiklerimi unutmak istiyordum. En azından yazarken. Unutmaya ve silmeye başladıkça yeniden görecektim ve bu gördüklerim hem en gerçek hem de en hayali ayrıntılar olacaktı. Hem sırtında, hem göğsünde hem kafasının üzerinde hem de karnında kamburları bulunan biçare insanları görecektim, vapuru kaçırmış değil de adaya atılmış ve unutulmuş olacaklardı.

Çok eski zamanlarda gözlerine mil çekilerek adalara sürgüne gönderilen keşişleri bulacaktım Aya Yorgi Kilisesi'nin arkasındaki yamaçta. Vapur İskelesi'nde biriken sağır ve dilsiz kalabalığa içinde ne olduğunu kendisinin de bilmediği ağzı mühürlü çuvalları satarak geçimini sağlayan gök gözlü bir dilenciyi de misal. Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü'deki varoluşlarından sıyrılan papağanlar ve hayvan ölülerini kaynatıp, karıştırıp çeşitli merhemler ve ilaçlar yapan iki kız kardeşin öyküsü de yazdığım bu keşiş yalnızlığıyla paralel yürüyecekti elbette. Ada sahilinde sevdiği kadınla değil de tecavüz edilmiş siyahi bir denizkızıyla büyük bir aşk yaşayan define avcısı ve down sendromlu genç de bu yolun içinden kendi yalnızlıklarıyla geçecekti. Sanırım bilinçaltımda ada hep bir sürgün yeri olarak kaldı. Bu yüzden çoğu zaman ada yürüyüşlerimde, orman yolunda arkamdan sesler duyduğumda –hişt hişt değil- bazen irkilerek bazen de güvenle arkama döner bakarım. Gerçekte çam ağaçlarının diplerine düşen kozalakların sesi olduğunu bilirim de aklım sıra acaba hangi keşiş yürüyüşüme eşlik ediyor diye de düşünmeden edemem.

Ada, hayal dünyamdaki bütün kurgulara, karakterlere ve çetrefilli doğaya zihnimi kılıktan kılığa sokarak bazen heyecanla, bazen kederle ve bazen de büyük bir merakla ağaçlarını ve sokaklarını büyük bir iştahla uzatan koca bir ağız gibidir benim için. Kar yağışını uzaktan seyredemem bu yüzden adada, karın kılığına girip yağmamı ister çünkü o. Sabahları ölmek üzere olan bir kirpiyi ya da bir kuşu getirir tam önüme bırakır misal. Geceleri balkona çıktığımda, dışarıdan çok güzel görünen bir çam ağacının dalları arasına kurduğu yuvasındaki yumurtalarını iri farelere kaptıran kuşları izlettirir. Köşk sahiplerinin çocuklarının önünde azarladıkları bahçıvanların terli ve umutsuz yüzlerini de gösterir çoğu zaman. O zaman anlarım ustam Sait Faik'i, kötülüğün ana karaya ait olmadığını. Kalemi yontarım. Ada, kuyularında büyük bir acıyla saklanmış günahları gösterir bana, yeteri kadar masum baktığımda.