İnsanın ‘Kara’nlık Serüveni

​Cemal Şakar
​Cemal Şakar

Öykünün, yapısı ve anlatım imkanlarıyla güncele, toplumsal değişimlere oldukça açık bir tür olduğu malum. Kaldı ki, yaşadığı an’ın tanığı olmak sorumluluğunu taşıyan bir öykücünün de, kalemini aynı sorumlulukla eline alması gayet tabii. Cemal Şakar, kitabın içerisindeki iki öyküde yazarın/anlatıcının tanıklığını, yani üzerine aldığı sorumluluğu etkileyici bir üslupla dile getiriyor.

“Sanatçı insanın serüvenini anlatabilmenin peşinde koşar, durmaksızın. Bu serüveni eksiksiz, fazlasız anlatabileceği bir cümlenin peşindedir.” (C. Şakar, Yedi İklim Dergisi, 1997)

Cemal Şakar, ilk hikaye kitabı “Gidenler Gidenler”den bu güne dek hep aynı cümlenin, yani insanın serüvenini anlatabilmenin peşinde koşan bir yazar. Yol Düşleri’nde, Esenlik Zamanları’nda, Pencere’de, Hayal Perdesi’nde, Portakal Bahçeleri’nde ve nicesinde hep aynı arayış ve çabayla, kendine has bir çizgide kalem oynatır.

Kara, Cemal Şakar, İz Yayıncılık
Kara, Cemal Şakar, İz Yayıncılık

Şubat ortasında İz Yayıncılık’tan çıkan yeni kitabı “Kara”yla yazar bu kez peşinde koştuğu o cümleyi karanlıkta, karanlık hayatlarda, yüzlerde, yazgılarda ve rüyalarda arıyor. Kitabın içerisinde yer alan her öykü, çağın dramatik ve felakete açık yüzünü, anbean yanı başımızda genişleyen ve giderek daha çok insanı yutan karanlık uçurumu, kömür karası dehlizleri, tel örgülerin ötesini, berisinde birer enkaz gibi kalanları, evinden yurdundan olan ve sayıları arttıkça gazete sayfalarında sadece birer istatistiğe dönüşen hayatları anlatıyor. Cemal Şakar, okurlarına kara bir sinema perdesi aralıyor. Hayatın karanlık yanı, bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçsin diye…

Öykünün, yapısı ve anlatım imkanlarıyla güncele, toplumsal değişimlere oldukça açık bir tür olduğu malum. Kaldı ki, yaşadığı an’ın tanığı olmak sorumluluğunu taşıyan bir öykücünün de, kalemini aynı sorumlulukla eline alması gayet tabii. Cemal Şakar, kitabın içerisindeki iki öyküde yazarın/anlatıcının tanıklığını, yani üzerine aldığı sorumluluğu etkileyici bir üslupla dile getiriyor.

Kitabın aynı zamanda ilk öyküsü olan “Masamda Ruhumla” adlı öyküde anlatıcı adeta kendiyle/ruhuyla hesaplaşır. “Masa da masaymış ha” dedirten türden bir hesaplaşma. Dağılmış kitaplar, notlar, dergiler, gazeteler arasına, yani masasının keşmekeşine bir de ruhundaki keşmekeşi ekler. Anlatımı bilinç akışına sürükleyen bir tutum, iç monologlar ve kendini yineleyen cümlelerle öykü bir çeşit sayıklamayı andırır. Fakat anlamlı bir sayıklama. Serbest çağrışımlar, imgeler arası sıçrayışlar ve ironiler bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenir ve tekrarlanır. Sayıklayan anlatıcı, ruhunu tüm bu sayısız çağrışım arasında bir tanıklığa zorlar:

“Bak dedim ruhuma, iyice bak masamdaki kitaplara, notlara, dergilere, gazetelere, iyice bak, aç gözlerini, bul şimdi kendini, kendi kendine şifa ol.”

Benzer bir tanıklık bilincine ve anlam arayışına kitabın son öyküsü olan “Göl”de rastlıyoruz. Yazar/anlatıcı, varoluşunu, hayatın bir anlamı olup olmadığını sorgularken, kendisini yine bir iç hesaplaşmanın kucağında buluyor. Şahit olduğu acıyı ve ölümleri kalemiyle tecrübe ediyor:

“ Hayatı düşündü. Düşündü hayatın bir anlamı olabilir mi diye? Sağ elinde tuttuğu sıfırbeş kalemi sol koluna batırdı.

Batırdı.

Sıfırbeş uç kırıldı. Çıt!

Kalemin metal ucunu biraz daha.

Yüzü kasıldı.

Bir damla kanla hayat arasında bir bağ olabilir miydi?”

Karanlık bir kapan: İstanbul

Öykülerden birkaçı, ortak bir mekan olan İstanbul’da kesişir. “Cesetler Hemen Her Yerde” başlıklı öykü, Üsküdar-Eminönü arasında kısacık bir an şehrin nabzını tutar. İstanbul’un nabzı belli belirsiz atar ve hemen her yerde cesetlere rastlar isimsiz anlatıcı. Kent soylu insanın ya görmezlikten geldiği ya da görüp korktuğu cesetlerdir bunlar. Yaşayan cesetlerdir. Bir tokat gibi, insanın karşısına aniden çıkıveren, bazen bir mukavvanın ardına saklanmış, bazen de sizi cüzdanınızla vicdanınız arasında bırakan, açım diyen cesetler:

“Korkarlar kent sakinleri birtakım cesetlerin, beklenmedik birtakım yerlerde karşılarına çıkıçıkıvermelerinden. Zaten bu kentte güvenlik; zaten bu kentte muhacirlik; zaten herkesin, ipini koparıp geligelivermesi kente. Kent böyledir. Bilmez birtakım tintini hanımlar, canti beyler kentin böyle olduğunu, bütün kiri, pası, nemi, yosunu meydana çıkarıverdiğini; bulvarlarda bütün aşkların; avn’lerde bütün nefslerin. Kent böyledir, şeffaf, geçirgen, göz önünde; göz önünde olmazsa nefs ne kıymeti var ona onca hizmetin diye düşünür kenterler. Ama derler, ama canım bu cesetler hemen her yerde canım!”

“Ömer Hayyam Canisi” adlı öykü İstanbul’un karanlık simasını, karanlık sokaklarını, o karanlıkla bir şekilde yüzleşen insanın cinnete meyyalini, büyük yalnızlığını konu alır. Yalnızlıkla büyüyen bir öfkeyi… Kocaman bir öfkenin üzerinde yükselmiş, barhaneler, pavyonhaneler, kumarhaneler, esrarkeşhaneler, hapishaneler, bekarhaneler, kabadayıhaneler, gökdelenhaneler, kerhaneler ve buralardaki aşklarla, afişlerle, açlarla, yemeklerle, hiçliklerle, boşluklarla, anlamsızlıklarla İstanbul, bir kapanı andırır.

Sadece tanıdık hayatlar değil, başka ülkelerden gelen başka hayatlar da aynı kapana kısılmış, aynı trajediye ortak olmuşlardır. “Kül” adlı öyküde yazar, bir özgürlük anıtı gibi düşlenip gelinen İstanbul’da yiten, yabancılaşan hayatı bu kez bir kadının ağzından dile getirir. Başka bir ülke, başka şehir, başka dil… Tel örgülerin gerisinden iyidir diye düşünülür, yıkıntılardan iyidir. Çünkü geçmiş bir yangın yeridir. Yine de bir kez yıkılan, nereye giderse gitsin kendi enkazını da yanında taşır. Öyküdeki kadın, yeni yaşamına uyum sağlamak için çırpınır, fakat bambaşka bir kafestedir artık. Çırpındıkça insan olmanın ağırlığı altında ezilir. Daha fazla dayanamaz ve kafesinden boşluğa doğru sarkıtır kendini. Yangınlar içinde bir Anka’dır artık.

“Adı Leyla Olsun”, “Yumak”, “Küf” başlıklı öyküler de, dış dünyanın umarsızlığına direnen, varlığını bir yük gibi sırtında taşıyan, kirletilmiş, arzusu sönmüş insanları, yani şehrin ötekilerini anlatır.

The Mahrem Palace ve İroni

Kitabın belki de en etkileyici öykülerinden biridir. İroninin ustalıkla kullanıldığı anlatı aynı zamanda öyle gerçek ve hayatın içinden bir kesittir ki, mutlaka bir yerinde ya kendinize ya da çok tanıdık birisine rastlayabilirsiniz. The Mahrem Palace, Antalya’da, bazı muhafazakar koşulları gözeten (haremlik-selamlık) bir tatil işletmesidir. Öyküdeki kişi bu tesise hanımı ve çocuklarıyla gelmiş, denizin keyfini çıkarmaktadır. İşte yazarın ironisi tam da burada devreye girer. Adam, tatilin olmazsa olmazı olan akıllı telefonunun kamerasını açar, kadraja dizlerini, parmak uçlarını, kumsalı yalayan minik dalgaları ve denizi alarak bir fotoğraf çeker. “Deniz, gök ve ben” başlığıyla İnstagram’da yayımlar. İnstagram Twitter’a, Twitter Facebook’a bağlıdır. Adam şimdi her yerdedir. Tatil asıl maksadını gerçekleştirmiştir; teşhir. Fakat neyse ki bunu meşrulaştıran mahrem bir tesistedir.

Şakar Öykülerinde Bir Öyküleme Tekniği Olarak Sinematografi

Bir anlatıda öykülemenin yapılış tarzı ve anlatı mesafesi temelde iki farklı tutumda sergilenir. Bunlardan ilkinde, anlatıcı kendisini doğrudan gösterir ve bizi anlatanın kendisi olduğuna inandırır; yani anlatışta olaylar birinci plandadır, diyaloglar ise dolaylıdır. İkinci bir tutumda ise, öyküyü doğrudan anlatan anlatıcı devreden çıkarılır; olay ayrıntılarıyla okuyucunun gözünün önünde canlanıyormuş yanılsaması verecek şekilde aktarılır, okuyucu olaylara doğrudan “tanık” durumuna getirilir. Bu da anlatının görsele yakın kurulmasına olanak sağlar.

Cemal Şakar öykülerinde ikinci tutuma çok sık rastladığımızı söyleyebiliriz. İç monologlar, sahne geçişlerini andıran tasvirler anlatı mesafesini kısaltır ve okurla yapıtın daha iyi özdeşleşmesine yardım eder.

Kitabın içerisindeki hemen her öyküde benzer bir tutum sergileyen Şakar, özellikle bir öyküsüyle sinemaya ve sinemanın edebiyatla olan sıkı bağına doğrudan dikkat çeker. “Sonsuzluk ve Bir Gün” isimli öykü, aynı zamanda Atinalı usta yönetmen Theo Angelopoulos’un aynı isimli filmine bir selam niteliği taşır.

Hafızanın “Kara”nlık Kuyusu

Yazar, Kara isimli kitabıyla insanlığa yapılabilecek en büyük ihanetin, şahit olunan bunca acıyı ve ölümü giderek kanıksamak olduğuna dikkat çekiyor. Risk şu; “Acı belli bir eşiği aşınca bilinç kendini kapatıyor. Aklın başından gidiyor. (…) Yaşadığın onca acıyı, onca utancı unutmak istiyorsun. Yoksa bunca acıyla bunca, utançla yaşayabilmen mümkün değil.”

Gerçekten de büyük bir yıkım karşısında bellek adeta savunmaya geçer ve geçmişin acı dolu hatıralarını siler ya da büyük bir bölümünü bastırır. İnsani bir refleks. Tıbbi literatürde bir adı bile var; amnezi. İnsan, yeniden devam edebilmek için unutuyor. Fakat; “bir zaman sonra unutmaya çalıştıkların hafızanda kör karanlık bir kuyuya dönüşüyor; yaşadığın her şeyi yutmaya başlıyor. Yıllar geçtikçe hafızasızlaşıyorsun. O kuyu hemen her şeyi kendi karanlığına çekiyor ve karanlıklar içinde kalıyorsun.”

Kara, modern öykünün imkanlarıyla insanlığın karanlık kuyusuna tutulan bir fener. Bizler, birer okur olarak o kuyuda gördüklerimizi neye yoracağız? Asıl mesele o.